Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Köprüler ve köpekler

"Erken kalkan çok yol alırdı." Herhalde bundan olacak, "Yarın erken gel, Eğil’e, Eğil’den de bir köye gideceğiz" dedi, grup başkanım. Erken gelmek, hatta çalışma saati başlamadan önce gelmek, İlköğretim Müfettişliğinde önemli bir ilkedir. Çünkü erken gelmek; ilçeye kalkan ilk arabayla gitmek ve işleri bitirip, son arabayla dönebilmek, demektir. Benim gibi, değişik yataklarda uyuma zorluğu çekenler için, eve dönebilmek, son derece önemlidir. Sırf bu nedenle, uygun kalacak yerler olduğu halde, Petrol işçilerinin vardiya değişimi yapan arabalarını, gece yarılarına kadar bekleyip şehre vardığımda, benim gibi zamansız gezenlerle, başıboş dolaşan, çöp kutuları çevresinde yiyecek arayan köpeklerle karşılaştığım ve onları rahatsız etmemek için yolumu değiştirdiğim olmuştur.

İlçe İlkokuluna uğrayıp, Okul Müdürünü kılavuzluk yapması için yanımıza alıyoruz. Müdür Bey, ilçe çıkışına kadar eşlik ediyor ve gideceğimiz yeri tarif ederek ayrılıyor. İlçe, Dicle Nehri ile son buluyor. Hemen burada, nehrin kıyısında bir kaynak suyu, bir köy çeşmesi, bir asma köprü ve birkaç evden oluşan küçük bir yerleşim birimi var.

"Nehir üzerine yapılmakta olan baraj, su kaynağını, köy çeşmesini ve köyü sular altına alacak, bu suyu barajdan nasıl kurtarırız?" diyordu, geçen gelişimizde bizleri gezdiren öğretmenimiz. Çözüm yolunu da söylüyordu. Eğer suyu motorla yukarıya çekip ilçeye ulaştırabilirsek, hem kaynak baraj altında kalmaz, hem de ilçede su sıkıntısı olmaz," diyordu. Eğitim işlerini bitirmiş, suyla ilgilenmeye başlamıştık. Oysa birkaç metre uzaklıkta duran köy çeşmesi önemliydi benim için. Köy Çeşmesi hep bir yerlere götürür insanı. (Hatta Köy Çeşmeleri üzerine yazı bile yazılabilir.) Köy Çeşmeleri Karacaoğlan’a "emmi" denilen yer olması bakımından da önemlidir. Bilirsiniz bu çeşmeler, insan ve hayvanların su gereksinimini gidermenin yanında, Köy Delikanlılarının, sevdikleri kızları beklemenin ve onlarla az da olsa konuşabilmenin yeridir. "Askere gitmeden bir iki gün önce, Sevdiğim kızı beklemeye başladım. Çeşmeye gelip tam suyu doldurduğu sırada, yanına varıp bileğinden sıkıca tuttum. Şaşırmıştı. Sesi titriyordu. ‘Bırak elimi bir gören olacak’ dedi. ‘Görsünler, ben askere gidiyorum, beni gelene kadar bekleyeceksin’ dedim. Şaşkınlığı devam ediyordu. ‘Evet, deyinceye kadar bırakmam, isterse dünya alem görsün’ dedim. Başını öne eğdi. Hafif bir sesle, ‘Benim ne çektiğimi sen biliyor musun?’ dedi. Bileğini bıraktım. İşte bu çeşme sular altında kalacak hocam" diyor, memur arkadaş. Oysa, sular altında kalacak olan sadece Çeşme ve Kaynak Suyu değil; camisi, minaresi, mezarlığı ve evleri ile küçük de olsa bir köy. Bunların yanında, bir de çelik halattan yapılmış Asma Köprüsü var, bizleri karşıya taşıyacak.

