Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ağustos '11

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Letonya gezi notları

Letonya gezi notları
 

riga. mid summer festivalinde leton çocukların sevinci


Meraklısı için notlar;  

1 € = 0.703 Lat ( Letonya Lat’ı ) 

Ulaşım; 

Klaipeda ( Litvanya )- Riga ( Letonya )( otobüs )300 km 60.0 Lt. ( 1 Lt = 3.45 Litvanya Lita’sı ) 

Riga - Tallin ( otobüs ) 310 km. 7.40 Lat ( Letonya Lat’ ı) 

Riga – Jurmala ( tren ) 25 km. 0.95 Lat 

Jurmala – Sloka ( tren ) 8 km. 0.50 Lat 

Riga – Sigulda ( tren ) 50 km. 1.55 Lat + 1.47 Lat ( gidiş – dönüş ) 

Konaklama; CS arkadaşlarımın evlerinden yararlandım. Günü birlik gezilerim Riga merkezli idi. 

08.06.2011 ( KLAİPEDA - RİGA ) 

Geziye başlayalı on beş gün oldu. On bir gün Litvanya’ da kaldım, dört günü Belarus’ ta geçirdim, Minsk’te konaklayarak, kenti ve çevresini gezdim. Dört gündür, Litvanya’ nın Baltık Denizi sahillerindeki kenti Klaipeda’ dayım, Unesco Dünya Mirası listesinde olan Kronyan Yarımadası, Nida başta olmak üzere , Palanga ve Kretinga’ yı dolaştım. 

Sahil köyü olan ve plajları ile ünlü Melnerage’ de, Romualdas misafir etti dört gün boyunca. Su sıcaklığı on sekiz derece olan Baltık Denizine girmeye cesaret edemesem de, zaman zaman kumlarına serilip, serin rüzgarına rağmen güneşlendiğim saatler oldu. 

Bugün, Letonya’ya, başkenti Riga’ya gidiyorum. Alışkanlıktan olsa gerek, otobüs biletimi, Klaipeda’ ya geldiğim gün almıştım( 60 Lt). Romualdas, yolda yemem için tavuk hazırlamış. “ Yapma Allah aşkına “ diyorum, “ beceremem, her tarafı yağ yaparım, tavukları dökerim, yolda indirir beni şoför “. Neyse, insafa gelip, ısrarından vazgeçiyor. Her sabah, karşı çıkmama rağmen, kendisi hazırladı sandviçlerimi. Pırlanta gibi bir insan. TIR dolusu hemşehrime değişirsem namerdim. İyilik hisleri kendiliğinden yükseliyor. 

Hava rüzgarlı bugün. Fazla bunaltmayacak sıcak, bu iyi. Yine de, sabahın köründe 21 derece oldu sıcaklık. Eşimle konuşuyorum, “ İstanbul hala 20 derecelerde son günlerde “ diyor. – 30 derecelerdeki bir soğuk coğrafyaya, daha çabuk yaz geldi. Her şeyin bu kadar değiştiği kainatta, insanların huyları değişse ne olur ki ? Artık, Baltık ülkeleri, sadece, kar ve buzu değil, sıcaktan, hoşaflaştığım günleri hatırlatacak. 

Dostça kucaklaşarak vedalaşıyorum Romualdas ile. Minibüs ile Manto Caddesine gelip, Martynas Mazvydas heykelinin önünde iniyor ve Autostotis’e giden, tenha yollara giriyorum. Palanga’dan binen bir kadınla birlikte, altı kişiyiz otobüste. Tüm ulaşım araçlarının 4-5 kişi ile gidip geldiğini gördükçe düşünmeden yapamıyorum. Nasıl para kazanıyorlar ? İstanbul’da, bir yolcu alabilmek için, yarım saat diğer yolcuları bekletebilen meslektaşları paraları nereye koyuyor. 

Sakin otogarda çıt yok. Saatinde, perona giriyor otobüs. Kimse kimse ile konuşmuyor otobüste. Akdeniz insanının aksine, Baltık insanları da o kadar soğuklar. Yıllar önce Yunanistan’da, bindiğim, Atina - Meteora otobüsünde, yolcuların bitmeyen gevezeliği yüzünden, inme noktasına gelmiştim. 09.30’da Litvanya – Letonya sınırındayız. Nerede bittiğini anlayamadan, Avrupa Birliği yıldızları içinde “ Letonya’ya hoş geldiniz “ levhasını görüyorum. Önümüzdeki 4-5 araçlık kuyruk çabuk bitiyor. Otobüsten kafasını uzatan polis; “ pasaportu olan var mı ? “ diye sesleniyor. El kaldırıyorum. Yanıma gelip, usulen bir bakıp uzatıyor pasaportumu. 

Liepeja’ya kadar Baltık Denizine paralel ilerliyor otobüs. Yol boyunca devam eden orman arazisinden deniz görülmese de, içerilere giren patikaların başında, Camping levhaları, denizin yanında olduğumuzu gösteriyor. Letonya’ya gireli kırk beş dakika oldu, daha, bir tek insan görememiştim. Liepeja’ya girerken, şeytanın ayağını kırıyor ve yol kenarındaki otları otları biçen birini görüyorum. Riga’ya 218 kilometre kaldığına, göre, Klaipeda ile Riga arası 300 kilometre civarında olmalı. Otogar adı her ülkede farklı; Belarus’ta Avtovakzal, Litvanya’da Avtostotis iken Letonya’da; Autosto oldu. 

Liepeja 80000 nüfuslu bir sahil kenti. Geçtiğimiz yol üzerinde daha çok yaşlı, yorgun evler göze çarpıyor. Avtoosto’da birkaç yolcu inip biniyor, devam ediyor, kent çıkışında, pek çok rüzgar santralı görüyorum. 

Bir mola yerinde, arka sıralarda oturan yaşlı Alman kadın turistle tanışıyorum. Riga, Talin, St. Petersburg ve Helsinki yapıp dönecekmiş. Riga’da hostel soruyor, CS yapacağım deyince, merak ediyor, anlatıyorum CS’i, enteresan buluyor. 

80 kilometrenin üzerine çıkmayan otobüs, ekili, çok büyük araziler içinden geçiyor. Yerleşimler dağınık, tek tük, çiftlik evleri görünüyor ufukta. Bölgenin Riviera’sı sayılan Jurmala’yı gösteren kavşaklar başladı artık. TIR’ların yoğun olduğu trafik, Riga’ya yaklaştığımızın işareti olmalı. 

13.30’da, Riga Avtoosto’suna giriyoruz. Daha önce CS kanalıyla tanıştığım Jolanta’da kalacağım ilk olarak, sonra, bir başka CS arkadaşın evine geçeceğim. “ Ben geldim “ diye SMS atıyorum Jolanta’ya. Hoppala; “ Evde değilim, Radisson SAS otelin önünde kum heykel yapıyoruz oraya gel “ cevabı geliyor. 

Ayağımın tozu, sırtımın teri ile, daha nerede olduğumu anlayamadan, istikametim belli oluyor. Önce, Autoosto’nun içine girip, Letonya’nın parası olan Lat alıyorum. ( 1 € = 0.703 Lat ). Riga’da, genel ulaşımda, elektronik bilet kullanıldığını, bir başka Riga’lı arkadaşım Zelma yazmıştı. Önceki ülkelerde olduğu gibi, biletsiz yakalanmamak için, 10 kullanımlık elektronik bilet alıp, cebime koyuyorum hemen. (4.75 Lat). Bir SMS daha geliyor Jolanta’dan; “ 2 nolu tramvaya binerek, sahilde Kugu İela’ya gel “ diyor. İela; sokak demek Letoncada. Çoğu İngilizce bilen gençler sayesinde burada sıkıntı çekmeyeceğim anlaşılan. Beklediğim durağa bir türlü gelmiyor tramvay, az önce aldığım haritaya bakıyorum. Arkalarda yer alan Akmens Köprüsünü geçersem, karşı sahilin sağındaki bu yeri bulabilirim düşüncesiyle, köprüye doğru yürümeye başlıyorum. Rüzgar rahatlatsa da, sıcaktan, gözlerime akan terden, önümü göremiyorum doğru dürüst. 

Sıkı bir yürüyüş, bir iki sormadan sonra, Kugu İela’dayım. Karşıdan gelen kadının Jolanta olduğunu anlıyorum. Sarılıp, tanışıyoruz. “ Bugün nehir kenarında piknik düzenledim. Saat 17.00’ye kadar, hazırlık yapacağım, basın mensupları da gelecek. 17.00’de orada buluşuruz “ diyerek, Karşı sahillerin en güzel göründüğü bir alanı işaret ediyor. “ Sırt çantanı, aracımın bagajına koyabilirsin. “ deyince, rahatlıyor, hafifliyorum. 

Radisson Otelin önündeki kanal boyunca yürürken, aklım başıma geliyor. Birkaç yazışmanın ötesinde hiç tanımadığım birine, yabancısı olduğum bir kentte, sırt çantamı teslim etmenin, dayanılmaz endişesi hakim oluyor yavaş yavaş. Görünüşte, kötü birine benzemiyor, çantanın başına bir şey gelecek olursa, yeni giysiler, çamaşırlar almam gerekecek, çeyiz düzeceğim yeniden, hepsi bu. 

Akmens Köprüsünden geçerek, Eski Riga şehrine doğru yürüyorum. Karşıda bir çok kule yükseliyor. Kilisesi bol bir kent anlaşılan Riga da, Vilnius gibi. Eski bir kalenin temellerinin teşhir edildiği alana, marketler zinciri Maxima yerleşmiş. Geçmişe saygı adına da, cam paneller ardında, yerleştiği tarihi dokunun temellerini teşhir ediyor ! Su almak için giriyorum. Letonya’da Kvass denilen Gira’ları görünce de koca bir şişe alıyorum ( 0.6 Lat ). Susuzluğu gidermenin en iyi yolu bu galiba. 

