Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '18

 
Kategori
Öykü
 

Bir Keklik Öyküsü

Bir Keklik Öyküsü
 

Uzaktaki özlemim,
Gizimdeki sevdamsın.
Mutluluğum, sevincim,
Soluduğum havamsın.

MD

Muhabbet kuşum da has kekliğim de oldu. Var oluşlarının mutluluğunu tattım! Onları yürekten sevdim! Sevgilerini ta kalbimin içinde duydum!

Keklik üstüne söylene gelen kimi şarkılar, türküler, öyküler ve anılar mevcuttur.

İnternet ortamında gezinirken Mustafa Sağlam’ın “Bir Kekliğin Öyküsü” başlıklı soluklu ve özgün yazısını okumadan geçemedim. Üstelik etkilendim! Sizin de okumanızı salık veririm.

”Yurdumuzun güney bölgeleri, özellikle kıyı boyunca uzanıp giden Toroslar, bitkiler gibi hayvan yaşamına da çok elverişli olmalı ki, bir şimdi değil, eskiden de pek çok yabani hayvan türüne ev sahipliği yapmış. Laf açılıp da eskilerden konuşulmaya başlandığı zaman artık yaşlılardan alabiliyoruz onlar hakkında bilgileri; çoğunun nesli tükenmiş, yalnızca adları yaşıyor günümüzde. Dağ keçileri, geyikler, ayılar, yaban kedileri, kurtlar...

Benim asıl sözünü etmek istediğim keklikler; bir başka öter Toroslar’ın kekliği: “Gak guburak! Gak guburak!” diye bir başladı mı saatlerce oturup dinlesen yine de doyamazsın. Kınalı keklik türündendir burada yaşayanlar; boyunlarının altındaki alalarıyla daha bir yakışıyorlar bu coğrafyaya. Türkülere, şarkılara da en fazla onlar konu olmuş ya zaten.

Bir de öyküsü vardır ki, ne zaman bir keklik görsem ya da sesini duysam hemen anımsayıveririm; yeniyetme çağlarımda beni çok etkilemişti o öykü. Her anımsayışımda içime bir burukluk çöker. Doğruysa da, yanlışsa da vebali anlatanların boynuna…

Anadolu’nun başka yerlerini bilmem ama Toroslar’da yaşayan çok ailenin evinde bir kafes kekliği bulunurdu. Palazken yakalayıp, büyütür, avcılık yaparlardı onunla. Her iki cinsten olabilirdi bu. Erkeğin av zamanıyla dişinin av zamanı farklıymış, öyle duyardık. Onun içindir ki, palaz yakalama geleneği Toroslar’da çok yaygındı o senelerde.

Yine bir yaz başlangıcı anaçların palazlarını yuvadan yeni uçurduğu günlerde, sığır çobanı çocuklardan biri, bir yavru keklik yakalar ve kafese katıp beslemeye başlar.

Önceleri biraz yadırgasa da yaşının küçüklüğünün de etkisiyle kafese uyum sağlamakta pek güçlük çekmez palaz. Dağlar kadar geniş değildir yaşadığı alan ama sahibi iyi bakıyordur ona. En sevdiği yiyeceklerden olan bol bol çekirge yakalayıp getiriyordur örneğin. Suyu da eksik olmuyor önünden. Yaşamını sürdürmek için bütün gereksinimleri haddinden fazla karşılanıyordur velhasıl. Bu, bir müddet gider böyle.

Zaman geçer, kafesteki keklik büyür. Yeri bile dar gelmeye başlar ve sahibi yeni bir kafese koyar onu. Büyüdükçe gereksinimleri de çeşitlenir, çoğalır ve gün gelir sahibinin karşılayamayacağı şeylere ihtiyaç duymaya başlar. Başka kuşlarla, başka kekliklerle görüşmek, onlarla birlikte yaşamak, konuşmak, dostlar arasında olma arzusu uyanır içinde. Sonsuz gök boşluğunda istediğince uçabilme gönlünden geçer. Çocukluğunu geçirdiği kırlar gözünde canlanır, oraları özler.

Ötekiler bir yana, onca özlemlerinden biri var ki; o, gittikçe dayanılmaz hale gelir işte: Biriyle görüşme, tanışma isteği. Büyüyüp geliştikçe o hepsini geride bırakır ve yaşamsal bir önem kazanır onun için.