Köprü, nehrin iki yakası arasına çekilmiş iki çelik halat ve halatların üzerine yerleştirilmiş kalın tahtalardan oluşuyor. Uzunluğu l00 metre kadar. Halatlar, kenarlara dökülmüş beton bloklara bağlanmış. Halatların arası bir, köprünün eni birbuçuk metre kadar. Köprünün yanlarında ne bir korkuluk, ne de benzeri bir şey var. (Ya insanın ayağı kayarsa? Karda, buzda, yağmurda hem niye kaymasın ki? Hele bir de yüzmeyi bilmiyorsa insan. Safinaz, senin için sorun yok. Sorun başkaları için. Köprünün ortalarından, tahtaların ikisine, üçüne birden basarak, ağır ağır yürüyorum. İki, üç tahtaya ağırlığım dağılsın, diye basıyorum. Ne olur, ne olmaz, insan kendini sağlama almalı, değil mi? Olur ya, belki tahtalardan biri çürüktür, kırılır. Köprünün ortalarına doğru, halatlardaki esneme artıyor, köprü daha çok sallanıyor. Yüreğim de köprü gibi güp güp atıyor. Neyse ki bu macera uzun sürmüyor.) Umarım bu köprü sular altında kalmaz da, üzerinde olta atan balıkçılar, sigaralarını ayakları ile söndürebilirler, Karadenizliler gibi.

Çelik halatlı asma köprülerle tanışmamız l970’li yılların başında, I. Boğaz Köprüsü ile başlar. Boğaz Köprüsüne karşı çıkanların, "Boğaz Köprüsüne harcanacak para ile ülkenin ‘ilköğretim’ sorunu çözülebilir", dediklerini; Köprü ulaşıma açıldıktan sonra bir köşe yazarının, "Köprüye karşı çıkmanın ne büyük hata olduğunu şimdi anladım", diye sızlandığını; bir diğerinin, "Yaklaşık dört yılda yapılan Köprü, üç yılda masrafını çıkardı", diye övünerek yazdığını hatırlıyorum.

İlk görev yerimde de vardı bir çelik halat. Daha doğrusu bir Vargel. Yani Teleferik dediklerinden. Bence, Teleferik sözcüğü, kendi dilinde bile bizim Vargel kadar anlamlı olamaz. Vargel, Ceyhan Nehrinin iki yakasında yapılmakta olan derivasyon tünelleri arasındaki ulaşımı sağlıyor. Bizim tarafımızda olan sondajlarla, derivasyon tünellerini gezdikten sonra, vargele gelirken, bu kayaların başına sondaj makinesini nasıl çıkardınız, diyorum. Parçalara ayırıp, tekrar yerinde birleştirerek, diye yanıtlanıyor, sorum. Önümüzde yer yer akan ak renkli sulara bakıyoruz. Bu sular, tünelin yıkama suları. Kaya parçacıklarının tozları, suyun rengini ağartmış. "Hocam, tüm çabalarımıza rağmen bu tünellerde elmasla, günde ancak beş santim ilerleyebildiğimiz oldu, varın siz düşünün kayaların, granitlerin, guvarsitlerin ne derece sert olduğunu", diyor, teknisiyen arkadaş. Vargelin teknesi bir ipe bağlanmış olarak duruyor. Hemen yanında beton dökülmüş, bir iki metrekarelik bir alan ve üzerinde iki üç tane uçları bükülmüş demir çubuk. Halatın bir ucu bu demirlere bağlanmış ve civata somunlarla iyice sıkıştırılmış. Çelik halata paralel bir de ip halat bulunuyor. Halatın ucu ile demir çubuklarda pas, beton üzerinde ise pas ve yağ lekeleri var. Halatın üst kısmı parlıyor. Halatın tutturulduğu yerlere dikkatlice baktığımı gören arkadaşım, "Hocam derindir, ayrıca kayalar arasına sıkışmıştır, yerinden çıkmaz", diyor, gülümseyerek. Böyle espiriler olmasa, bu sert kayalarla, Ceyhan Nehrinin azgın suları arasında nasıl geçer günler? Bir basamak inerek, vargelin indirme-bindirme yerine geliyoruz. Vargel, bir makara ile çelik halata asılmış dört köşeli, tabanı gittikçe daralan bir tekneden ibaret. Teknenin içinde, koltuk görevini yapan, karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki tahta var. Vargele önce ben biniyorum. Sırtım karşıya dönük. Karşılıklı oturuyoruz. Yanımızda bir kişilik, karşımızda bir kişilik boş yer var. (Safinaz, Senin çalıştığın köylerde böyle yerler var mıydı?) Vargel, sallanmaya başlıyor, hafiften. Arkadaşım, vargelin ipini çözüyor bağlı olduğu yerden. Hareket memurunun işaretini bekler gibiyiz. (Safinaz, "Bizim evin önünden tren yolu geçerdi, bana hareket memurunu mu anlatıyorsun?" dediğini, duyar gibiyim. Bilirsin, hani ben de az beklemedim o Sizin evin durağında. Üstelik geceleri.)