Litvanya’da gira, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde genellikle “ kvass “ olarak adlandırılan içecek, bu coğrafyada en çok tüketilen sıvı. Slav dillerinde maya anlamına geliyor, Sovyetler zamanında “ Komünist kola “ denen kvass, çavdar ekmeğinin mayalanması ile elde ediliyor. Her köşe başında, çoğu, küçük arabaların üzerindeki tanklarda, kvass satıcılarına rastlıyordum ne zamandır. Hele, yaşlı genç, herkesin elinde, bira şişesine benzer, litrelik şişeleri gördüğümde, ilk düşündüğüm, alkolik insanların, yanlarında içki şişeleri ile gezdikleri idi. Sonradan anladım ki; çoğu yerde, sudan fazla tüketilirmiş kvass. Halkın yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğu, Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki’nin eserlerine girmesinden de açıkça belli. 

Eski Şehir’in sokakları, meydanları ile kısa bir tanışma turu atarak, Dome Katedralinin heybetli kulesinin gölgesinde kalan Katedral Meydanında nefesleniyoruz biraz. Anladım ki; Riga da, beni perişan edecek kadar, görülesi yerlere sahip. Gayesiz, plansız girip çıkıyorum, kadim sokaklarına, geçmişinden bir şeyler anlamaya, savaşların feryatlarını duymaya çalışırken. 

Akmens Köprüsünün bir kilometre kadar kuzeyinde kalan Varşu Köprüsünün önlerinde buluyorum kendimi. İki köprü arasındaki, 11 Kasım Caddesinin, sahil boyunca uzanan yürüyüş yolunda dizilmiş banklardan birine oturup, oldukça kirli, ama geniş olduğu için, bunu saklamayı başarabilen Daugava Nehrini, gelip geçen tekneleri seyrediyorum. 

17.00 ‘de buluşma noktasındayım. Radisson’un önündeki kanalın yanında, dar ve uzun bir yarımada burası. Butik restoranlar, kulüpler ve Jolanta’nın kum deposunu andıran açık heykel atelyesi var. Daha önce, kum ve buzdan heykeller yaptığını görmüştüm fotoğraflarında. Zaman geçtikçe tedirginliğim artıyor, defalarcai yarımadayı boydan boya arşınlıyorum. Sonunda; Jolanta’nın minik aracı görünüyor. Rahatlıyorum. Tepeleme, içecekler, yiyecekleri, şarapları, meşaleleri taşıyıp duruyorum, Daugava nehrinin kıyısına. 

Mangal yakılıyor, meşalelerin yakıtları dolduruluyor, her gelen genç, sofranın hazırlanmasına yardım ederken, bir yandan şarap bardaklarına sarılıyor. Şiş kebaba “ şaşlık “ deniyor burada. Türkçe “şişlik “ kelimesinin ardılı olabilir. Ama, şişe dizilen etler, daha iri ve özensiz oluyor şaşlıkta. Oysa, biz, güzelim etleri kübik doğrar, domates, biber ve patlıcan dizeriz aralarına. 

Bir yandan da preslenerek hazırlanmış, silindirik kum yığınlarının etrafında, ellerinde mala benzeri aletlerle, heykel yontmaya başlıyorlar. 

Bir ara Jolanta, “ sürücü belgen var mı ? “ diye soruyor. “ Evet “ cevabını verince, yüzü gülüyor bir anda, “ çok iyi, rahat rahat şarap içebilirim, arabayı da sen kullanırsın. “ diyor. Daha sokaklarında yürüme fırsatı bulamadığım Riga’da, gece yarısı araç kullanmak da varmış kaderde. Bakalım, hayırlısı. 

Yandaki alanda bir siyasi partinin de toplantısı var. Güçlü ses düzeninden çıkan sesler, Eski Şehir’in kulelerinde, duvarlarında yankılanıp, Daugava nehrini dolaşıyor. Nehir kıyısında belli etmeden güvenlik görevlileri dizildi. Gözüm karşıda, Eski Şehir’in kubbe ve kulelerinde. Güneşin batmaya yakın değişen tonları ile karşımdaki harika panorama da renkten renge giriyor sürekli. Beyaz geceler burada daha belirgin, kuzey sahillerinde. Şu anda saat 22.00, ama; ortalık apaydınlık. 

Giderek güzel heykeller belirmeye başlıyor. Aralarında, profesyonel heykeltraşlar da var. Baltık ülkelerinde bu tür çalışmaların olduğunu izlerdim televizyonlarda, kışın da buz heykeller yapılıyor. Su ile sıkıştırıldıkları için, dağılmadan işlenebiliyor kum ve sonunda, , üzerine şeffaf pülverize yapışkan sıkılıyor. Heykeller tamamlanınca, şaraba ilgi daha da arttı. Kendilerini ödüllendiriyorlar anlaşılan. Bu sıcakta, ısınmış beyaz şarabı içmenin sonunun ne olacağını tahmin edebiliyorum. Giderek diller peltekleşti, yürüyüşler rahvanlaştı. 

Ben, gözlerim Eski Şehir üzerinde yükselen on iki adet Gotik ve Barok kulelerde. Açıkçası, tanımaya başlamaK için sabırsızlanıyorum. 

Saat 24.00, ortalık hala aydınlık. Alkol duvarına dayanmış, Profesyonel Rus Heykeltıraş aileyi de alarak, hareket ediyoruz. Bu kadar sarhoş arasında, polis çevirirse halim ne olacak bilmiyorum. Uluslar arası sürücü belgem olmadığını söylediğimde, “ no problem “ demişti Jolanta. Başıma gelen çoğu hadisenin, bu “ no problem “ kayıtsızlığından kaynaklandığını düşünerek, gülüyorum kendi kendime. 

Nereye gittiğimi bilmeden, verilen tariflerle kullanıyorum aracı. Hayli uzakta, eski bir binanın kemerli kapısından girerek, 6. veya 7. kata çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. 

Rus heykeltıraş çiftin evi burası. Duvarlar, madalyalar, kupalar ve ödüllerle dolu. Ev sahibi Karlis İle, Rus asıllı Letonya vatandaşı. Dünyanın pek çok ülkesinde tanınmış, ödüllendirilmiş bir heykeltıraş. Diğer Rus heykeltıraş aileleri de gelince, salon doldu. Bilgisayarda, ürettikleri heykellerin fotoğraflarına bakıyoruz. Sonra, yeni projelerini tartışıyorlar kendi aralarında. 

Sabaha karşı, 03.00’de Rus aileyi evlerine bırakıp, kente 20 kilometre uzakta, Kisezers ( Büyük Göl ) yakınındaki Jaunciems semtinde, Jolanta’nın evine geliyoruz. Geniş bahçe içerisinde, yeni yapılmış bir villa burası. İlerleyen saatte, biraz sohbet ederek, yatağıma çekiliyorum. 

09.06.2011 ( RİGA ) 

Sabahın sessizliğinde notlarımı yazıyorum. Huyum kurusun, biraz daha uyuyabilsem ne güzel olacak aslında. Az sonra, Jolanta, afyonu patlamamış bir halde geliyor yanıma. Alkolün insan üzerinde yarattığı harabiyetin tüm izleri üzerinde. Ama, belli ki; rutini değil içki içmek. Yoksa, bu kadar dağılmazdı. 

“ İş görüşmelerim vardı, geç kaldım, hemen Riga’ya gitmem gerekiyor “ deyince, ben de toparlanıyorum, çıkıyoruz. Giderek yoğunlaşa, ama; kilitlenmeyen trafik içerisinde kent merkezine geliyoruz. Ben, tren istasyonunda iniyorum. Yandaki, çok büyük süpermarket Rimi’den, sıcacık iki börek ve meyva suyu alarak, istasyonun önündeki banklarda, insanların hareketliliğini seyrederek kahvaltı yapıyorum. 

Jolanta, Açık Hava Müzesini önermişti. Ben de, oradan başlıyorum. Hangi gence sorsam, neredeyse, hepsi, İngilizce biliyor. Sorarak, Müze’ye giden 1 nolu otobüsün, istasyonun karşısındaki Merkela İela’dan ( cadde ) kalktığını öğreniyorum. 12 kilometre uzakta, Jugla Gölü’nün U harfini andıran kıyıları boyunca, geniş bir alana yayılmış ( 2.5 Lat ). Letonya’nın, Kurzeme, Vidzeme, Zemgale ve Latgale adlı dört farklı coğrafik, dolayısıyla kültürel bölgelerine ait, geleneksel, ev ve etnografik değerleri sergileniyor . 1924 yılında açılmış. Allahtan, sık bir ormanın içerisinde, tepedeki insafsız güneşten fazla etkilenmeden dolaşabiliyorum. 16. ve 17. yy’larda, ev yaşamı, mobilyalar, kışın kullanılan araziler, ısıtma sistemleri, paskalya için hazırlanmış dekoratif süsler, fırın, dükkan tiplemeleri arasında 3.5 saat geçiriyorum. 

Riga’ya, alışmaya başladığıma göre, Letonya ve Riga ile ilgili bazı bilgileri de aktarmanın zamanı geldi sanırım. 

Letonya Cumhuriyeti ya da kısaca Letonya (yerel dilde Latvija ya da Latvijas Republika), Baltık Denizi kıyısında yer alan bir Avrupa Devleti. Kuzeyinde Estonya, doğusunda Rusya Federasyonu, güneyinde Litvanya, batısında Baltık Denizi ile çevrilidir. Yüzölçümü 64.000 km2 olan ülkenin başkenti Riga'dır. 

1980'lerin sonunda SSCB'de başlayan demokratikleşme süreci Letonya'yı da etkiledi. Şubat 1990'da parlamento bağımsızlığını ilan etti. 1991 yılı boyunca Sovyet ordusunun bu girişimleri bastırma gayretleri sonuç vermedi. Bağımsızlık halk oylamasıyla onaylandıktan sonra SSCB tarafından da kabul edildi (eylül 1991). Mart 1992'de Rus orduları ülkeden çekilmeye başladı, Letonya'nın bağımsızlığı tüm ülkelerce tanındı. 