Avcı olan sahibi, keklikler konusunda bilgili, deneyimli kişidir; bahar ayları gelince hangi kekliğin nasıl öteceğini bilir, iyi ötüşü kötü ötüşü ayırt eder. Kafesteki kekliğin av yapma zamanının gelip gelmediğinden iyi anlar.

Ve bir gün, sahibi, “tavıdır” deyip kafesi alır, ava çıkar. Kafeste de olsa, onun dışarıya ilk çıkışıdır bu. Sahibinin bu hareketi çok sevindirir onu. Diğer günlerden farklı bir gündür o gün. Göz alıcı renkteki çiçeklerle tanışır. Mavi gökyüzünü görür ve derinliğine hayran olur. Bir başka bulur kırların havasını. Kekik, geven ve öteki bitki çiçeklerinin kokuları ciğerlerini doldurdukça bir ferahlık kaplar içini. Yaşamanın güzelliğini düşünür o an. Bu dünyada olmanın her şeye değdiğine karar verir sonra da.

Ama bu kadar güzelliğin, bolluğun içinde bir şeyler eksiktir. Her şeyin tamam gibi göründüğü bu dünyanın güzelliğini gölgeleyen o eksikliğin ne olduğunu ilk anda anlayamaz; merak eder durur. Fakat çok geçmez onun ne olduğunu çıkartıverir hemen. Kendi türünden ve karşı cinsten, konuşup dertleşebileceği bir dosta ihtiyacı vardır. Evet, evet karşı cinsten birine, bir erkeğe ihtiyacı vardır kendisi anlatıp o dinleyecek, o anlatıp kendisi dinleyecek, anlaşacakları. Güzel dünyalar düşleyecekler birlikte ve orda yaşamanın hayalini kuracaklar.

Hissettiği o eksik, o boşluk öylesine büyüyüverir, öylesine büyüyüverir ki, hayal ettiği dünyanın, hatta kendi varlığının öteki yarısı oluverir birden. Büyüdükçe içine sığmaz hale gelir özlemi. Şarkılar söylemeye başlar, sevgi ve hasret şarkıları; hep bir davet vardır şarkının sözlerinde. Şaşırır kalır, sesinin bu güzelliğine kendisi bile inanamaz ve bu hayranlık, daha da heveslendirir onu. Şarkı, o güzel sesle birlik olup, yayılır gider kırlara doğru taştan taşa, dağdan dağa; kayalarda yankılar yapar bir hayli. Büyük bir haz alır sesinin yakılarını duymaktan.

Çok geçmez bir yerlerden, tanımadığı birilerinden bir yanıt gelir. Sevince boğulur o yanıtı alır almaz. Ona doğru uçmak, bir an önce ona kavuşmak gelir içinden ama o parmaklıklar yok mu aahhh o parmaklıklar...

-Ben varamıyorum, sen gel, diye sürdürür şarkısını.

Her ötüşünde biraz daha yakındadır öteki de. Belli ki o da hasret dolu, onun özlemi de kendisininkinden geri kalır değil! Eh yavaş olunur mu böyle zamanda; fazla sürmemiş karşıki çalının dibine kadar gelmiş, çağıran sesin sahibini arayıp durmaktadır.

-Bu taraftayım; burada, kafesin içinde, diye haber verir.

Genç keklik onun bulunduğu yeri fark eder ve o tarafa yönelir. Yönelir ama daha yerinden kalkmadan kulakları sağır edici bir ses duyulur. Öyle korkmuş öyle korkmuştur ki, yüreği ağzına gelir kafesteki kekliğin. Hiçbir şey görmez olur bir süre. Sonra gözünü açar bir bakar ki ne görsün; kendisi için koşup gelen o can yoldaşı saydığı, mutluluğunu paylaşacağı genç keklik, kızıl kana boyanmış, yerde çırpınıp durmuyor mu! Nice zamandır kendisine su ve yiyecek veren, sahibi bildiği kişi, hemen koşar, boğazını bıçakla keser, kesince son bir kez debelenir ve cansız vücudu yığılır kalır orda. Ona ne olduğunu bilemez önce; bir süre, tekrar kalkıp ötmesini, uçmasını bekler; ama boşa çıkar bütün umudu, hiçbir kıpırtı yoktur artık onda. Hatta çok geçmez, avcı, tüylerini yolmaya başlar ve buna hiç direnmez o. Üstelik çok da çirkin bir hale gelir tüyleri yolununca. Onun bu durumuna bir anlam veremez ama daha fazla görmek istemediği için de gözlerini iyice yumar.