Arkadaşım önce sağ, sonra sol eliyle, ipi kendine doğru çekmeye başlıyor. Gittikçe hızlanıyoruz. Bu arada halatın esnemesi giderek artıyor. Hafiften bir rüzgâr var. Kalbimin gürültüsü, -belki de- başkaları tarafından duyuluyor. Tam nehrin ortalarında duruyoruz. Suya yüksekliğimiz l5-20 m kadar. Nehir, hızlı ve bulanık akıyor. Arkadaşım, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye soruyor. "İyi", derken, heceleyerek okuma çalışması yapar gibiyim. Azgın suların üzerinde tek bağımız çelik bir halat. Hani insan, halatın kopabileceğini, kırılabileceğini düşünmüyor değil. (Çünkü, yaşayabilmek için, yüzmeyi bilmek yetmiyor her zaman. Kabalcılar’ın oğlu burada yitirmemiş miydi yaşamını? Üstelik iyi bir yüzücü olduğu söylenirdi hep.) Karşıya varınca, karaya basmanın rahatlığını duyuyorum içimde. Yer sallanmıyor. Tekneye yine önce ben biniyorum yer değiştirerek. Vargel’i yine o kullanacak çünkü. Heyecanım geçiyor, rüzgârın hafif hafif üflemesine kaptırıyorum kendimi. Tatlı hayaller içinde bir tüy kadar hafifim. İnsan, Bursa Uludağ ya da İzmir Balçova’da değil, bu Vargel’de olmalı, diyorum arkadaşıma. Herşeyden önce burada doğallık var. Altınızda Ceyhan. Azgın akıyor. Henüz gem vurulmamış at gibi. Yamaçlarındaki kayalar tüm haşinliği ile ortada. Aralarındaki ağaçlar sertliklerini kıramamış. Suların sesi uğulduyor. (Bu sulara uzun süre alışamamıştım, ilk öğretmenlik günlerimde.) (İnsan bu Vargelin içindeyken, yanında birileri olmalı, Botanik Bahçesinde olduğu gibi, diyorum, kendi kendime.)

Çelik halatlı başka Asma Köprülerden de geçiyorum müfettişlik yaşamımda. Hatta Boğaz Köprüsünden bile. Yani İstanbul’a gittim, demek istiyorum Sevgili. Hani Sen, "İstanbul’a hiç gitmedim", dediğimde, hayret etmiştin ya, işte o İstanbul’a. Boğaz Köprüsünün herhangi bir doğallığı yok. İnsan üzerinden geçtiğini bile fark edemiyor. Oysa Anadoludakiler öyle mi? Hele Çermik’teki. Yapılışı diğerlerinden pek farklı değil. Yalnız yanlarında korkuluk görevi yapan ince halatlar var. Biraz da fazla esniyor. Kılavuzumuz Okul Müdürü, özür dileyerek, asma köprü korkusundan (fobi) dolayı bizlere eşlik edemeyeceğini söylüyor ve köprü girişinde bekliyor. Korkusunun ne derece güçlü olduğunu kanıtlamak için olsa gerek, karşı tarafta bulunan mezarlığa köprüden geçerek gitmek gerektiğinden, geçenlerde kaybettiği bir yakınının cenazesine katılamadığını ve yine burada beklediğini anlatıyor. Köprünün altından geçen derenin suyu yazın da kurumuyor. Balık da tutuluyor. Buraya kadar anormal bir durum yok. İlçe Ulusal Elektrik Şebekesine bağlanmadan önce burada, derenin suyu ile çalışan bir elektrik santralı varmış. İlçenin elektriği bu su ile üretilirmiş. İlçe Ulusal Şebekeye bağlanınca, santral terk edilerek kendi haline bırakılmış. Üstelik de tıkır tıkır çalışırken. Santral çalışmamaktan, bakımsızlıktan ve ilgisizlikten çökmüş. Yalnız duvarları ayakta duruyor yer yer. Motorları bir başka yere kaldırılmış. (Jenaratörler, kim bilir şimdi ne durumdadır? Belki hâlâ çürümemiştir depolarda.) Sanki bu santrala dokunulmadan, ilçe Ulusal Sisteme bağlanıp, santral elektrik üretmeye devam edemez miydi, diyorum. İşte anormallik burada. Böyle küçük ya da büyük derelerden elektrik elde etmek mümkünken, çalışır durumdaki santralları devreden çıkarmak, anlaşılır gibi değil. Yani elektrik üretmek için illa ki büyük barajlar mı yapmak gerek! Coğrafya ders kitapları, İtalya’da her akarsunun üzerinde bir elektrik santralı veya jenaratörünün olduğunu yazardı bizim öğrenciliğimizde. Hatta bunların bir kısmının sadece kışın çalışabildiğini, yazın ise susuzluktan kuruduğunu. Bizim kitaplarımız yakında, ülkemizde yaz-kış çalışırken, hiçbir arızası olmadığı halde devreden çıkarılan elektrik santrallarının olduğunu yazacak. Boşuna dememişler, "Az gelişmiş ülkeler, kaynaklarını akılcı kullanmayan devletlerdir", diye.