Bölgenin yerleşik halkı olan Letonlar; M.Ö. 3000 yıllarında Baltık kıyısına gelip yerleştiler. Uzun yıllar ticaretle uğraşarak geçimlerini temin ettiler. Letonya diğer Baltık ülkeleri gibi M.S. 9. asırda Vikinglerin istilâsına uğradı. Germenler 1198-1290 yılları arasında Letonya topraklarını ele geçirdiler. Bu arada bölgede Hıristiyanlık yayıldı. Letonya 15. asırda kurulan Litvanya Federasyonuna katıldı. Rusya ile olan savaşlar neticesinde konfederasyon dağıldı. Letonya İsveç’in hakimiyeti altına girdi. 

Büyük Kuzey Savaşları neticesinde Çar Birinci Petro Letonya’yı ele geçirdi (1700-21). Bu tarihten itibaren Rusya’nın hâkimiyeti altında kaldı. Rusya’daki 1905 işçi ayaklanması Letonya’da büyük yankılar uyandırdı. Ayaklanma askerî ordu tarafından bastırıldı ve elebaşılar Sibirya’ya sürüldü. 

Birinci Dünya Harbi sırasında Letonya topraklarının büyük bölümünü Almanlar işgâl etti. Almanların savaşta mağlup olmasını fırsat bilen Rusya, Baltık ülkelerine karşı harekâta geçti ise de, yoğun bir karşı koyma ile geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Alman orduları Letonya’dan 15 Aralık 1919’da geri çekildiler. Bir süre sonra Letonya ve diğer Baltık ülkelerini tanıyan Rusya bir seri antlaşma imzaladı. 

Bağımsızlığını kazanan Letonya’da hükümet büyük toprak sahiplerinin topraklarını, topraksız köylülere dağıtarak Germen soyluların ekonomik ve siyasi güçlerini zayıflattılar ve komünist hareketleri baltalamış oldular. 

Almanya’nın 1939’da Polonya’yı yenmesinden sonra Rusya Baltık ülkeleri ile karşılıklı yardımlaşma anlaşmaları imzalandı ve bu ülkelerde askerî üsler kurmak için izin verilmesini istedi. Diğer Baltık Ülkeleri gibi Letonya da uluslararası alanda bir müttefik bulamayınca, Ruslara topraklarında üs kurması için izin verdi. 14-15 Temmuz 1940’ta yapılan seçimleri Sovyet yanlısı adaylar kazandı. Seçimler sonrası kurulan Letonya hükümeti ve parlamentosu Sovyetler Birliğine katılma kararı aldı. SSCB Yüksek Sovyeti bu isteği onayladı ve Letonya, Sovyetler Birliğinin Cumhuriyetleri arasına girmiş oldu. 

İkinci Dünya Harbi sırasında Almanya’nın işgaline uğrayan Letonya’da 450.000’e yakın insan öldü. Savaşın ardından bölgeye hâkim olan Sovyet hükümeti çok sayıda Letonyalıyı sürgüne gönderdi. Sosyalist rejim yeniden kurulunca Letonya’da 1951’e kadar gerilla harbi devam etti. 1951’den sonra iç karışıklıklara kesin olarak son verildi ve Sovyetler Birliği Letonya’da tamamen hâkimiyeti ele geçirdi. 

Letonya 1991’e kadar Sovyetler Birliğini meydana getiren 15 cumhuriyetten biri olarak kaldı. Rusya’da başlayan reform hareketleri neticesinde 1991’de Letonya bağımsızlığını ilân etti. Rusya Federasyonu dahil Avrupa devletleri Letonya Cumhuriyeti’ni tanıdı. 

Riga, ilk kurulduğu yer olan tarihsel merkezi "Vecriga" UNESCO Kültür Mirası'na kabul edilmiş olup mimari olarak sadece Art Nouveau (Jugendstil) yapılarıyla ünlüdür. Şehrin kuruluşu 12. yy’a tarihlenir. Bu yüzyılın sonlarında liman şehri olan Riga'ya, Alman ticaret gemilerinin uğramaya başlamasıyla nüfusu ve önemi artmıştır. 1201 yılı Riga'nın resmi kuruluş yılı olarak kabul edilir. 

Öğleden sonra, Milli Opera binasının önündeki parkta, kanalın üzerindeki çimenlere uzanıp, sıcaktan, parkın sık ağaçlarının gölgesine sığınmış Riga’lıları seyrediyorum. Gösterişli opera binası ve çevresindeki park tertemiz, alımlı. Bina duvarında asılı afişte, birbirinden güzel oyunların sergilendiği anlaşılıyor. 

Artık, Vecriga yani Eski Şehir’e keşif yapma zamanı geldi. Ama önce, Brivibas Meydanındaki, sempatik Milda heykelini fotoğraflıyor ve bembeyaz bulutların arasında, Riga’lıların sevgilisi Milda’yı seyrediyorum. 

Eski kent sokakları, kafe ve barlarla kuşatılmış. Popüler Livu Meydanında bir mini konser var. Bir müddet onları izliyorum. Riga, bir Baltık başkenti olarak Vilnius’dan daha canlı ve kaotik. Düzensiz, haritasız dolaşıyorum önce, Eski Şehir’in sokaklarında. Sonraki günlerde, fotoğraflayıp, kaydederek gezmek niyetindeyim. Bir anda, fotoğraf, not işine girince, kendimi görevli gibi hissediyorum. 

20.30’da yine Merkela İela’nın başında dizili otobüs duraklarından birinden hareket eden Jaunciems semtine giden otobüse biniyorum. Otobüsteki ışıklı levhalarda, sırası ile varacağı duraklar, geleceği durak da ışıklı olarak gösteriliyor. 6. Skerslinija durağında ineceğim. Dün gece, daha doğrusu sabaha karşı geldiğim evi bulabilecek miyim bakalım. Üstelik, çok da tenha yerler buralar. Sokaklarda in cin top oynuyor. Daha çok varlıklı kesimin yaşadığı, ama, birbirinden de izole yerler buralar. 

Akşam geçtiğim, döndüğüm yolları hatırlayınca zorlanmadan buluyorum, kocaman bahçenin önündeki kapıyı. Jolanta dönmüş, çay içerken, daha önceki gezilerimden fotoğraflarımı gösteriyorum. 

Banyo sonrası, bütün gün 29 derecede Riga’yı harmanlamanın yorgunluğu basıyor, notlarımı derleyip, tertemiz orman havası içerisinde bir uykuya çekiliyorum. 

10.06.2011 ( RİGA ) 

Yatağıma düşen güneş ışıkları ile uyanıyorum. Anlaşıldı, bugün de sıcak ve güneş arkadaşım olacak Riga sokaklarında. İki gece Jolanta’da, dört gece de, başka mekanda, Zelma’nın evinde kalacağım. Çantamı bir kez daha toparlıyorum. Derken, Jolanta da uyanmış, kahvaltı hazırlıyor. Bu arada aklıma geliyor, nazar boncuklu bir anahtarlık ile küçük cam nazar boncukları hediye ediyorum. Bir sevinç çığlığı atıyor, “ ben, bunları Türkiye’den biliyorum. “ diyerek, kalkıyor, sarılıp, öpüyor beni. Sonra da, cep telefonuna bağlıyor. 

Meğer başucunda iki tane nazarlık asılıymış, dikkatsizliğime gülüyorum. İki kez Türkiye’ye gelmiş, Jolanta. Bambaşka iki coğrafyadan, farklı iki kültürün, cinsin insanını birbirine bağlayan, dost yapan, insan sıcaklığı değilse nedir ? Menfaatsiz, evini açan, sofrasını açan birisi ile, ülkelerimiz arasında sınırlar olması ağır geliyor bana. 

İnternet siteleri için, bulmaca hazırlıyormuş, siteyi açıyor, çözümlerde takılanlara da on-line yardım ediyormuş. Korkunç bir mail trafiği görüyorum. Bulmaca meraklılarının Güzin ablası anlaşılan. 

Sarılıp vedalaşıyoruz, sırt çantamı yüklenip, uzun bahçeyi geçerken, önümdeki bahçe kapısı otomatik açılmaya başlıyor, geriye dönüp bakıyorum, Jolanta el sallıyor. 

Otobüs durağında bekliyorum. Otomobil ve otobüsten çok, odun yüklü TIR’lar geçiyor daracık asfaltta. Sonunda Riga merkezine gidecek otobüs durağa geliyor. 20 kilometre boyunca, dura kala yaklaşıyoruz Riga’ya ve trafik de giderek artıyor. Bir saat sonra, tren istasyonunun önündeki ( bir anlamda Riga’nın da merkezi olan ) meydana varmak nasip oluyor. 

Yeni ev sahibem Zelma, akşam mail atarak, evine çok yakın bir yerde çalıştığını, mesaj atarsam, eve gelebileceğini, benim dev çantalarımı bırakabileceğimi yazıyordu. Çantalarımı, tren istasyonunda, emanet binasına bırakıyor ( 3 Lat ), akşamüzeri gitmeyi tercih ediyorum. Her geçen gün daha da artıyor sıcaklık. Bu da, günlük gezilerim esnasında daha fazla yorulup hırpalanacağım anlamına geliyor. Zira, her gün ortalama 10-15 kilometre yürüyorum. 

Central Market ( Halk Pazarları )’in bulunduğu yöne yürüyorum. Dört büyük zeplin ambarının içi ve civarı, her çeşit, giyecek ve yiyeceğin satıldığı geniş bir pazar yeri. 

