Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '10

 
Kategori
Heykel / Seramik
 

Konumuz heykel, maket ve camiler

Konumuz heykel, maket ve camiler
 

Kadıköy Belediyesi’nin katkılarıyla Caddebostan Kültür Merkezi’nin önüne bir Nazım Hikmet heykeli dikildi. Kusura bakmasınlar ben beğenmedim. Oransız görünüyor gözüme. Normal insan büyüklüğünde kaldırımla bina arasındaki daracık yere yerleştirilmiş. Dokunabiliyoruz. Altındaki küçük kaide olmasa, yan yana gelip resim çekilmek mümkün. Eller büyük, kafa büyük, çöp gibi bacaklar, olmamış yani. Ama sineye çekiyoruz. Hiç yoktan iyidir diyoruz.

Haber Türk, Murat Bardakçı’nın ‘Tarihin Arka Odası’ programında konu heykelden açılmıştı. Pelin Batu Tekirdağ’da Namık Kemal’in bir heykelini görmüş, beğenmemiş. Eller, kafa büyüktü diyor. Sonra bir izleyici bir e-posta gönderdi. Heykeller insandan uzakta, yüksekte olduğu için aşağıdan bakınca düzgün görünsün diye böyle yapılırmış. Hatta ünlü Davut heykeli de böyleymiş. Bu yine bir perspektif işi. Pelin Batu’nun da dediği gibi, gerek onun gördüğü Namık Kemal, gerek benim gördüğüm Nazım Hikmet heykelleri yere çok yakındı. Öyle şeyler yapmaya gerek yoktu yani. Ama beceremedilerse o başka konu.

CNN Türk, 5N 1K’da konu heykeldi. Cüneyt Özdemir de konuyu ‘Heykel Paranoyası’ diye sunuyordu. Türkiye’de heykellere neler yapıldığı anlatılıyordu. Bir resim öğretmeni askerlik yaparken ona bir Atatürk heykeli yaptırmışlar. Çok kötü olmuş. Heykel dikilmiş ama tepkiler almış. Bunun üzerine heykeli dikenler gizlice kaldırıp gömmüşler! Başka bir yerde güzel bir tane yapılmış ama yöneticinin ruh halini yansıtmayan bu Atatürk heykelinin hemen 2 metre önüne at üstünde başka bir Atatürk heykeli dikilmiş. Benim bildiğim, Şişli, Osmanbey’de Emniyet Müdürlüğü’nün önünde 7-8 metre yüksekliğinde bir Atatürk heykeli var, ağaçlar arasında, görünmüyor. Çünkü çevrede o büyüklüğü kaldıracak br meydan yok. Bu işler hep hesap kitap ve temel tasarım işidir. Ama yöneticiler istedikleri gibi davranmakta kendilerini özgür hissediyorlar. Ben yaptım oldu. İşte o kadar. Olmaz, heykeltıraşlık ciddi bir iştir. Yöneticiler, aklınıza estiği gibi davranmayın, bu işi bilenlere bırakın. Atatürk’ü sevseniz bile yanlış kişilere iş yaptırmak ona zarar verebilr. Ankara ODTÜ’deki ve İstanbul Taksim’deki Atatürk heykelleri iyi örneklerdir. İşi bilen adamlar yapmış çünkü.

Eski padişahlardan Fatih sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve daha birçok padişah resimlerini yaptırmış ama hiçbiri heykelini yaptırmamış. Şimdi ise neredeyse sadece Atatürk heykeli yapılıyor. Ankara, Sıhhiye’deki Hitit Geyiği heykeli ne büyük sorun oldu. İskenderun’da bir İsmet İnönü heykeli vardı. Büyük sorun oldu. Ankara Belediye başkanı bir keresinde bir heykele bakıp “Türkürürüm böyle sanatın içine” diyebildi. Duyduğuma göre Ağrı’da bir barış heykeli dikilmiş, sonra yıkım kararı alınmış. Heykelle neden anlaşamıyoruz? Çünkü heykellere hâlâ kült, tabu, sakıncalı madde olarak bakıyoruz.