Üzerinden geçtiğim asma köprüler bunlar. Bir de gördüklerim var, Hakkari’de Zap Suyu üzerinde. Zap Suyu geçit veriyor artık. Hem de birçok yerinden. Sadece Hakkarililere değil, Irak’lı sığınmacılara da verdi. "Hakkari’den Ankara’ya ses gidiyo", artık. Üstelik sadece Hakkari’den değil, Çukurca’dan, Şemdinli’den ve daha başka yerlerden. Biliyorum aklınıza şöyle bir soru gelmiştir: "Zap Suyundan elektrik elde ediliyor mu?" diye. Ne yazık ki hayır. Üstelik de çok hızlı bir debisi var. Elektrik üretmek için santrala bile gerek yok. Bunun için, Zap Suyu’nun Hakkari’nin çöplerini taşımaktan başka bir işe yarayabileceğini düşünmek yeterli. Filmlerde görüldüğü gibi, su dolaplarını Zap Suyu’na indirin yeter. İşte size bedava denecek kadar ucuz ve bitip, tükenmez bir enerji kaynağı. Hem o zaman Zap Suyundan elde edilen enerji, Batıya, İstanbul’a gitmez. (Fırat’tan elde edilen enerji Batıya, İstanbul’a gidiyor, diyenlere duyurulur.) Haydi buyrun!

Sular, ah bu geçit vermeyen azgın sular, insanın Sevgili’ye ulaşmasını engeller; sular, ah bu azgın sular, insanın Sevgili’den uzaklaşmasını engeller. Köprüler, ah bu çelik, beton, ahşap köprüler, insanı Sevgili’ye ulaştırır; köprüler, ah bu taş köprüler, insanı Sevgili’den uzaklaştırır.