Tren istasyonunun hemen yanındaki Rimi ismindeki süper markette, sepetlerini doldurup, kasa önünde bekleyen ekabir Riga’lılarla, Pazar yerinde dolaşan, daha kavruk, ezik ve dar gelirli Riga’lılar arasındaki çelişki dikkatimi çekiyor. Karşıda, Turgenyev Caddesi ile Gogol caddesinin kesiştiği yerde, bana Tiflis’teki Bilimler Akademisini anımsatan, Stalinist çizgi ve heybete sahip Letonya Bilimler Akademisinin devasa binası yükseliyor. Üzerindeki, çekiç-oraklı araklı amblemler öyle kararmış ki; hava kirliliğinden, zor fark ediliyor. 

Oysa, Belarus’ta, özellikle parlatıyordu, Lukaşenko rejimi. Bir yandan, tam gaz, Pazar ekonomisine dalmaya çalışan Rusya’ya yamanmak, diğer yandan, kısmen nostaljik de olsa; Komünizm hatıraları ile yaşamak. Lukeşanko’yu, ülke aydınları ve gençler silkeliyor, sert tedbirlerle karşılık vermek, bir yerde bitecek, dağılacak Lukaşenko rejimi. Önemli olan sonrasında, ne olacak ? Pazar ekonomisine geçen ülkelerin başına gelenler de ortada iken. Belli bir ücret ödeyerek, Bilimler Akademisinin terasından Riga’yı kuşbakışı seyretmek mümkün, ancak; ışığın daha düşey hale geldiği, dönüş saatlerine bırakmak istiyorum, daha iyi fotoğraf çekebilmek için. 

Az ileride, Gogol caddesi üzerinde, küçük, sessiz bir parkta Holokost ( Soykırım ) Anıtı var. Hemen yanında da, 1871 yılında inşa edilmiş sinagog’da, 4 Temmuz 1941 yılında, Yahudi cemaati ayin yaptığı sırada, Naziler’in baskını ile öldürülmüş, sinagog’da yıkılmış. Bunun anısına, sinagog temelleri koruma altına alınıp, canlandırılmış. Beton bir anıtta, Yahudi cemaati tarafından dikilmiş. 

Museum of Occupation of Latvia’ya ( Letonya’nın İşgal Müzesi ) dün geç kalmıştım, bugün oraya giriyorum. Ücretsiz. 1918’de bağımsızlığını ilan Letonya, 1920 yılında Sovyetler Birliği ile barış antlaşması imzalıyor. Ne var ki; 1939 yılında Sovyetler Birliği, Almanya ile yaptığı saldırmazlık anlaşması ile Letonya, Estonya, Finlandiya Ve Romanya’nın, Sovyet Hinterlandında kalması konusunda anlaşırlar. Sovyetler’in, ülke üzerinde baskısı, 2. Dünya Savaşı ardından, 1991 yılında bağımsızlık hareketleri, koca salonda oluşturulan ayrı ayrı odalardaki stant ve panolarda, belgeler eşliğinde detaylı olarak anlatılıyor. 

Müzedeki, ziyaret sonunda, 7 Eylül 1991 tarihli Newyork Times gazetesinin manşeti görülüyor; “ Sovyetler Birliği, Baltık Ülkelerinin bağımsızlığını kabul etti, üç milletin 51 yıllık esareti bitti. “ 

Letonya’ya yapılan Alman ve Sovyet işgallerinde, 550000 Leton vatandaşı yok oluyor. 

Eski Şehre geçiyorum tekrar. Riga’nın sembollerinden birisi de, Blackheads binası. Çok görkemli, bakımlı. Belediye Binasının karşısında, yer alıyor. İlk kez, 1341 yılında yapılmış bir esnaf loncası aslında. Daha çok, bekar Alman tüccarlarına mekan olmuş. Sorunların, çözümlerin tartışıldığı toplantılar burada yapılırmış. 1941’de Naziler tarafından yıkılmış, 1948’de Sovyetler Birliği, Nazilerden kalan harabeyi de yerle bir etmişler. Şimdilerde, müze ve konser salonu olarak kullanılan bina 2001’de, yüzyıllardır, sahip olduğu mimariler, etüd edilerek, ciddi bir restorasyonla Riga’ya kazandırılmış. Alımlı fasadı ve yaldızlı heykelleri ile turistlerin ilgi ile izledikleri bir mekan. 

Sonra, Dome Meydanının yoğunluğuna giriyorum, Dome Katedral’in devasa binası hakim meydana, kafeleri ve etrafını çeviren, Art Nova hatlı binaları ile ayrı bir çekim merkezi. 1211 yıllarına tarihlenen Dome Katedrali, Baltık coğrafyasının en büyük ibadethanesi. Ayrıca, içeride bulunan, 1882 yılında yapılmış ve tam 6718 ayrı metal boru ile yüzlerce farklı ses çıkarabilen orgu ile meşhur. 

Eski Riga’nın Daugava nehri’nin öte yakasından bakıldığında, silüetini tamamlayan kulelerden biri de, St. Jacop Kilisesi. Hristiyanlık’ın değişik mezhepleri arasında el değiştirip duran, 1225 yıllarına tarihlenen bu yapı, Lutheran’ların ev sahipliğinden sonra, ilk yapılış nedeni olan Katolik Kilisesi olarak müminlerine hizmet veriyor. 

Riga’nın görülmeye değer Art Nova bezeli evlerinin olduğu, Alberte İela, Strelnieku İela ve Elizabetes İela caddelerindeyim. Kimisi zamana ve parasızlığa yenilmiş, kimisi hala albenili Art Nouva ( Letonca Jugendstil ) süslere sahip binalar, Riga’nın cazibe merkezlerinden. XIX.Yüzyıl’ın sonunda bütün Avrupa ile ABD’de süsleme sanatlarında ve mimarlıkta görülen akımdan Riga’nın da etkilenmemesi imkansız idi. 

Dome Katedrali’nin arkasında, Maza Pils İela ( sokak ) üzerinde, Three Brothers ( üç kardeşler ) olarak adlandırılan, yeşil, sarı ve beyaz binaların 15. ve 18. yy’ lara tarihlendiği söylense de; Prag’daki “ altın yolu “ hatırlatmasının ötesinde, pek de çekici gelmiyor bana. 

11 Kasım Caddesi’nin Akmens ve Vanşu Köprüleri arasında kalan bölümünde, Riga Kalesini arıyorum, sonunda, hiç de kaleye benzemeyen, civciv sarısı renge boyanmış. Cumhurbaşkanı, bazen burada, bazen de Jurmala’da ikamet ediyormuş. 

11 Kasım 1919, Letonya Bağımsızlık Savaşı tarihi, bu nedenle, en gözde caddelerinden birinin adını vermişler Daugava Nehri boyunca uzanan caddeye. 

Açıkçası, “ vay anasını “ dedirtecek, bir tarihi dokuya rastlayamıyorum. Gerçi, tarih boyunca, istilaların, sonunda Nazi ve Sovyet Ordularının yıkımları, bu coğrafyada, taş üstünde taş bırakmamış. Yine de; Eski Şehir’in sokaklarında dolaşırken saat 19.00 olmuş bile. Zelma’ya, 20.00’de geleceğimi söylemiştim. Tren istasyonunun emanet bürosuna bıraktığım sırt çantamı alıp, istasyon meydanından kalkan, 17 nolu troleybüsü beklemeye başlıyorum. Kadıncağız, günler önce, evine nasıl ulaşabileceğimi, o kadar detaylı yazmıştı ki; zorlanmam mümkün değil. Uzunca bir yoldan sonra, söylediği otobüs durağında iniyor ve az sonra kapının zilini çalıyorum. Sevinçle açıyor kapıyı Zelma. 66 yaşında, canlı, kültürlü ve gezmeye aşık, detaylara düşkün bir insan. Evi tertemiz. Torunlarının resimlerini gösteriyor. 

Sadece bu gece için, iki CS misafiri olduğunu yazmıştı. Biz sohbet ederken, 20-22 yaşlarında iki genç kız geliyor. Biri Belçika’lı, diğer İngiliz. Finlandiya’ya geçeceklermiş yarın. 

Ev bir oda, bir salon, biri Zelma’nın odası, anlaşılan, salonda, kızlarla beraber yatacağım bu gece. Baştan pazarlık yapıyor; “ bugün çok yürüdüm, horlarsam, kusuruma bakmayın “ diyorum peşinen. 

Zelma, çok pratik bir kadın. Yatağının altından çıkardığı şişme yatağı, elektrikli pompa ile şişirince, iki kişilik geniş bir yatak çıkıyor ortaya. Salonun ortasına seriyoruz, ben de çekyata uzanıyorum. İnşallah, bu gece, balkondan aşağı atmazlar beni !  

11.06.2011 ( RİGA – JURMALA – SLOKA – VAİVARİ – RİGA ) 

Gece uyku sersemi, yanımda sere serpe yatan iki kız görünce önce, bocalıyorum, sonradan, alışıyorum oda arkadaşlarımın varlığına. Birlikte kahvaltı yaptıktan sonra, benden önce, sırt çantalarını alarak, vedalaşıp, ayrılıyorlar. Sonra da, ben çıkıyorum. Birivibas Caddesi boyunca yürüyerek, adını eski Leton Tanrıçalarından alan Milda diğer adıyla Özgürlük Anıtı önünden, Merkela caddesine, sonra da, tren istasyonunun arkalarında kalan Otobüs Garına geliyorum. 14 Haziran’da Estonya’ya geçeceğim, Euro lines’tan Talin bileti alıyorum. Aslında, bu ülkelerde, ulaşım araçlarında yoğunluk yaşanmıyor, ama, alışkanlıktan olsa gerek, birkaç gün önceden alıyorum biletlerimi. 

Sonra da, danışmadaki kıza, Jurmala minibüslerinin nereden kalktığını soruyorum. “ Trenle git, hem daha ucuz, hem daha çabuk gider “ deyince, 150 metre 

İlerideki tren istasyonuna geliyor ve bilet alıyorum ( 0.95 Lat ). Bugün Cumartesi. Üstelik, hava da bunaltacak kadar sıcak olunca, Jurmala’ya ilgi fazla anlaşılan. Girdiğim vagon tamamen dolu, 10.52’de hareket ediyoruz. Az sonra; yaşlı bir kadın, elinde koca bir mühürle, dolaşıp, bilet kontrolu yapıyor ve arkalarını mühürlüyor. Biletsiz yakaladığı birkaç kişiye de, güler yüzle cezalı bilet kesiyor. 

