Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '18

 
Kategori
Öykü
 

Kırmızı Bulut

Ortalık ıssız fakat, sadece iki adım sonra evinde olacağını bilmenin rahatlığı var üzerinde. Sağ elini pantolonunun cebine sokup, anahtarını çıkarmak istiyorsun. Parmakların, aradığı şeye denk gelmiyor. Arama sonuçsuz, anahtar burada değil. Diğer cep? Hemen sol elindeki  paltoyu sağ ele kaydırıp, bu kez de sol elinle sol cebinde yapıyorsun aynı aramayı. Fakat bundan da bir sonuç alamıyorsun. Hassiktir!... Böyle başlayan sunturlu bir küfür tamlamasını boşluğa savururuken, ne yapacağını da düşünmeye başlıyorsun bir yandan. Hiç bu kadar tedbirsiz olmamıştın, kendine kızıyorsun. Ortalığı hızlıca kolaçan edip ne yapabileceğini düşünüyorsun. Otel. Yapabileceğin tek şey bir otel bulmak. Ama yakınlarda bir otel yok. Taksi? Evet, vakit kaybetmeden bir taksi bulmalısın. Kafanda hızla dönen düşünceler sarhoşluğunu arttırıyor sanki. Kafanın bu kadar dumanlı olmasına pek alışık olmadığından da olabilir bu. Nabzın artıyor, soluk alışverşlerin hızlı. Beynin telaşlanman gerektiğine karar veriyor. Ve artık telaşlısın! 

O anda apartman girişinin ışığı yanıyor. Orta boylu, sıkı giyinmiş birinin kapıya yaklaştığını görüyorsun. Kapının kolunu kavrayıp açıyor. Bir an gözgöze geliyorsunuz. Bu saatte kapıda neden böyle durduğumu merak etti galiba, diye düşünüyorsun. Çünkü gözlerinde tedirginlikle kaplı garip bir şey var. Soru soran bir şey mi bu? Onu orada bırakıp içeri giriyorsun. Bir an evvel evine gitmek tek isteğin çünkü. Peki ya  anahtar? Bildiğin bir iki numarayı deneyeceksin, olmazsa çilingir. Belki... Köşeyi dönüp asansöre gidiyorsun. Beklerken sönen ışığa küfredip düğmeye basıyorsun. Asansörün, en son kattan gelmesi uzun sürüyor. Işık tekrar sönüyor, düğmeye doğru yönelirken geçen toplantıdan beri yapılacağı söylenen sensörlü ara lambaların neden hala takılmadığını düşünüp, bir sunturlu küfür de yöneticiye yolluyorsun merdiven boşluğundan. İyice sinirlisin artık. Eve girer girmez en sıcağından bir duş, istediğin tek şey. Tabii, şimdilik...

Asansör bir üst katta artık. Kimi zaman, saniyeler yıl hızında geçer anca, demişti kafayı hayatla bozmuş bir kız. Haklıymış, diyorsun içinden. Ve son kez düğmeye uzandığın anda, boynunda hissettiğin bir sızıyla dünya, iç bulandırırcı bir hızla deli gibi dönmeye başlıyor. 

Karanlık...

Gözlerini açtığında gördüğün tek şey bu; her yeri kaplayan kocaman karanlık bir boşluk. Kafanı diğer tarafa çevirip, görebileceğin bir şey bulmak istiyorsun, buraya nasıl geldiğine dair bir şey hatırlamak.  Nafile bir çaba... Rüya?!!! Bir rüya olmalı bu! Kabus yani. Kendini zorluyorsun. Başını diğer tarafa çevirmek istiyorsun, çeviremiyorsun. Çünkü masaya mıhlanmış. Biraz acıdan, biraz zorlanmaktan anlıyorsun ki; başın sola bakar şekilde bir masanın üzerindesin. Evet, masanın üzerindesin ama ayakların yerde.Ve anlıyorsun, kabus değil bu...O an içinde harekete geçen, avlanmış hayvan dürtüsü seni hareketlendiriyor. Nabzın, beynin, bedenin ilk kez ortak bir noktada buluşup, bağırıyorlar; Kaç!