Eğil Köprüsünden geçtikten sonra, kestirme yolu kullanıp kullanmama konusunda tereddüt ediyoruz. Engeller bir yana, "Bilinen yol, en kısa yoldur", ilkesiyle, uzun yolu seçiyoruz. Nehre paralel yürüyoruz bir süre. Ben, yoldan ve gideceğimiz köylerden ziyade, kafamdakilerle meşgulüm. Arkadaşım, arada bir bana, arada bir nehre bakıyor. Sanki yolda iz sürüyor. Bu durum, önümüze ilk çıkan yokuşa kadar sürüyor. Yokuşun üzerinde bir yılan. Yolu kesecek şekilde boylu boyuna uzanmış. (Umarım yolumuzu kesmez.) Bir metre kadar. Hiç etkilenmiyor bizden. Biz de rahatsız etmiyoruz onu. Bu havada ne geziyor bu yılan? Yakmayan güneşte mi güneşleniyor, yoksa bizi mi bekliyor? İşte bu sıralarda dinlenirken Başkanım, "Sırtını rüzgâra verme, üşütürsün, yüzünü dön", diyor. Bu söz üzerine fazla dinlenemiyoruz. Çünkü terimiz soğuyor. Bir süre daha yürüyoruz vadide. Sağ tarafımızda dağ sıraları, sol tarafımızda Dicle var. Dicle’nin suları dışında, bir de ayak seslerimiz var ortalıkta. Bir saat kadar yürüyoruz. Toprak damlı, iki-üç ev görünüyor karşıda. Aradığımız yer burası değil ama, yine de bir sevinç kaplıyor içimi. Biraz daha yaklaşıyoruz. Şalvarlı, şapkalı bir adam öküzlerle çift sürüyor. Sait Faik’in Kara Mustafa’sı geliyor gözlerimin önüne bir an. Bu adam da taşlar arasında, toprağı işleme mücadelesi veriyor. Bu arada yer yer hayvanlara bağırıyor. Arkadaşım çiftçiye yaklaşarak, eliyle ve sesiyle selam veriyor. Çiftçi selamı alıyor belki ama, hiç oralı olmuyor. Çiftini sürmeye devam ediyor. Gideceğimiz köyü soruyoruz. "Bilmiyorum", diyor. Yılan tepkisiz, çiftçi tepkisiz. Keçi yolundan devam ediyoruz yürümeye. Bir süre sonra, koyunlarıyla birlikte bir çoban görünüyor. Gideceğimiz köyü soruyoruz. Biraz düşündükten sonra, "Bilmiyorum." diyor. Tekrar devam ediyoruz yürümeye. Yürürken, vadide, sözle anlatılamayacak derecede güzel, doğal güzellikler, manzaralar gördük. (Ne olurdu sanki, birazcık fotoğrafçılık bilgim, yanımda da bir fotoğraf makinem olsaydı.) Yarım saat kadar sonra bir köy görünüyor uzaklarda. Üstelik okulu da var. Bir sevinç kaplıyor içimi yine. Görünen köy uzak olamaz da. Yalnızlık, sessizlik Dicle Vadisinde kalacak çünkü. Adımlarımız hem hızlanıyor, hem de açılıyor. Köye varmak üzereyiz. Susuz bir derenin kenarına kurulmuş köy. Evler, dereye paralel bir şekilde sıralanmış. Toprak damlı, dışları sıvasız , bazıları ise balkonlu. Aralarında az bir boşluk var. Damdan dama atlayarak geçmek mümkün. Tam ikibuçuk saat yürüyerek köye ulaşıyoruz. Dere yatağından çıktıktan hemen sonra, birden köpek sesleri duyuluyor. Korkuyor ve şaşırıyoruz. Köpek seslerini duyana kadar, hiçbir köpek görmüyoruz. Köpek sesleriyle birlikte, köpek sürüsüyle sarılıyor çevremiz. Arkadaşım önde. Aramızda bir-iki metre kadar açıklık var. Yerlere bakıyorum hemen. Yakınımda taş yok, alıp köpeklere atabileceğim. Elimizde sadece küçük bir çanta var. Bu çantalarla korunamayız ki. Her ne kadar el, kol, ayak hareketleri yaparak ve bağırıp çağırarak köpekleri kovalamaya çalışıyorsak da, başarılı olamıyoruz. Bu arada arkadaşım bir fırsatını bularak, birkaç metre kadar ileri fırlıyor ve çalı yığınından bir odun geçiriyor eline. Artık üzerine gelen köpeklere karşı kendini koruyabiliyor, fakat ben daha da zorda kalıyorum. Ondan kaçan köpekler de bana geliyor. Arkadaşım her ne kadar kendini güvenceye alıyorsa da, yol arkadaşını bırakıp gidemez ki. Tekrar yanıma geliyor. Köpekler saldırılarını daha da arttırıyor. Durmadan da havlıyorlar. Adım dahi atamaz oluyoruz. Etrafımızdaki çember bu denli daralıyor. Kafamı kaldırıp çevreme baktığımda, bütün köylüleri, rengarenk giysiler içinde kadın ve çocukları, karşı damların üzerinde tek sıra halinde dizilmiş olarak bizi seyrederken görüyorum. Seviniyorum bir an. "Bizi kurtarın, köpekleri kovalayın!" diye bağırıyorum. Hiçbir tepki, hiçbir karşılık gelmiyor. Bir-iki kez daha yineliyorum. Duymamış olamazlar. Kızıyorum. "Görmüyor musunuz, köpekleriniz bizi ısıracak!" diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Arkadaşım da, "Köpeklerinizi kovalayın!" diye bir kez bağırıyor. Yüksek sesle birkaç kez daha bağırıyorum. Arkadaşım, köylülerden, bizi seyredenlerden bir daha yardım istemiyor. Elindeki odunla köpekleri uzaklaştırmaya çalışıyorsa da, bir adım dahi uzaklaştıramıyor. Yerimizden hiç kıpırdayamıyoruz. Birini kovalarken, diğerleri saldırıyor. Köpeklere kızmaktan vazgeçiyoruz. Çünkü onlar köpekliklerini yapıyorlar. Ya damdakiler ?... Sanki biz köpeklerle dans ediyoruz; onlar da seyrediyor. Bu manzara yaklaşık onbeş dakika sürüyor. Köylüler, çırpınışlarımız karşısında en ufak bir tepki dahi göstermiyorlar. Bizi yaralayan da bu, yoksa köpekler değil. Bugün yılan tepkisiz, çiftçi tepkisiz, köylüler tepkisiz. Köylülerden yardım gelmeyeceğini anlıyorum artık. Zaten arkadaşım yardım istemiyor ki. Bu arada, evin birinin penceresinden bir kişinin atladığını görüyorum. Koşarak geliyor ve köpekleri kovalıyor. Köpekler, hiç karşılık vermeden, güçlük çıkarmadan dağılıyorlar. Arkadaşım, damdakilerin duyabileceği bir sesle, sert ve hızlı bir şekilde, "Neden gelip bizi kurtarıyorsun!" diyor. İşte biz, bizi köpeklerden kurtarana böyle teşekkür ediyoruz. Ben yine şaşırıyorum. Nedeni şu: Arkadaşım hem damdakilerden yardım istemiyor, hem de bizi kurtarana kızıyor. Adam, gayet yumuşak bir sesle, "Ben Devlet Demir Yollarından emekliyim", diyor. Bir süre hiç konuşmuyoruz, sadece yürüyoruz. Müfettiş olduğumuzu, okulu görmek istediğimizi, söylüyoruz. Biz okula doğru yürürken O, anahtarı getiriyor. Derslikle lojmanı geziyoruz. Lojman küçük bir yangın geçirmiş. Az bir hasar var. Binalar dökülmeye başlamış. Okulun önünde bir de sarnıç var. (Kışın yağmur yağacak, sular sarnıçta toplanacak, öğretmen de içecek.) Okul, öğretmen yokluğundan öğretime kapalı. Önceki yıllarda burada görev yapan öğretmenlerden biri, okul bahçesinin çevresine köşeli demir dikip betonlamış. Bu işi de özenle yapmış. Çok gayretli bir öğretmenmiş. Şimdilerde bırakın gayretli öğretmenleri, gayretsizleri bile yok birçok okulda.