Heykel yapmak, yontu eylemi de resim gibi onbinlerce yıldır vardır. Heykel, tabu yani yasaklı olmayı resimden daha çok hak eder. İnsanlar tahtadan, altından, taştan heykeller yapmışlar ve ona bizi bu yarattı diyerek tapmışlardır. Bu gelenek günümüze kadar değişikliklere uğrayarak ulaşmıştır. Kızılderililerin totemleri, Buda heykelleri ve İsa’nın çarmıha gerilmiş heykelciği, genellikle kolye olarak taşınan veya bizdeki hilal gibi, kiliselerin tepesine konan haç işareti (üzerinde İsa figürü olan haçlar heykel, sayılır). Ancak o heykellere tapanlara soracak olsak “Bu sadece bir semboldür” diyeceklerdir. Çünkü artık bilirler ki gerçekte insanı tahta, kil veya taş heykeller yaratmamıştır. Artık herkes biliyor ki heykellerin böyle bir fonksiyonu yoktur. Müslümanlık ortaya çıktığında Hz. Muhammed’in Kabe’ye girip oradaki putları kırması olayını bütün Müslümanlar bilirler. Müslümanlar heykellerden ve heykellerin sembol olarak kullanılmasından tümüyle soyutlanmışlardır. Ne yazık ki günümüzde bu soyutlanma sürmektedir.

Resim yazısında söylemeyi unuttum, Hz. Muhammed’in yüzü hiçbir zaman resmedilmez, onla ilgili bir film çekilecekse yüzü gösterilmez. Bu tavır ona saygıdan çok onun putlaştırılmasına karşı bir önlemdir. Ancak resimde olduğu gibi heykelin put olma korkusu, Müslümanların içine öyle işlemiştir ki hiçbir üç boyutlu insan ve hayvan figürüne tahammül edemezler. Birkaç yıl önce Afganistan’daki Buda heykeli o nedenle Taliban tarafından yerle bir edilmiştir. O yüzden heykel sanatı Müslüman ülkelerinde hiç gelişmemiştir. Ülkemizde heykel işiyle uğraşanlara, heykel yapanlara yani heykeltıraşlara, evinde heykel bulunduranlara hiç iyi gözle bakılmaz. Bu biraz özgüvensizlik değil mi? Kendine güvenen biri, hele bu günde böyle şeylere kulak asmaz.

Anımsamak insanın hoşuna gider. Semboller, resimler bize kaybettiğimiz yakınları anımsatır. Değer verdiğimiz insanların heykelleri yapılır. Yabancı ülkelerde heykele memorial, pamyatnik gibi isimler verilmiştir. Bunlar daha çok ‘hatırlatıcı’ anlamına gelir. Bizdeki karşılığı da ‘Anıt’tır. Artık günümüzde bu sorunu çözmüş olmamız gerekir. Heykellerin put olduğu zamanlar geçmişte kaldı. Onların put olduğunu iddia etmek geçmişte yaşamak demektir.

Müslümanlıkta heykel yasaktı ancak Selçuklular döneminde Anadolu’da ve Asya’da bu yasağa tam olarak uyulmamış. Gezecek olursanız Anadolu’daki kervansaraylarda süsleme olarak aslan başı gibi hayvan figürlerinin kullanıldığını görürsünüz. Herkesin bildiği gibi çift başlı kartal Selçukluların sembolüdür ve bir çok yerde görünürler. Heykelin yasaklanıp Türklerin daha ‘dini bütün’ Müslüman olmaları Selçuklulardan sonraki dönemlere yani Osmanlılara denk düşer. Heykel yasak olduğu için – aslında sadece putun yasaklanması gerekirdi ama heykel putla eşdeğer tutuldu – sanatçılar sanatlarını taş işçiliğinde göstediler. Yine kervansaraylarda, İshak Paşa Sarayı gibi saraylarda duvarlar ince ince işlenmiştir. Özellikle mezar taşları bu yüzden çok süslüdür. Heykel yapamayan sanatçılar içlerindeki potansiyel enerjiyi bu şekilde açığa çıkardılar.

