Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mayıs '12

 
Kategori
Tarih
 

Kızıl Pençe (Karabekir'in gözüyle kuruluş yılları )-I

Tarihçi Mustafa Armağan’ın, Kazım Karabekir’in anılarından yararlanarak kitaplaştırdığı “Kızıl Pençe” adlı kitap, Cumhuriyetimizin kuruluş yılları olan 1922-1933 yılları arasında yaşananları anlatıyor.

Kitap bütünüyle değerlendirildiğine, resmi tarih tezini tersyüz edecek nitelikte iddialarda bulunuyor. Tarihi biraz yansız ve değişik kaynaklardan okuyanlar açısından bu iddialar çok da yeni değil.

Kitabın ana teması, Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal tarafından başlatılmadığı, Mustafa Kemal daha İstanbul’dayken, Kazım Karabekir’in Erzurum’da bir kongre örgütlediği, Nisan 1919’da Mustafa Kemal İstanbul’da Osmanlı Hükümeti’ne bir bakan olarak girmeye çalışırken, Kazım Karabekir’in O’na Anadolu’ya geçmesini önerdiği, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde O’nu başkanlığa Kazım Karabekir’in getirttiği, TBMM kurulduktan ve Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, Mustafa Kemal’in yaptığı uygulamalarla Kurtuluş Savaşında emeği geçen birçok komutanı dışladığı, Doğu Cephesinde verilen mücadelenin yok sayıldığı ve genç cumhuriyetin giderek “Tek Adam”lığa yöneldiği şeklinde.

Bu tür iddialar başta da söylediğim gibi yeni iddialar değil ve Cumhuriyetin kuruluşu sırasında, farklı düşünen tarihsel kişiliklerin kendi iddiaları çerçevesinde ileri sürebileceği iddialar.

Oysa kitapta dikkatimi çeken öyle iddialar var ki yenilir yutulur cinsten değil.

İlk iddia, Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı bittikten sonra, Halifeliği kendi uhdesine alarak, dinin hakim olduğu bir yönetim ve devlet istemesi; Kazım Karabekir’in ise bunun aksine meclis ve halk egemenliğine dayalı bir yönetim istemesi ile ilgili olanı.

Kazım Karabekir, bu iddiasına dayanak olarak Mustafa Kemal’in meclis açılış konuşmalarında dini içerikli konuşmalar yapması, saltanatın kaldırılmasını düşünmesine rağmen Hilafet’in TBMM bünyesinde kalmasını istemesi, Balıkesir Zağanos Ağa Camii’nde hutbe vermesi, İslamiyet’in yeni Hükümet’in işleyişinde başat rolü oynaması gerektiğini ileri sürmesi, meclis oluşumunda dindar şahsiyetlere önemli sayıda yer vermesi ve hatta kurduğu parti olan Cumhuriyet Halk Fırkasının programına da “Hilafetin Meclis uhdesinde kalmalıdır” şeklinde bir maddeyi yazdırması gibi uygulamaları gösteriyor.

Karabekir’e göre geçen süreç içinde Mustafa Kemal,  Halifeliği elde edemeyince, o ana kadar İslamiyet ile ilgili olarak yaptığı ne kadar uygulama varsa o andan sonra tam tersini yapmaya başlıyor.

İkinci Mecliste dindarlara yer vermiyor.

İleride laiklik ilkesini temellendirecek uygulamalara başlıyor.

Batılılaşma, çağdaşlaşma, ilerleme, laik eğitim, ekonominin liberalleşmesi, burjuva sınıfının yaratılması gibi bugün de tartışılan kimi adımlar atmaya başlıyor.

Karabekir, Mustafa Kemal’de yaşanan bu değişimin nedenini, Halifeliği elde edememesinin yanında, Lozan görüşmeleri sırasında batılı güçlerin telkinlerini de etken olarak gösteriyor.

İkinci iddia ise Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti laikleştirme çabaları sırasında, CHF örgütlerine “Din-dışı” ve “Ahlak-dışı” merkezler kurması ve buralarda örgütlenme çalışmaları yapılması emrini verdiği iddiası.

Sıkı durun!

4 Haziran 1924 tarihli yazılı emir aynen şöyle:

“Halk Partisi İzmir İdare Kurulu

Sayı:1

Halk partisi İzmir şehrinde köklü bir şekilde örgütlenmeye başlamış ve şehri, 4 ilçeye ayırarak mahallelerde Ocak Kurulları kurmuştur(…)

İlçeye ait “la-dini” ve “la-ahlaki” mahfel yapılana kadar uygun görülecek yerde toplanılması…”

Böyle bir yazılı emir var mı, yok mu bilemiyorum.

Araştıracağım.

Ayrıca, o dönemde konuşulan Osmanlıca ile la-dini ve la-ahlaki kelimelerinin ne anlama geleceğinin etraflıca tartışılması gerekiyor.

Mustafa Kemal’in bu iki tabirle acaba neyi kastetmek istediği araştırılmalıdır. Çünkü zaman ve mekândan bağımsız olarak yapılan değerlendirmeler zaman zaman hiç istenmeyen sonuçların doğmasına da neden oluyor.

