Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '16

 
Kategori
Öykü
 

Küçük kartal

Küçük kartal
 

Küserdi sanki kimi zaman deniz. Ama bu seferki uzun sürmüştü. Kaçtır boş dönüyordu balıktan. Koca ağ üç beş balık dışında boş çıkmıştı denizden. Onlar da evde tek tavalık bir nevale, anca o kadar. Rıhtımda bekleyen kedilere de bir kaç lapin. Aslında deniz küsmez de bendeki talih baştan beri küs diye düşündü Hasan. Iskarmoz derlerdi ona zayıf, uzun boylu oluşundan dolayı. Kıç üstünde ayakta, yekeyi iki bacağı arasına alıp öylece yöneterek geliyordu. Teknenin aynalığında kanatlarını açmış bir kartal resmi, baş bodoslamasının iki yanında siyah boyayla yazılmış Küçük Kartal okunuyordu.
 
Tekne adanın arkasında kaybolunca motorun pata pataları da işitilmez oldu. Az sonra açığa çıktığında ses yeniden arkasına takıldı, dirsekledi tekne. Gazı keserek mendirek içindeki limana süzüldü. Balıkçı kahvesinin önündeki yerine baştankara edip bağladı. Atladı kıyıya. "Iskarmoz boşsun yine" diye seslenen kahvenin ocakcısına dönüp bakmadı bile. Başında yaz kış eksik olmayan yün başlığı kaşlarının üzerine itti, döndü. Mavi gözlerinden kırgın bir deniz çekilir gibi oldu. Elindeki lapinaları kedilere attı. Konuşmazdı pek. Önüne düşen uzun boyunun gölgesinin içine attı adımlarını, uzaklaştı.Yaşlı çınarların gölgelediği Okul Sokağı'na saptı. İleride köşede, önündeki küçük bahçesi akşamsefaları ve bıkmaksızın açan, yaz renklerine bürünmüş sardunyalar ile kaplı, tek zeytinin gölgelediği beyaz badana boyalı tek katlı küçük evi görünce kafasındaki düşünce gel giti duruldu. Babası kasabanın eski bıçkınlarından Kartal Cavit'ten kalma bu ev ve Kanava'daki küçük zeytinlik olmasaydı zordu geçimleri. Aslında balıkçılık ve küçük zeytinlik sahibi olmanın yardımıyla geçinen çoğu kasabalı gibi, giderek zorlaşan bir hayatı sürüklemekti kaderleri.
 
Kapıyı açıp içeri girdi. Karısı mutfaktan çıktı geldi gürültüye, elindeki balık dolu poşeti aldı.
 
"Hoş geldin Hasanım..."
 
"Hoş bulduk, gene yok balık. Akşam yemeğine anca bir tava."
 
"Sıkma canını, kul sıkışmayınca yetişmezmiş Hızır, derler. Buna da şükür, aç açık değiliz, geçinip gideriz." Bir kalp dolusu gülümsedi gözlerinden taşan bir sevginin renkleriyle. Hasan içi ezilerek baktı karısına, bir tek gün bile şikayet ettiğini duymamıştı Paşalimanı Adası'ndaki köyden gelin gelen Girit göçmeni bir ailenin kızı olan karısının. Canı sıkıldı, iri kürek gibi ellerini koyacak yer bulamadı bir süre, havada salladı, indirdi. Kucakladı kadını, göğsüne bastırdı. Gözleri doldu, kaçırdı gözlerini.
 
"Zeynep..."
 
"Hadi geç banyoya, yıka elini yüzünü. Kahvaltıyı hazırladım. Ali de kalkar nerdeyse."
 
Mutfağın pencere önündeki yerine konmuş küçük portatif masanın üstü zeytin yağında yüzen yeşil ve siyah zeytinler, dilimlenmiş mis kokulu üzerine zeytin yağı dökülmüş, kekik serpiştirilmiş domates, maydanoz ve taze nane dolu tabaklarla neredeyse kaplanmıştı. Ocakta kaynayan çaydanlığın cızırtısı büyüyordu sessizlikte. Açık olan pencerenin önündeki fesleğenden sabah kokuları yayılıyordu içeriye. Ali uyuyordu daha. Konuşmadan kahvaltılarını yaptılar, çaylarını içtiler. Kadın alışkın, hızlıca topladı masayı.
 
"Sen bahçeye çık. Ben kahveni pişirip getiririm. Sonra tıraş olmaya gidersin."
 
"Nerden çıkardın tıraşı şimdi."
 
" Unuttun mu, akşam düğüne gideceğiz. Sefer dayının kızının, ayıp olur gitmezsek."
 
"Unutmadım da nasıl gideceğiz, bir şey takmak gerekli."
 
 "Sıkma canını, bende oğlanın sünnetinden kalma bir çeyrek var, saklamıştım."
 
İçi ezildi yeniden. Sustu. Önüne baktı...
 
Giriş kapısını örten sinekliği aralayıp içeriye girdi. Onu berber dükkanlarının o kendine has pudra, kolonya ve tıraş sabunu kokan  havası karşıladı.
 
"Kolay gelsin İkbal."
 
"Hoş geldin Iskarmoz" Önündeki müşteriden gözlerini ayırmadan cevapladı onu İkbal. "Otur iki dakika, sonra senin işi hallederim."
 