35 dakika, Jurmala’da, Majori tren istasyonunda, çoğu insanla birlikte iniyorum. İstasyonun karşısındaki, Turizm Danışma bürosuna giriyor ve görevli kızdan; “ the resort architecture of Jurmala “ haritasından vermesini rica ediyorum. Jurmala’da bulunan, birbirinden güzel evleri, villaları gösteren bir harita bu. Bir yığın harita uzatıyor, teşekkür edip çıkarken; “ bir dakika “ diyor. Benim istediğim haritadan kalmamış. Bilgisayardan buluyor, üst katta yazıcıdan çıktısını alıyor ve dosyalayıp uzatıyor. Bildiğimiz bir danışma ofisinde klasik cevap; “ kalmadı “ olurdu, bu iyi niyet unutulabilir mi ? 

Jurmala’da, dörtbinden fazla, birbirinden güzel evlerin adreslerini ve fotoğraflarını gösteriyor, kızın, özveri ile hazırlayıp verdiği harita. 

Jurmala’nın ana caddesi olan Jomas İela’da, esnaf, hediyelik eşya tezgahlarını, restoran ve kafeleri açmaya çalışıyor. Yazlık ev ( Rusça’da Daça ) ve plaj kültürünün yaygın olduğu, hatta, plaj geleneğinin orijini olan Jurmala’nın neredeyse, tüm sokaklarına girip çıkıyorum. Harika mimari olan ahşap evlerin çoğu, ilgisizlik veya parasızlıktan perişan olmuş. Ancak, aralarında, öyle güzel, bakımlı, bahçelerinden çiçekler fışkıran evler var ki; hayranlıkla izliyorum. Juras İela’da, yeni düzen kompradorlarının malikaneleri de gıpta edilecek kadar güzel. 

Dolaşırken, bir önceki tren istasyonu Dzintari’ye gelmişim. Dzintari Konser Salonu hemen karşımda, sıcak, güzel binası ile oldukça popüler bir yermiş. Lienes İela boyunca neredeyse, Jurmala’nın tümünü kuşaklarcasına dolaşıyorum. Ahşap kilise’de bir yoğunluk dikkatimi çekiyor, bir nikah töreni var içeride. Bir sandalyede oturup, seyrederken, dua okuyan rahip beni görünce, bir an susuyor. Aynı anda, bütün gözler arkaya, bana çevriliyor. Gülümseyerek el sallayıp, selam veriyorum, cemaat de bana selam veriyor. 

Jurmala Şehir Müzesi, Turgenu Caddesinin köşesinde. Kentin ahşap mimarisi ile çelişkili beton binaya giriyorum ( 3 Lat ). Ama, çok güzel hazırlanmış, modern bir salonda buluyorum kendimi. Almanlar tarafından keşfedilen ve 1800 yıllarından bu yana, plaj kültürünün gelişimini, spa’ların, sauna kültürünün yaygınlaşmasını ve yaygınlaşan yazlık ev mimarilerinin tarihini keyifli bir şekilde anlatıyor. İnteraktif ekranlarda, daha detaylı bilgilere erişmek mümkün. Diğer salonda, çağdaş ressamların, birbirinden güzel Jurmala temalı tabloları, Çıkarken, görevli kadın, kuytuda bir salona sokuyor beni. Balıkçıların, teknelerin ekipmanlarının, deniz kültürü içerikli objelerin sergilendiği bu loş salon da hayli ilginç. 

Sonra, Baltıc Beach otelinin yanından, deniz kıyısına, incecik, beyaz kumların sahiline çıkıyorum. Deniz suyu sıcaklığının 14 derece olduğunu gösteriyor, bir pano. Sere serpe uzanmış, fizik kanunlarına direnen vücut ölçüleri ile güneşlenen Baltık dilberlerinin arasından geçerek, cankurtaranların bulunduğu gölge platforma geliyor ve pür dikkat denizdeki insanları gözlemelerini ve görev disiplinlerini izliyorum. 

Açıkçası, 14 derece bir deniz suyu, girmek için istek uyandırmıyor bende. Tren istasyonuna gelerek, daha ilerideki Sloka’ya gitmek için, bilet alıyorum ( 0.50 Lat ). Dubulti, Jauntdubulti, Pumpuri, Melluzi, Asari ve Vaivari banliyöleri de, birbirinden güzel evlerle süslenmiş, sessiz, sakin yerleşimler. Lielupe Nehri, geniş, yemyeşil çayırların arasından akıp gidiyor. Kemeri istikametine giden trenden Sloka’da iniyorum. Amacım, Sloka ile Vaivari arasındaki 3 kilometrelik mesafeyi yürüyerek geri dönmek. Aksi gibi; istasyonlar arasındaki en uzak mesafe bu iki istasyon arasında. Sloka, civarındaki fabrikalar nedeniyle, işçi nüfusun da yoğun olduğu bir yer. Tren istasyonu civarında, blok apartmanlar bunun göstergesi. Sahile yaklaştıkça, yine, bahçeli güzel evler yoğunlaşıyor. 1.5 saat kadar, asfalt yola paralel, orman içinde dar bir patika boyunca yürüdükten sonra, artık, Vaivari tren istasyonunu sorma zamanının geldiğini hissediyorum. 

Bir kavşakta otomobilleri çevirmekte olan trafik polislerine soruyorum, hiç de aklıma gelmeyecek bir yönü tarif ediyorlar. Toprak patikalardan geçerek, küçücük bir kulübeden ibaret istasyon binasından başka, platformu bile olmayan Vaivari istasyonuna geliyorum. Tren, asılı saat tarifesine göre, gelmek üzere. Oysa, bilet gişesi kapalı. 

Az sonra, yanıma gelen bir çifte; “ bileti nereden alacağım “ diyorum. Adam, düzgün bir İngilizce ile, “kafanı takma, belki trende verirler “ diyor. Rusya’dan gelmişler, sık sık Türkiye’ye, yamaç paraşütüne gittiğini söylüyor. Tren geldi gelecek derken, birden, felaket bir yağmur başlıyor. Islanmaya başlamışken, tam 17.10’ da tren giriyor istasyona. Jurmala’ya yaklaştıkça, her istasyonda, yığınla insan biniyor. Ani bastıran yağmurda hemen herkes, hazırlıksız yakalanıp, sırılsıklam olmuş. Kontrolör kadın dolaşıp, bileti olmayanlara bilet kesiyor ( 1.10 Lat ). Sonunda Riga’ya varıyor tren, hava kasvetli, serin. Gezmek gelmiyor içimden, otobüs terminalinin bekleme salonunu gözüme kestirmiştim. Rahat koltukları ve geniş mekanı ile rahat bir yer. Buraya yürüyor, ne zamandır yazamadığım notlarımı toparlıyorum, saat 20.00’ ye kadar. Zelma’nın evinin yolunu tutma zamanı geldi. 

Büyük kentlerin tamamında olduğu gibi, Riga’da da, hafta sonları, meydan serserilere kalıyor anlaşılan. Elinde bir pazar torbası ( ki içinde muhakkak, kocaman bir içki şişesi vardır ), kafada kasket, hafif kambur yürüyen birini gördüğüm zaman, büyük olasılıkla alkolik olduğunu anlıyorum artık. Hemen hepsi, iki de bir çantalarındaki şişeden aldıkları fırtlarla harman olmuş, boş gözlerle bakıyorlar etrafa. 

Az önce, gözümün önünde, kentin göbeğinde, tren istasyonunun yanındaki Stockmann mağazasının önünde, üç serseri, 18-20 yaşlarındaki üç genci çevirip, soymaya kalktı resmen. Ben, şaşkın, ne yapabilirim diye düşünürken, iri yarı bir genç, bağırarak geldi, serserileri iterek uzaklaştırdı. Sokaklar bomboş, hava henüz kararmadı, ama, tüm mağazalar kapalı. 

Akşamları, Zelma’nın evine dönerken, yürüyerek gitmeyi tercih ediyorum. 45 dakikadan fazla süren yürüyüş zorlasa da; evlerine dönen Riga’lıları seyretmek de ayrı bir kazanım oluyor. Brivibas caddesi boyunca yürüyorum yine, sonra, sağda Bikernikeu İela ( cadde ) sine gireceğim, iki durak mesafede Zelma’nın evi. Cadde üzerinde bir tabela dikkatimi çekiyor. 

Fesli, palabıyıklı, elinde bıçaklar olan bir adam resmi ve altında Turk Kebab yazıyor. Vitrini de dürüm içinde, döner resimleri ile süslemişler. Dayanamayıp, giriyorum içeri. Görünürde Türk’e veya Kürt’e benzer kimse yok. Dört beş Leton dilber, tezgahın arkasında uğraşıp duruyorlar. Bu güzellikleri ile döner kesmeyi her ne kadar bağdaştıramasam da; sadece bir müşteri hatırlayıp, koca bir dürüm içinde ve ayran siparişi verip ( 1.99 Lat ), buram buram Türk kokan, hoş dekoru incelerken, servisi bekliyorum. 

Gezimin 17. gününde, bir Türk lezzeti ile şımartıyorum kendimi. Sonra, Bikernikeu İela’nın tenha kaldırımlarından, evin yolunu tutuyorum. Zelma; ilerlemiş yaşına rağmen ( 66 ) meraklı ve canlı bir kadın. Her akşam döndüğümde, adeta, faaliyet raporu istiyor benden. Jurmala’yı, Sloka’dan Vaivari’ye yürüyüşümü anlatıyorum. 