Demiryolcu köylü, okuldan sonra evine götürüyor bizi. Köyde elektrik hatları çekiliyor. Evde bir radyo asılı. Girişte, çantalı ve aküye bağlı. Pencereye yakın oturuyoruz. Altımızda minderler var. Yere hemen sofra seriliyor. Hazır, kolayca hazırlanan yiyecekler ve çay konuyor siniye. Bir de ekmekler. Ekmekler, küçük birer tabak büyüklüğünde. Biraz kalın. Sarı renkli ve üzerinde hava kabarcıklarının yaptığı şişkinlikler var. Ağızda kendi kendine dağılıyor. Yumuşak ve tatlı. (Bunlar bizim köydeyken, yediğimiz ekmeklere benziyor. Henüz köydeyken, çok ortaklı da olsa, bir değirmenimiz vardı. Un öğütme bedeli olarak, parası olmayanlardan bir miktar - arpa, buğday, mısır, nohut gibi- tahıl alırdık. Bunları, Vargel Teknesine benzer tahtadan yapılmış, tabana doğru gittikçe daralan bir sandıkta toplardık. Daha sonra un yapar, eve götürürdük. Dolayısıyla, bizim ekmeğimizde tüm tahıllar bulunurdu. Tadı, diğer ekmeklerden farklı olup, ağızda hemen dağılıverirdi.) Ekmeğin tatlı olması, içinde nohut bulunmasındandı. Bu ekmeği her zerresine kadar tatmak, her zerresine kadar çiğnemek istiyorum. Yer yer yirmi, yirmibeş yıl öncesindeki değirmenimize gidip, anılarımın arasında kayboluyorum. Arkadaşım, düzenleyeceğimiz tutanak ve hazırlayacağımız raporla meşgul. Çantayı açıp, karbonlarla, dosya kâğıtlarını çıkarıyor ve karbonları yerleştiriyor. Tutanağı ben yazıyorum, O söylüyor. Başka bir deyimle, kâtiplik yapıyorum. Tutanağı düzenledikten sonra vedalaşarak ayrılıyoruz. Demiryolcu köylü, köyün çıkışına kadar geçiriyor bizi. (Olur ya, belki yine kuşatırlar, Köpekler çevremizi.) Arkadaşım, bundan birkaç yıl önce köyde, iki aile arasında silâhlı bir kavga olduğunu ve birkaç kişinin öldüğünü, Demiryolcu Köylünün ailesini kavgadan uzak tutmayı başardığını, köydeki yıkılmaya yüz tutmuş evlerin, kavga nedeniyle başka yerlere göçenlere ait olduğunu söylüyor. Yolculuğumuz sırasında, Köpeklerle ilgili olarak hiç konuşmuyoruz.