Sandalyelerden birisine oturdu. Önündeki sehpada duran günlük spor gazetelerinden birisini alıp çevirip göz atmadan bıraktı. Duvara monte televizyondan kısık sesli bir pop müzik yayılıyordu. Altındaki masa üzerinde, buğulu yeşil sarı renkli sızma zeytin yağı dolu çeşitli boy şişeler görülüyordu. Ön duvarı boydan boya kaplayan aynanın altındaki tezgahın sağ tarafında zeytin yağı, argan, defne, gül, ısırgan sabunları; sol tarafında limon, tütün, zeytin çiçeği, zambak, Bengi kolonya şişeleri diziliydi. Berber koltukları önündeki bu aynadan müşteri yüzleri, İkbal'in yıldan yıla değişen görüntüsü, azalan saçları ve dışarıdaki yoldan gelip geçenlerin görüntüleri geçiyordu. Yıllar geçiyordu...
 
"Gel Hasan otur, sakal mı?" Koltuğa oturdu, başıyla olumladı.
 
Dışarıya çıktı. Bitişikteki asırlık fırının açık kapısından dışarıya yeni çıkan ekmeğin sıcak, mis gibi kokusu yayılıyordu. Ocak ateşinin karşısında terlemiş olan emektar fırıncı Bigalı kapının yan tarafında taburesine oturmuş serinliyordu.
 
"Selam Biga'lı, işi bitirmisin."
 
"Selam be Iskarmoz, iş biter mi hiç. İş biterse biz de biteriz."
 
Akşam indi. Kırtay yazlık düğün bahçesine giden sahil yolunun loş aydınlığı, düğüne giden renkli, gürültücü bir kalabalıkla doluydu. Hasan karısının ütülediği damatlık lacilerini giymiş, beyaz gömleğinin yakasını ceketin yakası üzerine çıkarmıştı. Düğününde giydiği bu elbseyi bir de oğlunun sünnetinde giymişti. Bu üçüncü giyişiydi. Zeynep'in üzerinde nişanda giydiği deniz mavisi organze elbise vardı. Oğulları Ali'nin ellerini tutmuşlardı. Bahçenin ortasında oynayanlar ve dans edenler için ayrılmış boşluğun üzerinde çeşitli renkte balonlar, yanıp sönen çeşitli renk ışıklar sarılı çardak ve ağaçlar altına yerleştirilmiş masalar gürültücü bir kalabalıkla kaynıyordu. Masaların üzerindeki tabaklarda tatlı ve tuzlu kuru pasta çeşitleri, bisküviler ve çeşitli renk meyveli ve kolalı içecek, su ve gazoz şişeleriyle donanmıştı.Sahnedeki tek orgdan yükselen cızırtılı arabesk şarkıya, ortalıkta koşuşturan rengarenk bir çocuk kalabalığından yükselen gürültü karışıyordu. Takı merasimi başladığında kalktılar, kuyruğa girdiler; işleri bitince masalarına dönmeden çıkışa yöneldiler. Davul zurna eşliğinde çoşkun bir Sirto başlamıştı gençlerin hünerlerini sergilediği. Keyfi yoktu Iskarmoz'un; yoksa çoktan halayın başına geçmişti.
 
Ali'yi uyutup yatmaya hazırlana karısına "sen uyu, ben denize çıkacağım, mereklenma" diye seslenip çıktı. Köşede dayalı duran kürekleri omuzlayıp geceyi adımlayarak limana indi. Manganarya burnunu dönüp, üç çamı hizalayıp sığ kumluğa serdi ağı, ışıklı şamandırayı sabitledi. Kayığı kıyıya yanaştırıp kıçtan demirledi. Kıç üstüne olduğu gibi sırtüstü yattı. Yukarıda sayısız uzak yıldızların göz kırptığı, bulutsuz bir yaz gecesi laciverdi vardı. Saman Yolu doğu-güneybatı yönünde uzanmış bir ışık seli gibi aydınlıktı. Sigarasını fırlattı, karanlıkta bir ateş böceği gibi parlayan ateşi söndü denize düşünce. Dağdan derinden derine uzak bir çakal uluması yankılandı. Büyük Ayı Kapıdağ'ın üzerine indi. Geceye ve uykuya karıştı Iskarmoz...
 
Gün ışıdı. Göğün mavisi indi denizin mavisine karıştı. Bir ayna gibi uzanıyordu deniz. Küçük Kartal sudaki ters kıpırtsız görüntüsü içinde havada asılı gibi duruyordu. Yakınlarda sular kabardı. Küçük masa iriliğinde bir deniz kaplumbağası sırtında günün ilk ışıklarını derinlerden alarak yukarıya çıktı. Parladı sırtı, başını havaya dikip bakındı bir süre. Sular daha durulmadan köpürttüğü suların içine dikilip birer palet iriliğindeki arka ayaklarını vurarak dipledi maviliği. Hareket yakınlardaki bir uskumru sürüsünü ürküttü, Sürü aniden tam sağa, sığlığa dönerek bir gümüşi parıltı halinde tam hızıyla ağa çarptı. Dalgalanma sandalı oynattı. Uyanan Iskarmoz yattığı yerden, faril ipine dizili mantarların ve işaret şamandırasının suyun içine çekilme görüntüsünü hayretle açılan gözlerle izledi. Sevinçle fırladı kalktı...
 
Akın Yazıcı
 
12 Temmuz 2016/Erdek
 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..