Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Haziran '07

 
Kategori
Sinema
 

Korku, gerilim ve distopya: "28 Gün Sonra"

Korku, gerilim ve distopya: "28 Gün Sonra"
 

Hayvanlar üzerinde deneyler gerçekleştiren bir grup bilim adamı kafeslere kapattıkları maymunların beklenmedik tepkiler gösterdiklerini fark ederler. Hayvanların bu vahşi davranışları hayvan hakları koruyucusu bir grubu harekete geçirir. Şempanzelerin bir çeşit enfeksiyon aldıkları görüşünde birleşen bilim adamlarının uyarılarını dikkate almayan bir araştırmacı şempanzeleri doğaya salar. Ne yazık ki şempanzelerdeki bu çok tehlikeli virüs kan yolu ile bulaşmaktadır ve bir anda korkunç bir salgına sebep olur.

28 gün sonra... Bir motokurye olan Jim (Cillian Murphy) Londra'daki bir hastanede girmiş olduğu komadan uyanır. Koma yüzünden yoğun bakım ünitesinde kapalı kalan Jim olup bitenlerden tamamen habersizdir. Koğuşları ve koridorları yardım istemek için dolaşmakta fakat tek bir canlıya rastlamamaktadır. Yardım arayan Jim'i takip ettiği gölgeler bir kiliseye yönlendirir. Kilise insan cesetleri ile doludur...

Birden duyduğu bir ses kilisenin papazına aittir fakat kan çanağına dönmüş gözleri ölümcül çığlıkları ve hızla kendine yaklaşıyor olması Jim'i kaçmak konusunda uyarır. Ses başka enfekte olmuş insanları da çekmiştir.

Jim karanlık sokaklarda bu cani kalabalıktan kaçmaya başlar. Jim'in dışında kurtulanlar da vardır ve onu enfeksiyon kapanlardan kurtarmayı başarırlar. Selina ve Mark bu cesurca kurtarma operasyonundan sonra Jim'e karşı karşıya oldukları tehlikeyi ve durumlarını açıklarlar. Hastalık kan ile bulaşmakta bir kaç saniye içinde etkisini göstermekte ve bulaştığı insanı delirterek insan eti ve kanı ile beslenen bir yaratığa dönüştürmektedir.

İngiltere'nin tümü bir kaç gün içinde hastalıktan etkilenmiştir ve dünyanın da etkilenip etkilenmediğini kimse bilmemektedir. Selina ve Mark şoktaki Jim'e Deptford'a dönüp anne ve babasını araması konusunda yardım etmeye karar veririler.

Bitmek tükenmek bilmeyen bir kaçıp kovalamaca sonrası kendileri gibi sağ kalmış bir baba-kız olan Frank ve Hannah ile karşılaşırlar. Onların da su rezervleri tükenmek üzeredir ve kendilerini güvende hissedebilecekleri başka bir yer aramaktadırlar. Radyodan yayın yaparak kendileri gibi kurtulmuş olan bir grup Manchester'lı askerin çağrısına uyarak oraya gitmeye karar verirler...

Fakat onları bekleyen sadece hastalığa yakalanmış ucube insanlar değildir. Kendilerini tehdit eden tek tehlikenin virüs olmadığını ne yazık ki bilmemektedirler...

"Trainspotting", "The Beach", "Millions" gibi filmlerle tanınan genç kuşağın başarılı yönetmenlerinden Danny Boyle'nin filmi "28 Gün Sonra" (28 Days Later), "Ölülerin Ülkesi"nden Resident Evil'a kadar uzanan zombie filmlerinin yeni bir örneği olarak düşünülebilir.

Ancak aynı zaman yeni bir "distopya"... Distopya 20. yüzyılın özellikle kitap ve filmlerinde karşımıza çıkar. İçinde bulunduğumuz çağın olumsuz yansımalarının gelecekti görüntüleri, toplumsal bir perspektif içinde ele alan, bir nevi öngörü olan distopyalar, sanatın uyarıcı yanını keskinleştiriri ve ütopyadan ayrılır.

"Otomotik Portakal"dan "Son Umut"a, "1984"den "Terminator"e dek distopyaların geniş bir arşivi oluşmuştur. Otomatik Portakal'ın Alex'ini de hatırlatırcasına içinizi titreten, "Primat Araştırma Merkezi"nden yayılan ve insanın kanına yerleşen, insanı acımasız, ölümcül bir yaşayan ölü'ye dönüştüren bir virüs...

"İnsan virüsü" ve William Burroughs'un romanlarını anımsatan yönüyle, B-23 virüsü de diyebilir buna, Iron Maiden'ın "virüs"ü de...

Senaryo, Boyle'in yönettiği "Sahil" (The Beach) de olduğu gibi yine Alex Garland'ın romanından uyarlanmış.

Genç yönetmen, bütçeyi düşük tutmak ve filmin atmosferini daha karanlık bir hale getirmek için çekimleri dijital kamera ile gerçekleştirmiş.

Filmdeki etkileyici müzikler ve bomboş Londra sokakları ( Vanilla Sky'ı hatırlayın) , masumiyet ile cinayetin, ölüm ile hayatın gelecek paradigmasındaki yansımalarını, Boyle iyi vermiş. Polisin ortadan kalktığı, sistemin bittiği, topyekün bir yokoluşa sürüklenen bir dünyanın travmaları, görsellikle iyi sağlanmış. Aradaki senaryo boşlukları da yamanmaya çalışılmış.

Ancak bir bakıma senaryodaki sıçrayışların bilerek yapıldığını söylemek mümkün. Çünkü yönetmen bizi, o boşluğun ortasında bırakmak istemiş ve bir bakıma insanın "yok edici" yanını geleceğin toplumuna yansıtarak bunu başarmış da.

Teknolojin bittiği, anti-ütopyanın yaşandığı bir dünyada, "kıyamet gelecek mi yoksa onun içinde mi yaşıyoruz" derken, uygarlık satrancın da oynanan tek bir piyonun bile ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından da ilginç.

Isırılır ısırılmaz zombiye dönüp kendini unutan insan da, insanın "yok edici", içindeki sevgi, paylaşım ve kardeşlik gücünü unutan yanını iyi aynalıyor.

Başroldeki üç oyuncu olan Cillian Murphy, Naomie Harris, ve Megan Burns İngiltere'de bile çok az tanınan oyuncular. Brendan Gleeson ve Christopher Eccleston ise yüzleri birçok filmden hatırlanan ama isimleri az bilinen karakter oyuncuları.

Böylesi bir dünyada ne paranın değeri var, ne Ferrani'nin ne de süper lüks bir villanın... Sevdiğiniz insanı virüsle anında kaybettiğiniz ve öldürmek zorunda kaldığınız bir kabusun ortasında...

Tek önemli şey, çatıya yerleştirdiğiniz bomboş tencereler, yağmurun gelmesi için dua etmek ve bir yudum su içebilmek...

Bardak mı? Bardağın yarısının dolu, yarısının ise çatlak olduğu bir gerilim filmi "28 Gün Sonra"...

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..