Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kısa bir ara

KISA BİR ARADAKİ BOŞLUĞU BİR TÜRLÜ YAKALAYAMADIM.

Ah “Ben”’i beni. Başındaki “Ah” olmasa nasıl da nefsin karanlık dehlizlerinde kaybolacağım. Ömründe bir kez de olsa “Alıp başımı kaybolayım” diye geçirmiştir her insan. Kaybolmak istedikleri yer çoğu kez “Issız Ada” ya da hiç bilinmeyen bir yer olmalı dünyada. Yokluğunu fark edenler arasından sıyrılmadan, kendi yokluğunu fark etmenin ne demek olduğu anlaşılmıyor. Bu tefekkürlerle dolanırken yarım bıraktığım “Deniz ve Balık beraberliğinin öyküsünü sonlandırma isteğiyle bir an evvel eve giderek masa başına çakılmaya karar verdim. Usta bir yazar olan ilhamım bana,

—Kısa kes! Ne kadar çok kelime sarf ediyorsun ama bir türlü sadede gelemiyorsun, şunu kısaca “birden eve giderek yarım kalan yazımı tamamlamaya karar verdim” desen olmaz mı?

__Olur elbette. Ama henüz senin gibi, ne zaman, nereye nasıl vasıl olacağımı yaşamadan bilecek düzeyde değilim ki.

Eve varmadan vardım diye yazacağım ama zaman ve mekan oturmayınca yazamıyorum işte. Bu da benim tarzım olsa gerek. Belki de en dürüst olduğum hallerden biridir. Yazarken olayın içinde olmak belki de en saçma şeydir. Ama elimde kağıt ya klavyeyle olayı yaşadığım da sanılmasın.

Kendisini severek izlediğim çok yönlü sanatçımız Sn. AYKUT OĞUT’ kadar evrenden torpilli olmasam da, onun bir havuz problemini yazmadan geçemeyeceğim.“EĞER BİR HAVUZ KENARINDA İSENİZ VE ONA ATLAMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ, ÖNCE KENDİNİZİ HAVUZUN İÇİNDE HİSSETMENİZ GEREK”

Galiba bu yollarda yalnız değilim. Belki de bu yüzden yıllardır “UTOPIK” olarak hayal gücümü hayal dünyalarında geliştiriyorum. Beni seçmelerimle, saçmalarımla kabul edip hoşgörünler oldukça desteksiz atışlarıma boş sahalarda devam edecek gibiyim.

Bu aralar “ADI NOKSAN” adlı minik bir kitabı okumanın, tanıtmanın verdiği utancı yenerek, bu kitabı kendi çapında en çok satanlar listesinde görmenin mutluluğunu, yıllardır bu deneyimleri bana kazandıran değerli “MİLLİYET” VE “M.B” ailesine borçlu olduğumun bilinciyle paylaşmak istedim.

Kısa bir arayı reklam fragmanıyla süslemek adet olmuş demek. Aslında yazıya başlarken ne yazacaklarım ne de yaşadıklarım bu değildi. Ah beni Ben’i! Yine altüst ettin benliğimi. Girmeseydin araya belki de yokluğumu başkaları değil kendim fark edecektim. Bunu da engelledin ey nefsim!

Bu düşüncelerle market dönüşü hayli yorgundum. İki kolum dünyalık ihtiyaçların ağırlığıyla omuzlarımı çökertmişti. Kestirmeden gideyim diyerek her ne kadar tozlu ve çöplü olsa da kısa yolu seçtim. Birden etrafımda bir sinek dönmeye başladı. Önce ineceği yeri tespit ediyor olmalıydı. Düşen bir uçağın dağa çarpmamak için pike yaptığı gibi burnumun kenarından sıyrılıp önce alnıma yumuşak bir iniş yaptı. İki elim ağır yüklü olduğu için kovalayamadığım için önce kafamı sağa sola sallamaya başladım. Bu kez de başım döndü. Bu depremde sinek kendini emniyete almak için dağa kaçtı, burnumun üzerine kondu. Bu daha beterdi. Çünkü bu dağın ucundaki iki mağaradan birine kaçması için bir nefes almam yeterdi. Nefesimi tutarak başımı bu kez sağa sola değil öne arkaya sallamaya başladım.

Yolun ortasında bir kadın, durmuş ellerindeki yükü bırakamıyor, alnına, burnuna konan sineği eliyle kovalayamadığı için habire kafasını sağa sola, öne arkaya sallıyor. Sineği bilmeseydiniz, sokak ortasında böyle birini görseniz ne düşünürdünüz?

Bir türlü elimdekileri inatla bırakmadan bu türlü hareketlerle sineği uzaklaştıramayacağımı anlayınca bir de söylenmeye, hatta yüksek sesle bağırmaya başladım

—Git başımdan pis sinek. Allah’tan cezanı mı istiyorsun, DEFOLL!

Bu savaş esnasında etrafıma toplananlardan biri,

“Hanım abla, bir şey mi oldu, yardım edelimi?” diye sorarken kendime geldim.

Beni uzaktan sarası tutmuş ya da havale geçirmek üzere olan biri sanmışlardı.