Bu iddiayı araştırmak ve gerçek nedenini gün yüzüne çıkarmak belki de yıllardır muhafazakâr kesim tarafından kullanılan, Atatürkçülerin ve hatta “Sol”un “Din düşmanı” imajını biraz olsun giderebilir.

Üçüncü iddia da o dönem ABD Ankara temsilcisi olan Maynard B.Barnes’e ait.

Barnes, Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi sırasında, Amerikan Senatosu’na bir mektupla başvurarak, bir kurulu incelemeler yapmak üzere Anadolu’ya göndermelerini istemesi ve bu incelemeyi takiben ABD Senatosundan “Amerikan Mandası” talep etmesi. İddiaya göre, Mustafa Kemal ve Rauf Bey’in imzaladığı bu mektuptan, Heyet-i Temsiliye üyesi olduğu halde Kazım Karabekir Paşa’nın haberi yoktur. Haberi olsa bu mektubun yazılmasını ve gönderilmesini engelleyeceği iddia edilmektedir.

Bu iddia da resmi tarihi tersyüz edecek nitelikte bir iddia. Çünkü resmi tarihte yazılan, Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandasını isteyenlerin Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı taraftarları değil, Saltanat ve Halifelik yanlıları olduğu yazılı.

Çocuklarımıza yıllardır bu tarihi öğretiyoruz.

Kazım Karabekir Paşa bu mektubu gördüğünü ve başka bir kitabında bu mektubu yayınladığını ileri sürüyor. Sözkonusu mektubun gerçekliği ve içeriği konusunda tartışma yürütülebilir. Ancak bir an için doğru olduğu düşünülürse, içinden çıkılamaz bir durumun olduğu görülebilir.

Kitap, bu iddiaları ileri sürdükten sonra Kazım Karabekir Paşa’nın, Mustafa Kemal ile diyaloğunun kesildiğini ve Mustafa Kemal’in yeni devletin oluşumu sırasında Kazım Karabekir Paşa’yı safdışı ettiği iddialarıyla devam ediyor.

Diyalogları kopan iki tarihsel şahsiyet yeni Cumhuriyet ile ilgili çok farklı çizgilere düşüyorlar. Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’i bir diktatör, Mustafa Kemal ise Kazım Karabekir Paşa’yı yeni Cumhuriyeti hazmedemeyen ve kendisine suikast düzenlettirecek kadar ileri giden bir saltanat yanlısı olarak görüyor.

İstiklal Mahkemelerinin kurulması ve hukuksuz yargılamalar, muhaliflere yönelik sindirme operasyonları, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman Ağa tarafından öldürülmesi, Kazım Karabekir’in İstanbul’daki evinin sürekli gözetim altında tutulması, anılarının yazdığı kitabının gizli ellerce matbaa basılarak toplatılması ve yakılması, yaptığı bütün müracaatlara rağmen bu eylemlerin faillerinin bulunamaması, yurt çapında yapılan basın operasyonları ve gazete kapatmaları o dönemin karakteristik özellikleri olarak ortaya çıkıyor.

Kazım Karabekir Paşa, bütün bu uygulamaların gizli bir el tarafından hukuk dışı yöntemlerle yürütüldüğünü, bu gizli elin Mustafa Kemal olduğunu, bu gizli örgütün de devlet teşkilatı içinde örgütlenen “Kızıl Pençe” örgütü olduğunu ileri sürüyor.

Osmanlı Devleti’nin son dönemine ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına bir mercek tuttuğumuzda, bu gizli örgütlenmenin yeni Cumhuriyetin yöneticileri tarafından kurulmadığı, geçmişinin çok eski tarihlere, Sultan Abdulhamit dönemine dek uzandığı ve bu örgütlenmenin süreklilik arzetmesi nedeniyle Sultan Abdulhamit’i iktidardan uzaklaştıran İttihat ve Terakki tarafından da kullanıldığını görürüz.

Son dönemlerde gündeme gelen ve halen sürmekte olan davalardan da anlaşılacağı üzere bu gizli örgütlenme Türkiye Cumhuriyetinin her dönemizde kesintisiz olarak görev yapmıştır. Kimi zaman “Karakol”, kimi zaman “Kızıl Pençe”, kimi zaman “Seferberlik Tetkik Kurulu”, kimi zaman “Özel Harp Dairesi”, kimi zaman da “Ergenekon” adları verilmesi bu örgütlenmenin niteliğini değiştirmez.

Bu örgütlenmelerden zarar görenlerin her dönemde muhalefette olması devletin, yani ister Osmanlı Devleti, ister Türkiye Cumhuriyeti olsun, iktidarın karşısında yel alanlar olması devletin bekası gereğidir. Yani her iktidar kendi egemenliğini sürdürmek ister.

Demokratik devletler bu tip örgütlenmelere ihtiyaç duymayacak ya da varsa bu tip örgütlenmeleri “hukuk” sistemiyle bağlayacak kadar kendine güveni olan devletlerdir.

Ne dersiniz, Türkiye Cumhuriyeti bu aşamaya geldi mi?

 

 
Toplam blog
: 223
: 700
Kayıt tarihi
: 04.01.08
 
 

Gaziantep' te öğretmen olarak görev yapmaktayım. Son olarak Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ..