Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mart '11

 
Kategori
Öykü
 

Konak ( 2 )

Konak ( 2 )
 

Sinop Kalesi! Ona hangi sırları anlattın?..


Beş kişilik ailenin oturduğu o yıllarda da, Konağın büyük kapısını aralayıp da en üst kata çıktığınızda, binanın birinci ve ikinci katlarına nasıl geçilebileceğine dair şaşkınlığa düşerdiniz. Birinci kat, konağın denize yüzü dönükken sol tarafında kalan bahçe kapısından girdiğinizde hemen dikkatinizi çekiverecek, toprak zemine ayağı değen küçük bir kapının ardındaydı. Anlayacağınız, bu kat aslında bodrum katıydı. Yine konağın önünü tamamen kaplayan bahçeye girişinizde bodrum kapısının biraz sağında, ikinci kat için –kullanılan malzemenin tazeliğinden- çok yakın zamanlarda ilave edildiği belli olan; beyaz demir parmaklıklı, oldukça dar basamaklı merdivenle karşılaşırdınız. Konak üç ayrı aileye ayrılabilsin düşüncesiyle, konağın arka tarafındaki cümle kapısından konağa girerken -sola kıvrılan iç merdivenlere yönelmeden- tam karşınızda olması kuvvetle muhtemel kapılar iptal edilmiş ve yerine katları ayırmak için kalın duvarlar örülmüştü. Eğer, üçüncü kata misafirseniz, içeri adım attığınız o ilk anda sonradan örülen bu duvarı ve duvarda kapılardan kalan izleri görüverirdiniz. Büyük bir ihtimalle, konağın bodrum katına ve ikinci katına mutfak, banyo gibi bölümler de sonradan ilave edilmişti. 

Ayrılan her bir katta oturan ailelerin üçünün de aile reisi devlet memuru idi. Bu konak ilk inşa edildiğinde nasıl Valilere tahsis edilmişse, yetmişli yıllarda da aynı alışkanlıkla memuriyetine devam ediyordu. Ama gelin görün ki, konağın yeni kat düzenine göre oturuş sırası da memuriyet düzenindeydi sanki. Bir dairede odacı olan Ahmet Efendi ilk katta, Nüfus Memuru Cemil Bey ikinci katta, dönemin Defterdarı üçüncü katta aileleri ile birlikte oturuyorlardı. Elbette, birinci ve ikinci katlar üçüncü kat kadar geniş değildi. Ve tabii ki alttaki iki katın üçüncü kat gibi Karadeniz’i, Sinop Limanını, Sinop Kalesini ve çevresindeki yeşilliği gören denize nazır görkemli balkonları da yoktu. Birinci ve ikinci katın kapıları güllerle dolu bahçeyi, denizin ve deniz kenarındaki parkın bir kısmını görmesine karşılık; üçüncü katın o geniş cümle kapısı konağın arkasında kalan dar bir sokağa bakıyordu… İnsan bazen, “bu konağın arkası, önü, sağı, solu neresi?” diye karıştırıyordu, doğrusu. 

Üçüncü kattakiler dar sokağı, dar sokağın tam karşısında burun buruna geldikleri ahşap ve harap evleri gördükleri kadar; o denize nazır balkonlarında, denizin ufuk çizgisini de görüyorlardı. Yalnız, bütün konağa ait olsa bile güllerle ve meyve ağaçlarıyla dolu bahçeye girebilmek için komşularından izin almalıydılar, en yüksekte oturanlar. Ne de olsa, ağaçları ve gülleri büyütenler ve koruyanlar komşularıydı. 

Defterdar Ekrem Bey’in eşi insanlara olduğu kadar, hayata ve bütün canlılara aşık, sevgi dolu bir kadındı. Bahçedeki gülleri koklayabilmek, meyve ağaçlarından renk renk meyveleri toplayabilmek için olsa gerek; konağın tek balkonuna komşularını sık sık çay içmeye davet ederdi. Daha yeni aldıkları çıtır çıtır simitlerin yanında sıcacık çaylarını yudumlarlarken limana yanaşan gemileri seyrederlerdi, o birbirine kenetlenmiş komşular.

Her üç aile de Sinoplu değildi. Her üçü de memurluk geleneği içinde ya köyden köye, ya köyden şehire, ya da şehirden şehire defalarca yer değiştirmişlerdi. Hayata bakışları farklı olsa da ailelerin, hayat yolları üç aşağı beş yukarı aynıydı. İşte bu sebeple; aynı mekanda bir arada yaşayanlar o eski konağın ses geçiren tahta duvarlarından “kendilerinin şu an’a kadar yaşamadığı” ama “her ân yaşayabilecekleri” hikayelerin seslerini duyduklarında, hiç şaşırmazlar; duyduklarını yalnızca söyleyenin ya da duyanın sırrı kabul etmezler; konağın ortak sırrı olarak görürlerdi.Konak öğretmişti onlara; “duyulanlar ve yaşananlar içimizde kalmalıydı…” O konak, -nereden bileceğiz ki-; kaderin bir çatıda topladığı bu üç ayrı hayat hikayesinden başka, daha nice hikayeleri dinlemişti de dinlediklerini hiç kimselere anlatmamıştı… 

Önü masmavi ufuk çizgisine dönük, arkasını ahşap evlere ve dar sokağa dayayan; gücünü kokladığı güllerden ve topladığı renkli meyvelerden alan konağın himayesindeki bu üç aile; böylesi asil bir konağın çatısında bulunmaktan huzur bulmuş gibiydiler. Kim bilir?.. 

Ya da, bu koca konak hemen yanı başında bulunan herkesin erebileceği güzelliklerle kifayet etmiyordu da; sessiz ve düşünceli duruşuyla, Karadeniz’in ve ayaklarını Karadeniz’in serin sularına bırakmış Sinop Kalesi’nin ona anlattıklarına kulak kabartmıştı, yıllardır. Kim bilebilir? Kim duyabilir?.. Kim anlayabilirdi ki; devasa dalgaların kükreyişini ve kalenin ardındaki çığlıkları; bu hayatı bilen, hayata direnen konaktan başka?..

O kadar büyük bir nimetti ki bu konakta oturabilmek, konağı paylaşan aileler için…”Eski Vali Konağı”nda oturmak bir ayrıcalıktı. Bunu Konakta oturanlar da konağa özlem duyanlar da iyi biliyordu…“Nerede oturuyorsunuz?” sorusunu hasretle soranlara; “Konak”ta diyebilmek büyük bir ayrıcalıktı, olgunluk içinde bu cevabı verebilenlere… Hayata karşı gururlu ve güçlüydüler, bu cevaba sahip olanlar. Nasıl olmasınlardı ki; oturdukları ev “Eski Vali Konağı” idi…Ve bu konak hayatı biliyor, hayatı duyuyor, hayatı anlıyordu…Konak, yaşıyordu… 

Konak, Sinop Kalesini yalayan dalgaların sesini duyuyordu; gece ve gündüz... 

Yegah Elif Mirzade 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..