Kaçamıyorsun!

Her hareketin çığlık çığlığa acıyla son buluyor çünkü. Zira üst bedeninin yüzü koyun yatırıldığı masa küçük, sivri çivilerle kaplı. Ve sen vücudunun üst kısmı bu çivilere oturmuş şekilde bantlısın bu masaya. Kafanı ya da herhangi bir organını hareket ettiremiyorsun. Başını biraz oynatmak istediğinde, sol yanağının üzerinden geçip kısa saçlarını dolanarak masaya sıkı sıkı yapıştırılmış bu bantın, derini sıyırdığını büyük acıyla hissettin çünkü. Sağ yanağının, kulağının ve sağ şakağının altındaki yapışkan ılıklığın ne olduğunu da biliyorsun artık. Çünkü burnunun aldığı bu kokuyu iyi tanıyorsun. Kan bu, ama bu kez senin kanın...

Yavaşça kendine gelen zihnin, bir nevi öne eğilme pozisyonunda olduğunu fark ediyor. Çocukken oynadığınız uzun eşşek oyunu gibi. Bir anda alt bedeninde bir hazzın dolaştığını duyumsuyorsun. En keyif aldığın çocukluk oyunu bu. Hazzın uzun sürmüyor ama. Zira alt bedeninin neden boşta bırakıldığına dair bazı işaretler var artık zihninin elinde. İstemsiz olarak çırpınıyor, sıkıyorsun bedenini. En çok da kalçalarını ve anüsünü. Bu anda sadece korku değil bedenini kaplayan. Sadece acı değil. Sadece ter ya da kan değil... Anıların ve geçmişin de var artık... 

İnce bir sesle uyanıyorsun. Gözlerin açık. Olabildiğince tabii. Çünkü istesen de daha fazla açamıyorusun. Göz kapakların uzun zamandır bu kadar ağır olmamıştı. Kaç saat, kaç gün oldu diye düşünüyorsun bir yandan. Ne zamandır buradayım? Daha önemlisi, ne kadar daha kalacağım? Birileri beni aramalı, diyorsun bir yandan da. Ama buna kendin bile inanmıyorsun... İşyerindekiler? İş arkadaşların yani... Ailen? Sahi o zamandan beri kimin var senin? Olay duyulduktan sonra yani... Kimsen yok, değil mi? Ama biliyorsun, kafayı hayatla bozmuş o kızın dediği gibi; Bazıları yalnız ölmeli.  Sen yalnız ölmek istemiyorsun! Sen, ölmek de istemiyorsun! Hatta hep söylediğinin tersine, ölümden ve yok olmaktan delice korkuyorsun. Acı çekmekten korktuğundan daha fazla hem de. Yoksa kolayca ölüme gidebilen insanlar gibi, kendini öldürmeyi seçebilirdin çünkü. Belki de yapmalıydın... Kimi zaman acının sınırlarını bilemiyor çünkü insan. Kendi sınırlarını da. Ve ihtimaller dahilinde yaşayacaklarını da.

Mideni hissediyorsun. Ufak bir ateş topu, içinde geziniyor sanki. Demek acıktın. Demek buraya geleli, en az yirmi dört saat oldu. Yoksa, açlığa bu kadar alışkın bir mide sana sinyal vermezdi. 

Ama kim? Midenle beraber aklına üşüşen şey, yemek fotoğrafları değil bu kez. Seni buraya kadar getiren, getirebilen ve böyle bir hale sokan kim? Nedenini çok merak etmiyorsun tabii. Bir gün bunun olabileceğini biliyordun. Bunca dikkatin, özenin bunun içindi. Sırf bu endişe ve kaygılar seni delirtmesin diye avuç avuç ilaç içmiyor musun gece gündüz. İşte şimdi endişelerinle yüzleşiyorsun. Kendine ne kadar hakim olmaya çalışsansan da, sürekli tedirginliğin verdiği titremeler nedeniyle üst bedenin kan içinde. Sağ gözünü tamamen kaplayan kan yüzünden etrafını kırmızı görüyorsun. Sol gözün zaten görmüyor. Hayır, kan bulaşmış ya da kapanmış değil. O seni taşırken lensin düşmüş olmalı. Hay lanet! A.ına koduğum.... Evet, en iyi yapabildiğin şeylerden birini yapıyorsun yine ve sunturlu bir küfürü sallıyorsun sesizliğe. Bu anda hissediyorsun onu; orada. Sen başını çevirip bakamıyorsun tabii, ama o orada! Kim olduğunu soruyorsun yamuk ve kanlı ağzından tükürükler saçarak. Sesin doğru dürüst çıkmıyor bile. Buna şaşırıyorsun. Oysa sen deli gibi bağırdığını, tüm öfkeni, bedeninin hareketsizliğine hapsetmek zorunda kaldığın tüm öfkeyi kustuğunu sanıyordun.

O, karşında. Bulanık da olsa... Yarım açabildiğin tek gözünle onu görebiliyorsun şimdi. Ama yetmiyor. Kanlı sağ gözünü de açıp, görüntüyü netleştirmek istiyorsun. Bir iki kez kırpıştırıyorsun gözünü. Fakat jelleşen yapışkan kanı gözlerinden ve kirpiklerinden uzaklaştırmak kolay olmuyor. Zaten her hareketin yeni bir acıyı, yeni kanamayı da tetikliyor. Gerçeği görmek için uğraşıp acı çekmekle ,bir yalanı görerek ya da hiçbir şeyi görmeyerek öyle acısız bir kıpırtıyla kalmak arasında bocalıyorsun. Ne demişti hayatla kafayı bozmuş o kız; Gerçek acının içindeyken, gerçekten 'gerçek' olana kör olmak isteyebilir insan. Çünkü acı, güçlüdür. Ve insan da güçsüz. Çoğu kez...

Biraz daha... Biraz daha kıpırdıyorsun. Demek görmeye karar verdin. Belki de insan, ölümünü hazırlayanın, yani o anda kendinden güçlü olanın yüzünü kazımak istiyordur aklına. Ama bunu neden yapasın ki? Öteki tarafta intikam mı alacaksın yoksa?... Bunu düşündüğün anda kahkalarla gülüyorsun. Evet, içinden... Acının ve artık çivileri tamamen içinde hissettiğin sağ yanağının izin verdiği kadar gülüyorsun kendine.

Kırmızı bir bulutun içinden sana doğru yaklaşıyor. Sol göz kapağını kaldırıyor. İyice aralanınca içine bir yerleştiriyor. Sen korkarak kafanı oynatıyor ve gözünü kaçırmaya çalışıyorsun ama her defasında yanağının içinden dişlerini oyan çiviler buna izin vermiyor. Sonra bunun düşen lens olduğunu anlıyorsun zaten. Ve vaz geçiyorsun. Demek onu görmemi istiyor, diyorsun içinden ve ekliyorsun; Benden korkmuyor demek.. Öleceğime inancı tam olmalı!

Ama daha senin, gözünü açmana gerek kalmadan, üstte kalan kulağına, daha önce duyduğun bir sözü fısıldıyor;

Demiştim sana, bu hayatta insanlara, hele de masumlara, çocuklara, o en günahsızlara acı çektiren herkes, aynı acıları çekerek ve yapayalnız ölmeli, diye. Herkes onların yaptıklarını unutacaksa ve onlar hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam edecekse, iyi insan olmanın ne anlamı var ki? Ben, unutmamayı seçtim.

Zihnini hayretler içinde bırakan ses ve söyledikleri kulaklarında yankılanırken, puslu kırmızılığın içinde, orta boylu sıkı giyimli bir kadının sana büyük bir nefretle baktığını görüyorsun.

Ölümün elinden tutuyorken, ağzından şaşkınlıkla çıkan son sözleri kendin bile duymuyorsun artık; hahhayattla kkaaffayyıı bbozmuuşşşşşş..........

 

 
Toplam blog
: 12
: 278
Kayıt tarihi
: 20.03.16
 
 

Biraz ev hanımı, biraz iş hanımı, birazdan daha iyi bir eş, olabildiğimce iyi bir anne, olabildiğ..