Yarın Sigulda’ya gideceğimi söyleyince, hemen internetin başına geçerek, otobüs ve tren saatlerini, haritalarını indirip, veriyor bana. 

Fotoğraf makinemin bataryalarını şarj etmem gerek, ama, ben de perişanım bugün. Uyuyarak, derin bir şarja benim de ihtiyacım var. 

12.06.2011 ( RİGA - SİGULDA - KRİMULDA - TURAİDA - RİGA ) 

Bugün Türkiye’de Genel Seçimler yapılıyor. Akşama, neticeleri izlemem lazım. Henüz Zelma uyurken, usulca çıkıyorum dışarı. Ancak, serin ve puslu havayı hissedince, yine usulca dönerek, sırt çantamdan, yağmurluğumu alıyorum. Troleybüs’de birkaç yaşlı insandan başka kimseler yok. Tren istasyonunun önünde iniyor ve 09.10 için Sigulda tren bileti alıyorum ( 1.55 Lat ). Kadın nedense, “ dönüş biletini de al “ deyince, bir bildiği vardır diyerek, dönüş biletimi de alıyorum ( 1.47 Lat ). Bu saatlerde, hemen yandaki Rimi süpermarkette, fırından yeni çıkmış börekler vardır. Meydandaki banklara tünemiş alkolikleri kovalamaya çalışıyor polis. Ben de, sağlam bir kahvaltı ile başlıyorum güne. 

Bugün Pazar günü olduğu için, trenlerin yoğun olacağını söylemişti Zelma. Oysa, neredeyse, bomboş bulunduğum vagon. Havanın soğuk ve yağmurlu oluşunun da rolü olmalı. Hareket ettiğimizden bu yana, Gauja Milli Parkının, ormanlarının içinde ilerliyor tren. Küçücük, ahşap binaları bulunan istasyonlarda duruyoruz, çoğunun peronu bile yok. 

Sigulda, Riga’nın 50 kilometre doğusunda yer alan ve Letonya’nın İsviçresi denilen küçük bir yerleşim, 12. yy ortaçağ kalelerine ev sahipliği yapar. Kasabada yer alan Sigulda Kalesi ve avlusundaki açık hava konser salonunda yapılan Opera Festivalinden başka, bastonları ile de ünlü. Yağmur yağmasa da; Sigulda’dan, Turaida’ ya uzanan orman patikaları içerisinden yürüyebilsem. 70 dakika süren tren yolculuğu sonunda Sigulda’ dayım. İnen yolcular, bir anda kayboluyorlar, ortada kalakalıyorum. Bir tek insan yok görünürde, in cin top oynuyor, meydanda ve caddelerde. Allahtan turizm ofisi açık, görevli kızın verdiği haritada, dört farklı yürüyüş rotası var. 

Favorim, Gauja Ormanlarının içinden geçen patikaları izleyerek, 800 yıllık Ortaçağ Kaleleri ve mağaraların önünden geçen yeşil noktalı yürüyüş parkuru. Haritaya uyarak, Raina İela boyunca ilerledikten sonra, yemyeşil çayırların içinde, önündeki fıskiyeli havuzuna, çan kulesinin aksi düşen ve olmadık ışık oyunları yapan Sigulda Kilisesinin önünde buluyorum kendimi. Bisikletlerle, yürüyerek Kilisede başlamak üzere olan Pazar ayinine geliyor, 10000 nüfuslu Sigulda kasabasının müminleri. 

Yakınlarda, Gauja nehrinin üzerinden karşıda Krimulda tepelerine ulaştıracak teleferik hattı olmalı. Ne var ki; yoğun ağaç dokusundan görünmüyor. Acele etmeden, yeşil çayırlar üzerindeki papatyaları seyrediyorum. Hiç, bu kadar papatyayı bir arada görmedim bu yaşıma dek. Haritayı açıp, teleferik istasyonunun yerini kestirmeye çalışırken, uzun boylu bir genç yanıma geliyor, trenden inerken görmüştüm. Teleferik İstasyonunun nerede olduğunu soruyor. Anlaşıldı, Amerikan vatandaşı olup, Riga’da görevli Chris’le yol arkadaşı olacağız bugün. Tek tük levha görüyoruz, onlar da Letonca yazılmış. Sonunda yakaladığımız yaşlı bir adamcağız, tahmin ettiğimiz istikameti gösteriyor. 

Sigulda, bizim Devrekani gibi, bastonları ile ünlü. Önünden geçtiğimiz parkın bir köşesinde yere saplanmış, büyüklü küçüklü bastonları ile bu özelliğini hatırlatıyor. Teleferik istasyonunun önündeyiz, az önce hareket ettiğinden, 50 dakika beklemek zorundayız. Çaresiz bekleyeceğiz, ağır ağır dönen dönme dolap; Gauja Ormanlarını ve aşağılarda akan gümüş renkli Gauja Nehrini izlemek için iyi bir yol ( 1 Lat ). Az ileride, eğimli yemyeşil çayırdan Gauja Nehrinin önüne ulaşan telesiyej hattı, bungee jump ve kış sporları için pratik bir ulaşım imkanı sunuyor ( 2 Lat ). 

Ülkemizde henüz tanınmayan Olimpik Bobsled sporu için, daha doğrusu, Sovyetler Birliğinin dağılmasından önce, Milli Bobsled Takımının çalışma yapması için oluşturulmuş alan burası. Bobsled, altı düz veya iki sıralı ayağı olan, üzerinde tek veya iki kişi ile, buz üzerinde, 160 km/ saat’e kadar hız imkanı veren bir tür kızak. Teleferiğin kapısını açıp, aşağıda uzanan orman denizin üzerine atlayarak bela aramanın, yani bungee jump’in ücreti 18 Lat. Sessizlik, tertemiz hava, bir tek beton bina olmayışı, dört tarafta yankılanan kuş sesleri metabolizmamı da etkilemiş olmalı. Felaket uykum var, şu çayırların üzerinde uyanmadan günlerce uyuyabileceğimi sanıyorum. 

Zaman çabuk geçiyor, teleferiğin önüne geliyoruz. Bizimle birlikte beş kişilik bir aileden başka kimse yok. Çok yaşlı ama bir o kadar da bakımlı görevli kadın, dikkatle teleferiğin kapılarını kapatıyor, güvenlik sistemlerini kontrol ettikten sonra, gişeden aldığım biletin ( 2.5 Lat ) kulağını yırtıp iptal ediyor. Yaşı yetmişin üzerinde olan bir kadının, hem de teleferik hattında görev yapması ne kadar yabancı geliyor bize. Yaklaşık 200 metre yükseklikten, altımızda uzanan Gauja Milli Parkının çam ağaçları ile yeni Sigulda Kalesini seyrediyorum. 

Krimulda ‘nın ıssızlığında kalakalıyorum inince. Doğanın bu bakirliği, resmen rahatsız etmeye, melankoliye itmeye başladı sanırım beni. Az ileride levhalar, bir bina topluluğu işaretliyor. İngilizce levhalara rastlamaktan artık umudumu kestim Baltık Ülkelerinde. Ancak, kent merkezinde Eski Yerleşimlerde var. 

Güzel bir parkın içinde yürürken, geleneksel, ahşap heykelcikler gözüme çarpıyor. Muhtemelen, Hristiyanlık öncesi Pagan inancın geleneksel motiflerini taşıyan, totem işlevi gören anılar olmalı. 

Park bitiminde, bir anda doğal dokunun zıttı, İyon tarzı başlıkları ile güzel bir bina çıkıyor karşıma. 1897 yıllarında yapılmış, son yıllarda sanatoryum olarak kullanılıyormuş. Önünde güllerle bezenmiş bahçenin arkasında, tren katarını andıran, tek katlı, hastalar için güneşlenme odaları yapılmış. 

Karanlık, terkedilmiş duygusu veren binaların kafe veya restoran olduğunu gördükçe şaşırıyorum. Hiçbir levha olmadığına göre, devamlı müşterileri olmalı. 

Krimulda Kalesi, 1255 yıllarında yapılmış, ne var ki; bugün, bir cephe duvarlarından başka bir şey kalmamış. 

Livonya Konfederasyonunun, güçlü dönemlerinin üç kalesi Sigulda, Krimulda ve Traida arasındaki yürüyüş patikaları Gauja Ormanları içinden devam ediyor. Chris, benim gibi, zorlu ve uzun patikayı seçiyor. Ormanın derinliklerine dalıyoruz. Ama, çok geçmeden, her tarafımıza yapışan ve peşimizi bırakmayan sineklerden beziyoruz. Üstelik, hiçbir işaret göremiyoruz yürüyüş esnasında ve bir kaç kez, gereksiz tırmanış ve dönüşten sonra, altı kilometrelik yolun, bize çok daha uzayacağına, sonunda da, Turaida Müze Alanını görecek vaktimiz kalmayacağında hemfikir olarak, bu yürüşü iptal ediyoruz. 

İki yüzden fazla ahşap merdiven indikten sonra, araç sesleri duyulmaya başlıyor ve Sigulda- Turaida asfaltına paralel toprak patikada yürümeye başlıyoruz. Solda, kalabalık, Gutmana Mağarasını ziyarete gelmiş olmalı. Mağaranın fevkalade bir özelliği yok. Yine de, 19 metre derinlik, 12 metre genişlik ve 10 metre yüksekliği ile Baltık coğrafyasının en büyük mağarası sayılıyor. 

Aslında mağaranın ünü; 16. yy’ a uzanan bir efsaneden kaynaklanıyor. “ the rose of Turaida “ yani , Traida’nın gülü efsanesi; mağarada buluşan ve evlenme hazırlıklarında olan iki sevgilinin trajik sonunu anlatır. Genç kıza göz koyan bir asker, kandırarak ona sahip olmak ister. Ama, kız teslim olmamak için, serbest bırakılması karşılığında, boynunda taşıdığı, ölümsüzlük veren sihirli eşarbı vermeyi önerir, kendisine göz koyana. Sihrin ispatı için de, kılıçla boynunu kesmeye çalışmasını ister. Adam kılıcı boynuna vurunca, zavallı kızın vücudu iki parçaya ayrılıverir bir anda. Bundan sonrası yoruma bağlı; kız teslim olmamak için bile bile kendini öldürtmüş olabilir, veya, gerçekten eşarbın, ölümsüzlük veren sihirine inanmış olabilir. Kesin olan bir şey varsa, dört yüz yıldır bu olayın halk arasında unutulmamış olması ve mezarından ziyaretçilerin eksik olmaması. 

Orman içinde rutubetin zirve yaptığı asfalt yokuşu tırmanırken, kan ter içindeyim. Turaida Kalesinin kulesi görünüyor zaman zaman ağaçların arasından. Araç trafiği, Turaida Müze Alanına akıyor tamamen. Girişteki küçük binadaki gişeden giriş bileti alıyorum ( 3.5 Lat ). Az ilerleyince, geleneksel Ortaçağ giysileri içinde bir kadın, bilet kontrolu yapıyor. 

Sanki havaalanına girer gibi disiplinli bir girişi var. Kale 1214 yıllarında Riga Başpiskoposluğu için yapılmış ve antik Livonca’da Tanrı’nın Bahçesi anlamına geliyor. Bu coğrafyada 300 yıl, feodal bir yapı olarak Estonya ve Letonya topraklarında Töton Şövalyeleri tarafından kurulmuş olan beş küçük devletin başında Piskoposlar bulunuyordu. 

Kale içinde her salon ve odada bir şeyler sergileniyor, kalenin geçmişi hakkında, hem de detaylı olarak. Ancak, kale öyle kötü bir restorasyona tabi tutulmuş ki; sanki, sıfırdan bir kale yapılmış. Ne var ki, sergilenen objeler, bu açığı fazlası ile kapatıyor bence. Bodrum kat hapishane ( muhtemelen işkencehane ) ve barut deposu olarak kullanılıyormuş. 

Martin Luther’in, 1523 yılında, Letonya Hristiyanları’na gönderdiği ilk mesajın kopyası, bu ülke tarihi için önemli bir belge. Ortaçağ Kilisesinin endüljans bedellerini artırması üzerine başlayan ayaklanmanın mimarı olan Luther, Protestanlığın babası olarak da anılır. Endüljans; günahların af edildiğine ve cennete gidileceğine dair Hristiyanlara satılan af belgesidir. Tahminimden daha uzun süre kalıyorum, kale müzesinde. 

Bir ıhlamur ağacının altında, az önce, hikayesini anlattığım Turaida Gülü, Maija Rose’un mezarı var. Etrafında yanan kandiller, çiçekler ve dua eden yaşlı kadınlarla dolu. 

Geniş bir çayır, Dainas Hill, heykel parkı olarak düzenlenmiş. Letonya’nın ünlü folk müzik araştırmacısı Krisjanis Barons’a adanan bu alan, bir sanat vahası, bir yeşil cennet, tertemiz çimenler ve üzerindeki papatyalar ile. Sağa sola serpiştirilmiş heykeller, yüzyıllardır, değişik acılar içinden, bu günlere gelmiş Letonya’nın, sanata verdiği değer şaşırtıcı değil mi? Bu alandan ayrılmak istemesem de, uzaklardan gelen folk müzik başka bir köşeye davet ediyor beni. 

Geleneksel folk giysileri içerisinde sanatçılar folk parçaları çalıyor, önlerindeki sıralara oturmuş, 5-10 yaşlı dikkatle dinliyor, bir çift de geçmiş özlemleri ile kıvrak danslar yapıyor. 

Avrupa Birliği bir ülkeye yakışmayan bir köşe dikkatimi çekiyor. Burada, geyik, kartal, ceylan, domuz, tilki ve samur kürkleri ve dondurulmuş başları satılıyor. Oldukça da rağbet görüyor. Bu güzelim alana hiç yakışmayan görüntüler bunlar. 

Geleneksel folk giysileri içerisinde sanatçılar folk parçaları çalıyor, önlerindeki sıralara oturmuş, 5-10 yaşlı dikkatle dinliyor, bir çift de geçmiş özlemleri ile kıvrak danslar yapıyor. 

Avrupa Birliği bir ülkeye yakışmayan bir köşe dikkatimi çekiyor. Burada, geyik, kartal, ceylan, domuz, tilki ve samur kürkleri ve dondurulmuş başları satılıyor. Oldukça da rağbet görüyor. Bu güzelim alana hiç yakışmayan görüntüler bunlar. 

Yavaş yavaş el etek çekilmeye başlıyor ortalıktan. Chris’le birlikte çıkıyoruz dışarı. Hediyelik eşya tezgahlarında çok değişik şeyler satılıyor. Sovyet zamanından kalma bir Lenin rozeti alıyorum ( 0.5 Lat ). Sigulda’ya giden otobüs iki dakika önce kalkmış. 

Chris, durağın arkasındaki kafeye gidiyor, ben, Turaida köyünün içlerine giriyorum. Rengarenk çiçeklerle dolu bahçelerde, sebze fidelerini çapalıyor ev sahipleri. Durağın önündeki küçük göletin içinde açmış pembe nilüferler arasında, iki Rus aile, buz gibi suya aldırmadan keyifle yüzüyorlar. Tam saatinde, 16.45 ‘de geliyor Sigulda otobüsü ( 0.3 Lat ). 5.5 kilometrelik yol bir çırpıda bitiveriyor. 

Chris, kafaya takmış, Krimulda ve Turaida Kalelerini gördük, Sigulda Kalesini de görelim deyince; sabah yürüdüğümüz Sigulda Kilisesinin önünden geçerek, eğik güneş ışıklarının altında, daha da canlı ve kışkırtıcı görünen yemyeşil çayır ve beyaz papatyaları hayran seyrederek, kalenin bulunduğu geniş alanın, demir kapısından içeri giriyorum. Bir parkın köşesinde, yine folklor araştırmacısı Krisjanis Barons’un heykeli yükseliyor. Sigulda’da, sert bir kış geçirmek isterdim, karlar ve buzlar arasında. 

Sigulda Kalesinin restorasyon çalışmaları başlamak üzere göründüğü kadarı ile. İş makineleri, malzemeler yeni gelmiş besbelli. Öndeki yeni Sigulda Kalesi restoran olarak kullanılıyor. Yemek kokuları geliyor, içeri giriyoruz, her yeri dolaşıyoruz, hayret; kimseler yok. 

Arkada, eski Sigulda Kalesinin bulunduğu tarafa geçiyoruz. Sağlam kalan tek bir duvar kalmış. Kapının üzerindeki, mermer kitabede, şövalye resimleri olmasa, kale olduğu anlaşılamayacak. Yemyeşil Gauja Ormanlarının arasından tuğla renkli Turaida Kalesi yükseliyor, uzaklarda. Bol bol fotoğraf çekiyorum. 

Riga’ya gidecek tren 18.56 ‘da hareket edecek. Batı kültürünün olmazsa olmazlarından Kafede oturmak. Chris, yine kafeye gidiyor, ben, doyamadığım Sigulda’nın ıssızlığını dolaşıyorum. 

Cesis istikametinden gelen trene biniyorum Riga’ya gitmek üzere. Rayların tıkırtılarını dinledikçe, günün yorgunluğu bastırıyor, sık sık uyuyup uyandığımı hissediyorum. Kapalı ve puslu hava olmasına rağmen, yağmura yakalanmadan tüm gün yürümenin keyfi de onca yorgunluğa fazlasıyla değdi. 

13.06.2011 ( RİGA )  

Bugün fazla yürümemeye, yorulmamaya çalışacağım. Zelma ile kahvaltı yaptıktan sonra çıkıyorum. Akşam, durmaksızın yağmur yağmış olmalı. Yollarda, küçük göletler oluşmuş. Yorgunluktan, kendimden geçmiş olmalıyım, hiç duymadım. Ortalık serin ama bulutsuz. Zelma’nın evinin bulunduğu Bikernikeu İela, tek yön araç trafiğine açık. Bu nedenle, Riga merkeze giden otobüslere binebilmek için, iki yüz metre kadar yürüyerek Brivibas İela’ya çıkmam gerekiyor. Bu kez, Rus Ortodoks Kilisesinin önünde iniyorum. Yanında küçük bir park, parkın içinde de, Michael Barclay de Tolly’nin heykeli var. Bu general, Napolyon Bonapart döneminde, kaçınılmaz olan savaşlarda, Prusya, Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın oluşturduğu ittifak ile Fransa’ya saldıran Rus generaldir. Letonya ile ilgisi nereden geliyor acaba ? 

Bu kez, yaldızlı kubbelerinin önünden günlerdir geçtiğim Rus Ortodoks Kilisesindeyim. Çok tatlı bir mavinin hakim olduğu duvarlarda, renkli bezemeler, yaldızlı ikon panoları çok güzel. Sovyetler zamanında sanatoryum olarak kullanılan, kilise, 1991 bağımsızlığından sonra yeniden ibadete açılmış. 

Özgürlük Anıtında, Milda’nın, başının üstünde, tuttuğu üç yıldız sabah güneşinde parlıyor. Etrafı yine fotoğrafını çekmek isteyen turistlerle dolu. Önünde iki muhafız nöbet tutuyor. Az ileride, akordeoncunun, marifetli parmaklarından çıkan melodilerle daha da güzelleşiyor Özgürlük Meydanı. 

Saint Peter Kilisesinin çatısından Riga’yı fotoğraflamak için, Eski Şehir’e giriyorum. Kapalı. “ The Museum of Occupation “ yani Letonya İşgal Müzesi de kapalı bugün. İyi ki, bugünü beklememiş, daha önce gezmişim. Her cephesinde siyah rengin hakim olduğu İşgal Müzesi, özellikle bu renge hakim olmalı. Diğer Baltık Ülkeleri gibi Letonya da, oldukça zulüm görmüş tarih boyunca. 