Heykel deyince aklıma ilk olarak Mısır’daki Sfenks geliyor. Sonra dini sembol olarak Buda, Yahudilerin yaptıkları altın putlar ve çarmıha gerilmiş İsa, tanrıları sembolize eden heykeller, insan biçimindeki antik Yunan tanrılarının heykelleri, Zeus, Apollon, Afrodit, Venüs, disk atan adam (klasik dönem), biraz ilerlediğimizde Rönesans heykelleri, Musa, Davut, Leonardo’nun başlayıp bitiremediği at heykeli, daha sonra her yerde görülen Hıristiyanların yaptığı heykeller. Özellikle Anadolu’da görülen taş kabartmaları da saymak gerekir. Günümüze yaklaştığımızda ilk aklıma gelen New York’taki Hürriyet Heykeli. Bütün batı ülkelerindeki at üstündeki kahraman heykelleri, Rusya’daki sanatçı heykelleri (örneğin Dostoyevski’nin), yolda yürürken bir anda insanın karşısına çıkıveren oturur biçimde heykeller. Hepsinin oranları yerli yerinde, düşünerek, özenerek yapılmış heykeller.

Rönesans döneminde mermerden melek heykeli yapan bir sanatçıya sormuşlar: “Bunu nasıl yaptın” diye, “Taşın içinde bir melek gördüm, sonra taşın fazlalıklarını çıkardım, ” demiş.

Günümüze geldiğimiz zaman resimde olduğu gibi soyutlamanın ve oranlarla oynamanın arttığını, Cumhuriyet dönemi ile bizde de bir kıpırdanma olduğunu görüyoruz. Ankara, Yenimahalle’deki Ankara keçileri tam keçi biçiminde değildir ama bir insan onların keçi olduğunu anlar. Melih Gökçek’in içine tükürdüğü heykelde, bir dikdörtgenler prizması içinde iki insan birbirine – sevgiyle – sarılmış durumdadır. Atatürk’ün ölümünden sonra çokça Atatürk heykeli yapılmıştır. İyi yapılmamış bir Atatürk heykelini parçalayıp yok etmek yerine gömmeye kalkmak, heykele, sanata tükürmek, aslında kafa yapısının hâlâ değişmediğini gösterir. Heykel bizde hâlâ ‘kült’tür, tabudur. Bir güzel örnek olarak daha, aklıma Ankara, DTCF bahçesindeki Mimar Sinan’ın ‘eh, artık ben gideyim bari’ der gibi yapılmış heykeli geliyor.

Mesleğim, mimarlık. Benim heykelle ne ilişkim var? Resim yapamadığımı söylemiştim. Bir gün elime çocukların oynadığı, benim plastik çamur dediğim madde geçti. Çok rahat şekil verilebiliyordu. Bir iki oynadıktan sonra çamur top haline geliyor. Bir arkadaşımda görmüştüm, kilden dudakları uzamış, gözleri yarı kapalı kafalar yapıyordu. Aynı şu melek heykelini yapan heykeltıraş gibi çamurda bir kafa gördüm ve fazlalıklarını sıyırdım. Bunu yaptığımda mimarlık öğrencisiydim. Artık o eğitimi alacak yaşı geçmiştim. Evet, sanat bile olsa ben eğitime inanırım. Çok müthiş bir yeteneğiniz yoksa eğitim, bir konuda ilerlemenin tek yoludur. Ortam benim için uygun olsaydı belki bir şeyler öğrenebilrdim. Örneğin okulum ODTÜ’de, mühendislik fakülteleri ile birlikte değil de Mimar Sinan Üniversitesi’nde, güzel sanatlarla birlikte olsaydı, arada heykel bölümüne kaçardım. Ama onun yerine bilgisayar programlaması öğrendim (oradakiler de bunu öğrenmediler diyerek avunuyorum).

Mimarlar, tasarladıkları eserlerin (kötü örnekleri düşünmeyin, mimari yapılar eserdir), projelerin modellerini, maketlerini yaparlar. Kullanılan malzeme genellikle beyaz kartondur ancak bu şart değildir. Ahşap, sunta, kil, çamur, alçı, taş, asetat, cam, boya, sünger, demir, şeker, mum, kişi yeteneğine göre istediği her şeyden maket yapabilir. Bir sınırlama yoktur. Yeter ki düşündüğünü başkalarına anlatabilsin.

