Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Haziran '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Komşunu sev ama, aradaki duvarı kaldırma*

Komşunu sev ama, aradaki duvarı kaldırma*
 

Komşular, hayatımızın içine aldığımız başka hayatların kahramanlarıdır. “İyi günde, kötü günde…” diye başlayan resmi serüvenler sadece hayat eşiyle yaşanmaz… Bu serüvenin resmi olmayan akitlerini komşularımızla da yapmaz mıyız? Yardımseverliğin bin bir halini paylaşır, bazen tartışır, aynı çevrede yaşamanın ortak çizgilerini beraber çizeriz.

Eski komşular vardır; onlar bugün başkalarının komşusudur. Belki hâlâ görüşüyorsunuzdur… Hâlâ kapı zillerinize basmak için, bu kez uzak adreslerden gelip gidiyorsunuzdur birbirinize… Kırk yıl hatırı olan kahvelerden içmeye devam ediyorsunuzdur; nice kırk yıllara miras yeni hatırlar bırakmak için… Yeni komşuları çekiştiriyor olabilirsiniz, çünkü komşuluğun en insani yanlarından biri, ama iyi ama kötü diğerlerinin kulaklarını çınlatmaktır…

Birbirinizin, ailelerinizin, arkadaşlarınızın kimler olduğunu bilirsiniz. Komşunuzun nereli olduğuyla başlar her şey, bir iki “merhaba, nasılsınız, iyi akşamlar”la sürer gider… Öğrenmek için çaba sarf edenler de vardır, ki onların “meraklı” karakteri nasıl da yorucu gelir insana… “Ev alma komşu al” atasözünün, boşuna edilmediğini bizzat yaşayarak öğrenirsiniz… Tıpkı “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”ı, o zor zamanlarda tecrübe ettiğiniz gibi. Her gün aynı saatte işe giden komşunuzdan üç gün üst üste ses çıkmadığında endişelenirsiniz. Günlük selamlaşmalardan ruh halini çözersiniz. Okuduğu gazete, eve giriş çıkış saatleri, alışveriş poşetindeki sigara paketi sayısı, perde seçimi, faturaları, hangi kredi kartını kullandığı, arabasının markası, giyim tarzı, hangi takımı tuttuğu… Hepsini istemeden gözlemler, öğrenirsiniz. Hele de apartmanda yaşıyorsanız ve yan dairenizde oturuyorsa: Tuvalete kaç kez gittiğini, hangi TV programını takip ettiğini, o gün ne pişirdiğini yine istemeden bilirsiniz. Bir nevi “kulak şahitliği” meselesi yani!

Komşu kızı Balzamin

Bu “kulak ve göz şahitliğinden” yakınanlara sadece günlük hayatta rastlamayız. Edebiyatın sokak aralarında da şairlerin, yazarların komşuluk ve komşular üzerine iç dökümlerine rastlamamak mümkün mü?

Rıfat Ilgaz’a aittir; “meraklı” komşulara cevabını topyekün yazmıştır “Komşuluk” şiirinde. Cemal Süreya’nın “Balzamin” şiirinde, “saçlarınla beraber penceredeyken” diye dizelere yazdığı güzel kız, edebiyatta da nice yazarlara, şairlere ilham vermiştir… En meşhuru Fahriye Abla’dır ve kendisinin ilham periliği üzerine yoktur. Şair Ahmet Muhip Dıranas’ın kaleminden şöyle dökülür mısralara: “Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın / Anılarda kalan şey değişmez zamanla / Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla”

Ama Yahya Kemal, Fahriye Abla’yı hiç bilmemiş olsa da, Kocamustafapaşa semtinin komşuluğunun şiirini kendi dünyasından anlatır. Nazım Hikmet’se “Postacı”da şöyle der; “O karda kıyamette bendim bulan o evi / komşu kıza bendim telgrafı getiren”...

Bir zamanlar…

Yazar Gündağ Kayalıoğlu “Eski İstanbul’da Gündelik Hayat” adlı kitabında, bir zamanların komşularını şöyle yazıyor: “O zamanlar İstanbul’da iki türlü komşuluk vardı. Biri bir mahalleyi, bir semti dolduran her tabakadan, fakir, zengin, orta halli, esnaf, zabit, bütün sakinler birbirlerinin komşusu idiler. Kadınlar kadınları, erkekler erkekleri, hepsi birbirlerini tanır, tanışır, görüşür, selamlaşır, evlerine gider gelirlerdi. İkinci tür komşuluk ise aralarında her bakımdan akranlık ve yakınlık olan kafa dengi dediğimiz, sevişen, anlaşan, mahalle komşularıydı ki, bu tarz komşuluklardan bir mahalle içinde ancak iki, üç bazen de dört komşu olabilirlerdi. Kişiler bu tarz komşuluklarda sıkı fıkı, can ciğer olurlardı.”

Komşu komşunun kefili olur mu?

1800’lerin ya da 1900’lerin İstanbul’unda komşuluk nasıldı dersiniz? Tarihsel açıdan en çarpıcı bilgi bir Osmanlı uygulamasıyla ilgili… Adı; “kefalet sistemi”. Mahalledeki bütün komşular, toplumu ilgilendiren asayiş konularında birbirlerine “kefil” sayılması anlamına geliyor. Komşular, bulundukları muhitte meydana gelen ve herkesin emniyetini ilgilendiren bazı kamu olaylarından hep birlikte sorumlu olarak görülürmüş. Diyelim ki bir mahallede hırsızlık oldu. Eğer suçlu bilinmiyorsa veya bulunamıyorsa ceza bütün komşulara paylaştırılırmış. Bununla ilgili kanunname maddesinde şunlar yazıyor: “Eğer mahalle veya köy içinde adam ölse veya kervan basılıp hasaret olsa veya köy arasında uğruluk (hırsızlık) ve haramilik olsa elbette hırsızı bulduralar. Ve müttehem (zanlı) kimseler var ise teftiş edeler ve dahi tazmin ettireler. Eğer müttehem yok ise ehl-i mahalleye ve köy halkına tazmin ettireler.”

Yavuz Sultan Selim devrinde bu kanunlar daha da ağırlaştırılmış. Faili meçhul bir cinayetin kan parası (diyet) veya hırsızlıkta çalınan malların bedeli diğer yakın komşulara ödettirilir olmuş. Eğer zanlı ele geçirildiyse, komşularının hakkında edecekleri söze kanunların hürmeti çokmuş. Komşuları “Biz yapmadığına kefiliz” dediği anda, bu, suçsuzluğun ispatlanması için yeterliymiş…

Eski İstanbul’un komşuluk ilişkilerine yansıyan sosyal yaşam kurallarına gelirsek… Bugün bizlerin “ah nerede!” diye iç çekmesine neden olacak en anlamlı kuralda ne mi deniyor? “Bir kimse komşusunun evinin önünü kapatacak şekilde ev yapması veya komşunun -duvarları hayli yüksek olan- avlusunun içini görecek yükseklikte bina inşa etmesi kanunen yasaktır.”

Mevlana’dan bir hikâye

Sözün yeri geldi diye Mevlana’nın Mesnevi’sinde yer alan, sağır bir adamın hasta komşusunu ziyarete gitmesiyle ilgili hikâyesini aktaralım:

Bir sağıra ’Komşun hastadır’ dediler.

Sağır kendi kendine dedi ki:

“Bu ağır kulaklı sağır, onun sözlerini nasıl duyabilir? O dudaklarını hareket ettirdikçe, ben de sözlerini tahmin ve zanla ölçer, anlarım. Ben ona ‘Nasılsın?’ deyince o; ‘Allah’a hamdolsun iyiyim’ der.Şükreder, sonra ne yiyip içtiğini sorunca; mercimek çorbası ve şerbet içtiği gibi bir şeyler söyler.‘Afiyet olsun’ der ve hekimin kim olduğunu sorarım. Elbette o terbiyeli komşu bana ‘Falan kimsedir’ der.Ben de ‘Onun ayağı mübarektir. Gittiği yerde hastalık yok olur. Biz onu denedik, çok iyidir. Nereye vardıysa, maksat hasıl oldu’ derim!” O tecrübe sahibi, bu cevapları gönlünde tutarak hastaya gitti. Halini sordu. Hastanın “Ölü gibiyim!” demesine sağır şükredince, hasta üzüldü. Sağırın söylediği sözlerden hastanın gönlünde diğer bir sıkıntı hasıl oldu. Ne yediğini sorunca; “Yılan zehri!” dedi. Sağır da; “Ziyade afiyetler olsun” dedi. Sonra ”Hekimlerden acaba tedavi için gelen kimdir?” deyince hasta; “Azraildir! Ey adam var git!” dedi. Sağır da; “Onun işi gayet mübarektir” dedi. Hastanın yanından sevinçle çıktı. Bir müddet, “hal hatır sordum” diye şükretti. Hasta ise; “Bu bizim can düşmanımızmış, kötü niyetli bir komşuymuş, bilmiyordum” diyordu. Hastaya hal hatır sormak teselli içindir. Bu ziyaret ise sıhhatin düşmanı oldu.Sağırın caiz gördüğü kıyas yüzünden, on yıllık sohbeti de batıl oldu. (Mesnevi, I/3466-3499)

Komşulukta herkes haklı mıdır?

Meşhur fıkralardan biridir. Nasreddin Hoca’nın kadılık yaptığı günlerde adamın biri yanına gelir. Adam komşusundan şikâyetçidir. Derdini anlatır. Hoca, adamı güzelce dinledikten sonra; “Haklısın!” diyerek gönderir. Biraz sonra adamın şikayetçi olduğu komşusu çıkagelir. O da az önce gelen komşusundan şikâyetçidir. Derdini anlatır, hakkının verilmesini ister. Hoca onu da güzelce dinler. Sonra “Haklısın!” diyerek onu da yollar.

O sırada Hoca’nın yanında konuşulanlara kulak misafiri olan karısı, bu işe şaşarak “İlahi Hoca Efendi! Sen ne biçim kadısın? Birbirinden şikâyetçi olan iki adamın ikisi birden hiç
haklı olur mu?”diye sorar. Karısının bu sözleri üzerine Nasreddin Hoca, bir süre düşündükten sonra, “Hatun, sen de haklısın” der.

İşin şakası bir yana, komşuluk da özünde bir iletişim biçimi değil mi? Herkes kendince haklı olduğunda, küçük çapta bir iletişim kazasını haber veriyor. Özellikle de bugün kentleşmenin etkisi ile değerlerini yitirmeye başlayan komşuluk kültürünün son manzaralarına bakıldığında… Birbirini tanımadan, selamlaşmadan yürüyüp geçen komşuların sayısı artarken, kimsenin kimseye “gerekmedikçe” merhaba deme ihtiyacı duymadığı zamanlar yaşıyoruz. Yine de değerlerine bağlı eski İstanbullular, komşuluk kültürünü Haliç’te, Balat’ta, Erenköy’de, Şişli’de, Sultanahmet’te, Salacak’ta, Beykoz’da yaşatmakta kararlı. Çünkü biliyorlar; komşuluk sadece evlerde yaşanmaz. Samatya’daki kasap Mazhar’la bakkal Yorgo da, Balat’taki Ermeni Agop’la marangoz Sadi Usta da, Şişli’deki evi caddeye bakan Letafet Hanım’la, her gün selamlaştığı simitçi Osman da komşu… Kültürler komşu sonra… Yemekler komşu; şarkılar, türküler, kelimeler komşu. Ülkeler komşu; bölgesel işbirliklerine giderek “iyi komşuluk alanları” meydana getirirken…

*George Herbert

 
Toplam blog
: 3
: 2288
Kayıt tarihi
: 27.06.06
 
 

İstanbul - edebiyat - şiir - futbol - kültür - sanat - politika - aşk - gezi - keyif - kangal - köpe..