Bulunduğu kafesin kıpırdadığını hisseder: Avcı, avını yapmış, onu evine götürüyordur artık. Diğer kekliği çantasına koymuş, başı çantanın ağzından dışarı sallanıp durmaktadır. Ötmez, uçmaz, sese yanıt vermez; çevrede görünen şu taşlardan bir farkı yoktur. Hayatının en korkunç şeyini öğrenir; ilk kez ölümle tanışır o zaman.

Eve dönünce önüne bol bol yem ve su koyar sahibi. Karnı aç olmasına karşın, tek yem tanesini bile gagalamak gelmez içinden; başını kaldırıp bakmaz bile o kadar sevdiği buğday tanelerine. Hiçbir şeyi, kimseyi görmek istemiyordur, yaşama küsmüştür adeta. Pusar kalır kafesinin köşesinde. Sahibi, onun hasta veya iştahsız olduğunu düşünür, önündeki yiyeceği daha da çeşitlendirir. Hatta kafesin içine bile atar bir kısmını. Ama nafile; bu bile iştahını açmaya yetmez.

Bu, birkaç gün sürer böyle; sonunda dayanamaz, istemeyerek de olsa yiyeceklerden birer parça çımdınmaya başlar. Yine de bitmemiştir içindeki sıkıntı; buralardan uçup gitmek, her şeyi unutmak ister ama olası değildir, bu parmaklıklar burada olduğu sürece hiçbir şey yapamaz. Neye karar verse bu parmaklıklar çıkıyor karşısına.

Hayattan ders alma zamanı başlamıştır onun için. Öğrendiği ikinci şeyse acıyla yaşamak olur. Zaman her şeyin ilacıdır; dertleri kederleri de azaltıyor günden güne. Ayrıca iyi bir öğretmendir de zaman. Yeni bir gün, yeni bir bilgi demektir. Bu arada gidenlerin geri gelmediğini de öğrenir tabi.

Eskisi kadar iştahla olmasa da yeniden yemeye, içmeye başlamıştır. Olmuyor aç susuz; yaşamayı sürdürmenin tek çaresi yemek. Yedikçe az az enerji doluyor bedenine, sağlığına kavuşuyor. Sağlığına kavuştukça da o kırları, ormanları ve kendisine yanıt veren, sonra da koşup gelen o sesi hatırlıyor ve onun ne kadar güzel bir ses olduğunu, duyunca hissettiği mutluluğun büyüklüğü aklına geliyor. Yeniden heveslenip ötmeye başlıyor kendi kendine sanki çevrede duyacak biri varmış gibi. Kim bilir, belki de vardır; her ne kadar burnuna kekiklerin, adaçaylarının kokusu gelmese de kırların o kadar uzakta olduğu nerden belli! Bakarsın biri duyar, karşıki bahçelerin, evlerin arasından uçar gelir, pencereye konar.

Keklikceğiz, içinde bulunduğu kafese, hatta yaşadığı eve sığmayacak hayaller kurmaya başlar ve yine öttükçe öter. Tamamıyla unutmasa da o acılı günler geride kalmıştır artık.

Bir sabah, çantasını ve daha önce de gördüğü ama ne olduğunu bilmediği yarı ağaç, yarı demirden uzunca bir aleti omuzlar, onu da alıp kırlara doğru yönelir sahibi. Bu gidişin nereye olduğunu az buçuk tahmin etmiştir; aynı yoldan, aynı yerlerden daha önce de geçtiklerini anımsar çünkü.

Biraz kırgındır ama onu tekrar alıp buralara getirdiği için sahibine minnettar kalır. Doğada olmak kadar güzel ne vardır! Şu havayı solumak, şu kokuları burnuna çekmek, şu renkleri seyretmek için neleri feda etmez bir keklik!

Ama böyle zamanda, bir şey var ki, onun eksikliğini hemen hissediveriyor işte; geçen de olmuştu aynısı. Aynı duyguları o zaman da yaşamıştı. “Aah ah, o eksik de tamamlansa, her şey mükemmel olacak,” diye geçirir içinden. Hepsi güzel, hepsi hoş ama hepsinde o eksiklik var nedense!

Aklına getirdikçe bir balon gibi büyümeye başlıyor içindeki özlem. Ve öttükçe ötmeye başlar ona ulaşabilmek için. Sesi öylesine de yanık çıkıyor ki! “Gak guburak”ları, kayalarda yankılana yankılana, ağaçların arasından, vadilerin içinden yol bulup ta uzaklara kadar gidiyor yine. Yanıt alıncaya kadar ötmek gelir içinden. Yanıt geciktikçe de, “Duymadıysan duy!” dercesine sesini yükselir.

Başarıyor sonunda; çok uzaklardan da olsa ona bir yanıt veren çıkıyor. Mutlu ediyor çağrılarına bir yanıt verenin çıkması, sevince boğuyor onu. Kendisi gibi yalnızlıktan şikâyet eden biridir karşıdaki de.

Öte öte uçar gelir dağdan dağa, kayadan kayaya, dereden dereye. Bizimkisi ise, o parmaklıkların arkasından kurtulmak, müstakbel eşine kavuşmak için çırpınır. Ama ne mümkün! Ne vücudu o parmaklıkların arasından geçebilecek yapıda, ne de onları kırabilecek güce sahip. Eli kolu bağlıdır adeta. Ona durumunu anlatıp, kendisinin varamayacağını onun gelmesini söyler dert yanarak.

Arada dostluk, muhabbet oldu mu uzaklar yakın eylenir; sen ben mesele edilmez, gelinemezse gidilir, gidilemezse gelinir. Yollar biter; dağlar aşılır, ovalar kalkar aradan. Gönüllerde muhabbet olsun yeter ki!

Aşkın büyüsüne kapılmış erkek keklik koşar gelir kendini çağıran sese. Hemen bulamaz aradığını; hangi çalının dibinde, hangi taşın başında diye bakınıp dururken, biraz ilerisinde kendisine doğru yönelmiş delikli demiri görebilmesi hiç mi hiç olanaksızdır. İçindeki baruta bir kıvılcım çalınır ve yine dağları zıngırdatan bir ses çıkar o delikli demirin ağzından. Korkudan bir kez daha yüreği ağzına gelir kafesteki genç bayanın. Çok geçmez bu sesi hatırlayıverir; çünkü müstakbel yavuklusunu kanlar içinde can çekişirken görür karşısında, otların arasında bacak atıp durmaktadır. Saklandığı kümeden çıkıp ona doğru koşar sahibi; çantasındaki bıçağını çıkarıp, boynunu keser öncekinde yaptığı gibi. O güzel alalı kanatlarla ayaklar son bir kez daha titrer ve arkasından kıpırtısızlaşırlar.

Ölümü öğrenmişti, birinin sessiz ve hareketsiz kalması onun ölmesi demek olduğunu biliyordu. Bir yaşamın daha sona ermesine sebep olmuştu şimdi; atan bir kalb daha durmuştu o hevesli ötüşleri, döktüğü o diller yüzünden.

Aynı acıyı bir kez daha yaşadı ve bir kez daha kahroldu böylece; bir kez daha nefret etti kendisini bakıp besleyen sahibinden. Ondan öfkesini alamamanın acısını duydu bir kez daha. Bir kat daha arttı ona olan kini. Buna rağmen ondan intikam alamayacak kadar güçsüz olduğunu anımsadı.

Bir kez daha yaşama küsmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Kimseye bir şey yapamıyor, öfkesini kendinden alabiliyordu ancak. Yemeyerek, içmeyerek tepkisini göstermeye çalıştığını bir anlatabilse, birazcık rahatlayacak belki ama onu da yapamıyordu ne yazık ki. Ne yapacağını bilemez, çaresizlik içinde, bitkin ve suskun duruyordu.

Günler gelip geçiyordu. Günler geçtikçe de duyguları törpüleniyor, yüreği katılaşıyordu yavaş yavaş… Yaşamın sevinçlerden çok, acılardan oluştuğu inancına varmaya başlamıştı. Hatta ne sevinci! Sevinci ne zaman yaşayabilmişti ki ömründe? Umutlar ve acılardan oluşan bir dünya demek daha doğru olmaz mıydı buna? Evet, yaşamak için tek sebebi, tek tutanağı umutlarıydı onun.

Yaslı günler gerilerde kaldı, sahibine olan küskünlüğü sona erdi ve zorunlu olarak umursamazlığa bıraktı yerini. Yemelerine içmelerine başladı yine. Yaşam buydu işte; başka türlüsü gelmiyordu elinden. Böyle yaşamaya alışmalıydı.

Yaptığı o iki avı yeterli görmüyordu sahibi; keklik eti yemeye karnı doymuyordu bir türlü. Gerçi zamanla anladı ki, onun asıl istediği keklik etinden çok dağda gezen hayvanları bir hileyle yanına getirip tuzağa düşürmek, canlarını almaktı. Bunu bir beceri, bir üstünlük, bir marifet olarak sayıyordu hep. Kurşunu yiyen hayvanların yerde can çekiştiğini görmek büyük bir haz veriyordu ona; onda bir tutku haline gelmişti bu. “Öldürme hastalığı” demek daha yerinde olurdu buna.

Çok geçmedi üçüncü bir kez daha alıp dağlara götürdü onu. Elinde değildi; yine ötmeye başladı ve yine bir erkek keklik ona doğru uçup geldi, tabi ötekiler gibi o da canından oldu.

Dördüncüsü, beşincisi, altıncısı izledi bu avların. Her defasında acısı biraz daha artıp, umudu ise azalıyordu. Düşlenen güzel günlerin gerçekleşeceğine olan inancı bitiyordu yavaş yavaş… Kendisi yaşadıkça başkaları ölecekti belli ki. Göreceği hep ölüm, hep ölüm olacaktı; bunu anlamıştı artık.

Umut olmayınca, her dağa çıkışında ötme isteği biraz daha azalıyordu. Ötmesi için bir sebep kalmıyordu ki. Arkasından neyin geleceğini biliyordu artık.

Bir gün yine kafesi alıp dağlara doğru çıkmıştı sahibi. Onu bir çalının başına koydu ve kendisi de bir küme yapıp oraya saklandı. Tüfeğin ucunu da karşı tarafa doğru yöneltti. Kafestekinin ötüp, kendine bir eş çağırmasını bekliyordu şimdi.

Bekliyordu ama kafesteki keklikten hiçbir ses çıkmıyordu. Dakikalar geçiyor çıt yok; öylece durup duruyordu kafesin içinde. “Ne oldu buna; dilini mi yuttu bu hayvan?” diye kümede sinirleniyordu avcı da.

“Öt be, haydi ötsene Allahın belası!” diye söylendi kendi kendine. O sustukça adamın tepesi atıyordu. Hâlbuki ne umutlarla gelmişti ava! Ama şu aksi kuş her şeyi berbat etmişti işte.

Avcı o kadar sinirlendi ki, tüfeğin ucunu kafesten tarafa çevirdi sonunda. Ve son bir kez daha tüfek patlaması duydu keklik. Bu son ve büyük patlama, artık dayanılmaz hale gelen acılarına son vermiş, tabi hayallerini de bitirmişti.

Kekliğin öyküsü bu; bayağı bir hüzünlü bitiyor sonu. Acısına ortak olmamak elde değil. Düşünüyorum da, insanın dışında hangi bir canlı başka bir canlının mutluluğun ipotek koyup, ona o derece eziyet edebilir?

Fakat teselli edecek bir şey varsa, Toros kırlıklarında, kayalıklarında, ormanlarında hala keklikler ötüyor, uçuyor, geziniyor. Onların o boyunlarının altındaki, kanatlarındaki alaları, gözlerinin üstündeki sürmelere bakıp, doğaya nasıl bir güzellik verdiklerini görmek mümkün. Sırtınızı bir çam ağacına dayayıp, onların o “Gak guburak! Gak guburak!”larını dinleyip içinizi rahatlatabilirsiniz.

“Ne zamana kadar?” diye kendinize sormadan da edemezsiniz tabi…”

 

            KEKLİK
Kınalı kuş güzel keklik dur hele,
Ötüp durma tüketme o nefesi…
Beklersin ki tuzaklara dost gele,
Gelen dostun biter zevki sefası…

Düşün keklik sen maşasın savcıya,
Sana düşman size düşman avcıya
Soyun düşer bin bir derde sancıya,
Hain olur doldurursun kafesi…

Seni bekler bağı dağı ovası,
Kekik kokar güzel özgür havası,
Kafes değil kekliklerin yuvası,
Hasta eder tutsaklığın cefası…

Sen bilirdin suyu güzel pınarı,
Gölge gölge kavak söğüt çınarı,
Tadı güzel ak üzümü al narı,
Maziye yok gönlünün hiç vefası…

Cantekin der; keklik satma dostunu,
İhanete artık serme postunu,
Avcı yapar nazlı canın tostunu,
Dürüstlüktür gönlün gerçek şifası…


Mahmut Cantekin



 

 
Toplam blog
: 782
: 1295
Kayıt tarihi
: 18.08.08
 
 

Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu'nu, İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü, İstanbul Çapa M..