Bir sonraki köye ulaşabilmek için, bir saat kadar yürüyoruz. Saat öğleden sonra iki-üç arası olmalı. Okul çocukları evlere dağılıyor. Okula doğru ilerliyoruz. Öğretmen, birkaç öğrenciyle birlikte odunları yerleştiriyor. Selam verip, "Kolay gelsin, öğretmenim", diyoruz. Öğretmen sevincini gizleyemiyor. Nasıl gizlesin ki? Böyle yerlerde çalışmayanlar bilemezler, bir meslektaşa kavuşmanın ne demek olduğunu. Arkadaşım Öğretmenle konuşurken, göz ucumla lojmana bakıyorum. Lojman yeni ve bizi konuk alabilecek olanaklar var. Gidemezsek, burada kalırız, diye düşünürken, köyde küçük bir gezinti yapalım, diyoruz. Yol yeni onarılmış, Köy Hizmetleri dozerlerince. Ak taşlar yolların kenarında. Tam bu sırada bir taksi geliyor. Dönüşte bizi almasını söylüyoruz. Bu durum, öğretmenin hiç hoşuna gitmiyor. "Niçin gidiyorsunuz hocam, bu gece burada kalırdık" diyor. Karşılaştığımız olaydan sonra, özellikle gitmek istiyoruz. Gitmek istiyoruz da, nereye gideceğimiz belli değil. Sadece buradan gidelim de, neresi olursa, diyoruz. Akşama yakın Dicle’ye varıyoruz. Kalacak yer sorunu var. Bizi getiren şoföre ve garaja haber bırakıp, lokantada beklediğimizi söylüyoruz. Yemek yerken, lokantacı da sağa sola haber gönderiyor. Uzun bir süre bekliyoruz., Ergani’ye araba çıkacak da, bizleri alacak, diye. Ergani’de yolumuz bitse iyi. Geç saatlerde bir araba geliyor. Belirsizlik bu kez Ergani’de başlıyor. İstanbul-Ankara yolundan gelecek arabalar bizleri alacak da, Diyarbakır’a varacağız, diye. Saat 23.00’e doğru gelen otobüs alıyor bizi. İçeri sıcak. Yorgun bedenim ısınınca, hemen yumuluyor gözlerim. Yol kenarında beklerken, ne kadar üşüdüğümüzün farkına bile varmamışız. Otobüs yeni, sıcak, kaloriferler yanıyor, koltuklar rahat. Biz hem yorgun, hem üşümüş. Uyumamak olası mı? Gel de uyuma. Kaptan şehir merkezine götürüyor arabayı. Ne de çabuk bitiyor şu yol. Biraz daha sürse de, biraz daha uyusak olmaz mı sanki? Dağkapıda iniyoruz ve yarın buluşacağımız saati kararlaştırıp ayrılıyoruz. Yaklaşık onsekiz saat sonra tekrar şehirdeyiz. Dışarı soğuk ve dolmuş yok. Kültür Sitesine doğru yürüyorum. Yolun üzerinde insan yok fakat, yine onlar var.

Bu Köpeklerden neler çekmiyorum ki? Gittiğim hemen her köyde beni, havlayarak ve koşarak karşılıyorlar. Beritan Aşireti’nin yerleştirildiği köylerden birindeyim. Tandırda ekmek yapan genç bir kızın, hamuru bırakarak eline çalı alıp hızla bana doğru koşmasına bir anlam veremiyorum önceleri. (Yoksa beni mi dövecek?) "Oşt" diye bağırdığında, köpeğin sağ ayağıma yetişmesine bir adım kalmamıştı. Bu köpek havlamıyor ve kurbanına arkadan saldırıyor. Genç kız köpeği benden uzaklaştırıyor ve tandıra dönüyor. Göz ucuyla köpeğin arkamdan gelip gelmediğini kontrol ediyorum ve okula doğru yürümeye başlıyorum.