Eve vardığımda daha kapıdan içeri girmeden yukarı kattan komşum seslendi. Yorgun ve perişan halimi fark etmiş olmalıydı. Ben de elimdekileri girişe bırakıp, davete icabet sünnettir diyerek yukarı çıktım. Bir yandan da kendi halime sonradan gülüyor, bir an evvel bunu anlatmak istiyordum. Meğer onlarda başka misafirler de varmış. Hatta çok sevip saydığım biri beni çağırtmış. Hoş beşe girince sineği unutmuştum. Hayır! UNUTAMADIM!. Çünkü tam o sırada bir sinek daha dadandı. Bu kez bacağıma konuyor, oradan en olmadık yerleri gözlüyordu. Ellerim artık boştu. Önce elimi salladım. O esnada konu insanların merhametiyle ilgiliydi. Arkadaşlardan biri karıncayı bile incitmek istemediğini söylüyordu. Bir elimle sineği kovalarken bir yandan da doğrusun diyordum. “Hac zamanında bile öyle bir an gelir ki o sürede hiçbir canlıyı öldüremezsin akrep bile olsa” diye devam ediyordum. Birden koyu bir hayvan sever olmuştum. Her ne kadar kedileri tuttuğum balıklarla beslesem de, ben yalancı biriyim, ya da ne kötü doğrucuyum. Bu arada ellerim ha bire bacaklarıma ayaklarıma gidiyor ve arada bir de elim dikkati çekiyor diye ayaklarımı sallıyordum bu öyle bir ritim kazanmış ki artık konuşurken fark etmeden elim ayağım ha bire lüzumsuz ve uygunsuz sallanıp duruyordu. Karşımda oturan ve ilk kez gördüğüm beyefendi, gözlerini mecburen pencere dışına dikerek konuşuyordu. Karşınızda ha bire ayaklarını sallayan biri karşısında gözü hapsetmek mümkün mü? Neyse ki komşum olayı çabuk fark etti ve bacağımdaki sineği yakalamam için elime suç aleti olan sinekliği tutuşturdu.”Al bunu elinde tut görürse gelmez belki!”

O sırada, bir damla karınca yağı için kozmetikte milyarlarca karıncanın katledildiğini anlatan ben değilmiş gibi, elimde sineklikle bekleyen katil adayıydım. Önceki olayında etkisiyle belki şartlanmıştım intikama. Kazadan kadere kaçılmıyor. Bu sözü çok kullanırım. Bu kez sineğin kaza mı, kader mi olduğunu sonradan anlayacaktım. Ya da bana göre mi sineğe göre mi olduğunu.

Ah nefsim, iyi bir avcının karşısındakine daima şans vermesi gerektiğini bildiğim halde, artık onun bacağıma konmasını beklemedim ve nasıl olduysa intikam hırsıyla elimdeki sinekliği divanın üzerindeyken yapıştırarak sineğin eceli mi yoksa katili mi oldum bilemedim. O an duyduğum pişmanlıktı. Çünkü dilim başka elim başka işlerdeydi. Yine sınavımı kazanamayıp beklemeye kaldım. Hafifletici bir nedenim vardı. Bacağımda ölse necasetini bulaştıracaktı ve temizlenmem gerekecekti.

Eve döndüğümde uzun süredir yazmaktan fırsat bulamadığım ve etkilenmemek için bir kenara bıraktığım kitap okuma alışkanlığıma kavuşmak amacıyla rasgele bir başucu kitabı çektim. Çok değerli bir “Bilim İnsanı” ve yazar Sn. TAŞKIN TUNA ‘ya ait “BİR ELMA İKİ AYNA” adlı kitabı elime aldım. Ve hayretler içinde bu kitaptan en büyük dersimi aldım. Bu kitapta beni şok eden öyküyü anlatarak bitirmek istiyorum. Çünkü artık “SÖZ SÖYLENMEZ DOĞRU SÖZÜN ÜSTÜNE” DİYE neden haykırıldığını biliyorum.

Halife Mansur, Cafer-i Sadık Hazretlerini sarayına davet eder. Bu sırada Halifenin burnuna bir sinek konar. Konmak ne kelime adeta musallat olur. Halife Mansur, mağrur mu mağrur adı ile müşahhas bir gurur bir gurur. eliyle kovalamak bile ona gelir kibir. Bir sineği defedemeyen olur mu Emir ve Amir? Halifeyi almış bir kibir ve sinir, sorar Hazrete Allahın bu sinekleri yaratışının sebebi nedir?

Hz. Cafer-i Sadık , “sizin gibi büyüklük satan kimseleri küçültmek için” diye yanıtlar. Halife buna çok kızar ve “neden bana bu kadar uzaksın benden yana olsan ya” der.

-“Sizden korkum olsa, yanınızda olurdum, oysa korkumuz yoktur. Sizin derdiniz olsa yanınızda olalım. Oysa derdiniz kaygınız tasanız da yoktur. Bir nimet içinde görmüyoruz ki tebrike gelelim, içinde bulunduğunuz durumun tehlikesini görmüyorsunuz ki tebliğ edelim, katlettiklerinizin acısını bilmiyorsunuz ki taziyeye gelelim”

 

 
Toplam blog
: 165
: 856
Kayıt tarihi
: 17.10.07
 
 

Edebiyet fakültesi  mezunuyum. Öğrenmenin yaşı yoktur diyerek çeşitli kurslardan da el sanatları ..