Mimari yapılar, içinde dolaşılabilen, yaşanabilen, kullanılabilen heykellerdir. Konunun temeli tümüyle aynıdır: Kütlenin görünüşü. En eski ünlü yapı için yine Mısıra gidiyoruz. Piramitleri gözünüzün önüne getirin. Şekillerden, sembollerden kurtuluş yok. Nerede görürsek görelim, piramit biçimi bize hemen Mısır’ı ve firavunları çağrıştırır. Bunun gibi kubbe ve minare hemen Müslümanığı çağrıştırır. Biraz daha özele girersek, Süleymaniye Camii’nin silüeti nerede görülürse görülsün, onun herhangi bir cami değil, Süleymaniye olduğu bilinir. Hani heykelin uzaktan görünüşüne göre oranlarının biraz farklı yapılmasından söz etmiştik ya, Sinan da Süleymaniye için aynı şeyleri düşünmüştür. Haliç, zamanında – ve şimdi de – İstanbul’un denize açılan kapısıydı. Süleymaniye Camii Haliç’in tam girişindedir. Silüeti görünecek biçimde yüksek bir tepede bulunur. İstanbul’a gelen birinin –onun zamanına göre -Ayasofya’dan sonra gördüğü en büyük kütledir (Sultanahmet Camii daha sonra yapılmıştır). Cami öyle bir noktadadır ki Kuleli Lisesine kadar boğazın derinliklerinden görünür. Kubbe ve ikisi uzun, ikisi kısa kalem gibi minareler, birbirleriyle bir kütle bütünlüğü oluştururlar. Cami bu konumuyla, neredeyse ‘İstanbul Müslümanlarındır’ diye bağırır. Sembol olma özelliğinin yapılarda da karşımıza çıktığını iyice anlıyoruz. Yapılar bazen bir kentin bile sembolu olabilirler. İstanbul deyince aklınıza önce ne gelir?

İstanbul’da yapılan ilk büyük yapı, Ayasofya, Marmara’dan deniz yoluyla gelenleri karşılar. Günümüzde Sultanahmet Camii ile birlikte çok uzaktan görülebilirler. Gemi yaklaştıkça yavaş yavaş büyürler. Onlar artık İstanbul’a gelmiş olmanın referansıdır. Yolcu gemileri ve yolcular her seferinde bu heyecanı yaşamaktadırlar. Aynı şey okyanusu geçip, New York’ta Hürriyet Heykeli’ni gören göçmenler için de geçerlidir. Bir yerde heykel, bir yerde cami. Arada ikisini birbirinden ayıracak keskin bir çizgi yoktur. Yapı kütlesinin oluşturulması, temel tasarım ve mimari tasarım konusudur. Üç boyutlu görüş her şart altında gereklidir. Heykel yapanlar biraz mimariden anlamalı, yapı yapanlar da biraz heykeltıraşlıktan anlamalıdır. Dikkat edilirse, Rönesans sanatçıları hep böyle sanatçılardır.

Mimaride ve heykelde, resimde olduğu gibi akımlar vardır. Mimar Sinan bu akımların dışında biri değildir. Bilmeyenler – özellikle yöneticiler – sanır ki Mimar Sinan oturdu, bir gecede Müslümanlık şaheserleri yarattı. Hayır, Mimar Sinan’ın yaşadığı dönemin bir zaman öncesinde Avrupa’da Rönesans başlamıştı. Sinan da Rönesans’tan – kuşkusuz ki Ayasofya’dan da – çok etkilenmiştir. Akımlar insan hayatının değişmesi gibi değişir. Her yapı, her heykel kendi yaşadığı, yapıldığı zamanı yansıtmak durumundadır. Mimar Sinan eserlerini yaparken olanakların elverdiği ölçüde gününün en ileri teknolojisini kullanmıştır. Ankara’daki Kocatepe Camii, Sinan’ın camilerine benzetilerek yapılmıştır. Ama günümüz teknolojisi kullanılmalıydı. O cami için proje yarışması yapılmıştı ve eski Ankara Belediye Başkanı ve Mimar Vedat Dalokay’ın projesi birinci gelmişti. Ama sevgili yöneticilerimiz onu beğenmedikleri için yaptırmadılar. Vedat Dalokay’ın projesini yaptığı başka bir cami, şimdi Pakistan’da İslamabad kentinin sembolü haline gelmiştir. Şu sanata tükürme konusu da aynı sebepten – cahillikten, statükoculuktan, biraz da inatçılıktan – kaynaklanıyor.

 
Toplam blog
: 153
: 18932
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Antakya 1955 Doğumluyum. O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi 1982 Mezunuyum. O zamandan beri firmalarda m..