Yine bir gün Çınar yolu üzerinde, dönüş için araba beklerken, kocaman bir köpeğin bana doğru havlayarak koştuğunu görüyorum. İki üç yüz metre kadar ileride bir ev var. Köpek bu evin olmalı. Gözlerim hemen taş arıyorsa da bulamıyor. Aramızdaki açıklık otuz-kırk metre kadar. Ne yapabilirim, diye düşünebilecek fazla zamanım yok. Tam bu sırada yoldan, koyu renkli bir taksi geliyor. Bu araba beni kurtarabilir. Ben yolun sağındayım, köpek solunda. Eğer koşarak, köpeğin bana ulaşmasını birkaç saniye geciktirebilirsem, yaklaşmakta olan araba yetişir ve köpeğe çarpar, ben de kurtulurum, diye düşünüyorum. Ve hızlıca şehre doğru koşmaya başlıyorum. Çanta sağ elimde koşarken, bir taraftan soluma, yaklaşmakta olan köpeğe ve arabaya bakıyorum. Bir taraftan da sol elimle işaret veriyorum. Bu koşmaca beş on saniye kadar sürüyor. Sanki ipi göğüslemek üzereyiz. Köpekle aynı hizaya geliyoruz. Köpek yönünü bana dönüp, tam karşıya geçeceği sırada, taksi aramıza giriyor. Köpek, tıpkı filmlerdeki gibi, çok ani ve atik bir hareketle geriye dönüyor. Havvv, diyor ve geldiği yöne doğru yavaşça koşmaya başlıyor. Düşüncem kısmen gerçekleşiyor. Her ne kadar köpek arabaya çarpılmıyorsa da, ben ısırılmaktan kurtuluyorum ya. Amacım da buydu zaten, yoksa köpeğin çarpılması değil. Köpek, beni ısırma yerine, kendi canını tercih ediyor. Artık peşimi de bırakıyor. Üstelik havlamıyor da. Sadece geldiği yöne doğru devam ediyor. İşaret vermeme rağmen araba beni almıyor. Varsın almasın, köpekten kurtarıyor ya.

Bir gün de, hem de aynı bölgede, Körfez Savaşı sırasında, Patriot Füzesinin patlatıldığı yerde, iki köpeğin saldırısına uğruyorum. Belki inanamayacaksınız ama, bu kez dört, belki de üç yaşlarında bir çocuk kurtarıyor beni. (Bu arada köpeklere çok fazla haksızlık etmeyelim. Hepsi havlayıp üzerime koşmadılar. Örneğin Deve Geçidi Barajı civarında gördüğümüz köpekler, abartmasız, bir buzağı kadar olmalarına rağmen, ne havladılar, ne de bizi karşıladılar.)

İlköğretim Müfettişliğinde "köpekler" önemli bir kavramdır. Müfettiş adaylarına, Çevre Sorunları Dersi -sanki müfettişler çıkarıyorlarmış gibi- okutulacağına, "Köpeklerden Korunma" diye bir ders okutulursa, daha iyi olur, diyorum, kendi kendime.

Eğil’de Köpekler tarafından kuşatılışımızı hiç kimseye söylemiyoruz uzunca bir süre. Dairede toplu halde olduğumuz bir gün, o bölgeye bakan arkadaşlar, üstelik de anayol üzerinde bulunan bir köyde, "Köpeklerin saldırısına uğradıklarını, köpekler karşısında çırpınışlarını köylülerin topluca seyrettiğini, bu manzaranın onbeş dakika kadar sürdüğünü ve köpek havlamalarının uzun sürmesi üzerine öğretmenin durumdan şüphelenerek, dersten gelip köpekleri kovaladığını", anlatıyorlar. Sonra ne yaptınız, diye soruyorum. Öğretmene kızdık, diyorlar. Arkadaşlar da bizim gibi, kendilerini kurtarana kızıyorlar. Seyredenlere kızacak değiller ya(!) Biraz sonra biz de başımızdan geçenleri anlatıyoruz. Ne de olsa, elle gelen düğün bayram. Bu arada Başkanıma, "Neden Sen köylülerden yardım istemiyordun?" diye soruyorum. "İsteyemezdim, çünkü tam dereye indiğimiz sırada, köpekleri üzerimize onlar saldı", diyor. "Hani sağ başta, iri yarı, bıyıklı olan vardı ya, işte O", diyor.

Şimdi daha ağır geliyor Köpeklerin saldırısı...

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..