Bugün, Müzenin önünde bir açılış var. 1940 – 1991 yılları arasında gerek Nazi, gerekse Sovyet soykırımlarının hatırlatıldığı bir toplantı ve stand açılacak olan Müze kapısının önüne dizilmiş koltuklar yavaş yavaş doluyor. TV ekipleri çekim yapıyorlar. Sanırım Cumhurbaşkanı geliyor kürsüye, polis çemberi biraz daha daralıyor, ama, sert hiçbir hareket ve barikat yok. Alkışlar devam ederken, ben de, Eski Şehir’in içlerine doğru ilerliyorum. 

Marstaju İela caddesinde, kentin 17 yy zenginlik mirasının eserleri olan, Dannenstern ve Johannes Reiten evleri, harap olmuş olsalar da hala dikkat çekiciler. Barikat Müzesi açık bugün. Ne var ki; LP haritada yanlış göstermiş müzenin yerini. Dome Katedralinin etrafında, dört dönüyorum. Bulmam mümkün değil, sora sora, eski bir binanın, yıpranmış kapısını gıcırtıyla açarak, ikinci katında buluyorum müzeyi. Girer girmez de görevliye, haritayı göstererek; yanlış işaretlendiğini, LP’yi ikaz etmelerinin isabetli olacağını söylüyorum. Adam da şaşırıyor, not alıp, teşekkür ediyor ve güzel bir kutu içerisinde, Barikat günlerinin fotoğraflarından derlenmiş güzel bir takvim verdi. 

Sovyetler Birliğinin dağılma arefesinde, Baltık Ülkelerinin, bu arada Letonya’nın da 1990 yılında Bağımsızlık isteklerinin Sovyetler Birliği tarafından silahla bastırılması esnasındaki direnişi ve kent meydanlarına ve sokaklarına kurdukları barikatı anlatıyor. Küçük bir salon ama, fotoğraflar, posterler, belgeler ve interaktif bir sistem ile o günlerin onurlu ve inatçı direnişini yaşatıyor adeta. Her tarafın kar ve buza kestiği Ocak 1991 ‘de, blok betonlarla, kent merkezine kurulan barikatlar, meydanlarda yakılan ateşler, halkın sivil direnişi, Sovyet askerlerinin ürkekliği, karlar üzerinde yaralılar ve ölüler, vızıldayan kurşunlar belgesel bir filmde tüm ayrıntıları ile veriliyor. Riga’daki direnişin merkezi de Dome Meydanı oluyor. 

Bir yıl önce bağımsızlığını ilan etmiş olan Letonya’ya, can çekişmekte olan Sovyetler, OMON güçleri ile müdahale etti. 13 Ocak – 27 Ocak 1991 tarihleri arasındaki çatışmalarda en az yedi kişi öldü. 

Baltık Ülkelerinin, Sovyetlere baş kaldırması, 23 Ağustos 1989 tarihinde başladı. Litvanya, Letonya ve Estonya'daki halk el ele tutuşarak Tallinn'den Riga'ya oradan da Vilnius'a kadar uzanan 600 kilometrelik bir insan zinciri oluşturarak dünyaya seslerini duyurmayı başardılar. Şarkı Devrimi adıyla anılan bu devrimi takiben 21 Ağustos 1991 tarihinde Letonya SSCB'den bağımsızlığını ilan etti. 2004 yılında da Letonya Avrupa Birliği'ne ve NATO'ya üye kabul edildi. 

Müzeden çıkarken kafam karmakarışık. Bir zamanlar umudumuz olan ( hala da serbest piyasanın karşısında tek ideoloji bence ) Marksizm nerede, Sovyetler Birliğinin ( ya da Reel Sosyalizm’in ) halkların kardeşliği adına despotluğu nerede ? Umutlar nerede ? 

Baltık halkları; – 30- 35 dereceleri bulan çetin kış şartlarından sonra, gelen baharla çok mutlu olmalılar, hemen herkesin elinde çiçek, her köşede çiçekçi dükkanı ve her evin camından sarkan çiçekler var. 

Yine, Eski Şehrin, olmazsa olmaz mekanı Dome Meydanındayım. Tam ortadaki kafede, şişman laternacı, aheste çevirdiği laternasından çıkan melodilerle, Ortaçağ dekorunu tamamlıyor. Sonra Livu Meydanına çıkarken, Büyük ve Küçük Esnaf Loncalarını ( Small Guild ve Great Guild ) fotoğraflamaya çalışıyorum daracık Amatu İela’da. Dönemin Alman tüccarlarının sosyal hayatlarının mekanı olan Gotik mimariye sahip bu binalar, 1330 yıllarına tarihleniyor. Tabii, sonradan defalarca yeniden en son da, 19. yy ‘da inşa edilmişler. Büyük Lonca binası, sükseli girişi ile Leton Filarmoni Orkestrasına ev sahipliği yapıyor. Livu Meydanı, çiçekli parkı ve bankları ile Dome Meydanından daha renkli ve hareketli. 

Bir açık hava konserini izliyorum uzun süre. Sonra, Daugava Nehri boyunca ilerleyen 11 Kasım ( 11 Novembra Krastmala ) Caddesinin çok beğendiğim sahili boyunca, yürüyorum yine. Merkela Caddesine yürürken, tekrar, Eski Şehir dokusuna dokunuyor gözlerim. Merkela İela’da Lat alıyor, yandaki büfeden, susuzluğu giderdiğinden emin olduğum Kvass içiyorum bol bol. Yine bir Orta Asya ve Kafkas kültürü olan Kefir de çok yaygın Baltık coğrafyasında. Yer altı geçitlerinde yine, sax ve akordeon çalıyor sanatçılar. Dikkat ediyorum, parçaların hemen hepsi 1960 yıllarının parçaları. Yakın tarihi dolayısı ile trajedileri hatırlamak istememelerine bağlıyorum bu davranışlarını. 

Riga’yı yukarılardan görme imkanlarından birinden mahrumum bugün. Saint Peter Kilisesinin seyir terası kapalı. Umudum, Gogol Caddesindeki Bilimler Akademisinin 17. katındaki seyir terası. Uzaktan bile, Stalinizm’in ürpertisini hissettiren devasa bina, Moskova’da bulunan ve “ yedi kız kardeş “ denilen aynı mimarideki yapıların benzeri. Riga’lılar Stalin’in pastası diyorlar ona. Giriş kapısı öyle büyük ve ağır ki; aç karnına açmak mümkün olamaz herhalde. Küçük bir gişedeki, Stalin dönemini anımsatan kadına; é saat kaça kadar açık “ diye soruyorum, herkesin yaptığı gibi Rusça cevap veriyor bana. Gençlerin haricinde, bu ülkelerde ne hikmetse, tüm yabancıların Rusça konuşabildiklerine zannediyorlar. Sonunda, parmaklarımı, saatimi gösteriyorum, o da, kafasını sallayarak, açık olduğunu teyit ediyor. 

Şimdi sıra, Riga’da tanıştığım herkesin, ısrarla, gitmemi önerdikleri Lido Restoran’a gitmekte. Haritaya bakıyorum, biraz uzak olsa da, kentin bir başka yönünü gözlemlemek için yürüyebileceğim mesafede. Sanırım 5-6 kilometre uzakta. 11 Novembra Krastmala Caddesinin, Daugava Nehri boyunca devamı olan Krasta İela boyunca yürümeye başlıyorum. Giderek, yoğunluk azalıyor, salaş binalar ve tipler beliriyor. Vızır vızır işleyen otomobillerin yanında, garip bir yabancı oluyorum sonunda. Neyse, üç kilometre sonra, AVM’ler, otomobil satış galerileri başlıyor. Sonunda da, Lido’nun simgesi, yel değirmenini görüyorum. Diğer Baltık ülkelerinde de şubeleri olduğunu okuduğum Lido Restoran’ın önüne gelene kadar, bir tane reklam panosu koymamasını hayretle karşılıyorum. 

Odun kütüklerinden yapılmış, otantik dekorlar içerisinde, değişik ve ilginç bir yer. Herhalde; bu kadar ünlü olduğuna göre, mutfağı da sağlam olmalı. Alt kat, kendi imalatları olan Kvass ve bira için ayrılmış. Giriş kat; gerçekten çok değişik, insanı şaşırtacak kadar çeşitli yemek ve tatlı çeşitleri var. Hepsinin üzerinde fiyatları yazılı ve self servis. Üst katta, grup yemekleri ve toplantıları yapılıyor anlaşılan. Buraya gelmeden, hediyelik eşya alınca, yanımda Lat azaldı. Böyle bir yerde, döviz bozdurma imkanım olmadığını da anlıyorum, sorularıma olumlu yanıt alamayınca. Cebimdeki Lat’ların yeteceği şekilde, Rus’ların meşhur Borç Çorbasından ( 0.9 Lat ) ve Şaşlık dedikleri iri şiş etten ( 3 Lat ) alıyor ve koca salonu, patavatsız gülüşleri ve yaygaraları ile inleten Rus’lardan uzak bir masada zevkle yiyorum. Bir yandan da, altı gündür Riga’da olduğum halde, böyle bir lezzet vahasına son gün gelebildiğim için kendime kızıyorum. 

Bahçede, içinde, iri Japon balıklarının dolaştığı havuzun yanında bir masaya ilişip, Kvass içerken, karşıda ağır ağır dönen yeldeğirmenini seyrediyorum. 

Sonra, Lido’nun hemen önündeki duraktan 12 nolu otobüse biniyorum. Gelişmiş kültür ve şehircilik anlayışında her şey kolaylaştırılmış. Altı gündür Riga’dayım. Neredeyse, kimseye fazla bir şey sormadan, ulaşım araçlarından ve kent imkanlarından yararlandım, yeterli işaret ve açıklamalar sayesinde. 

Tren İstasyonunun arkasında iniyor ve Bilimler Akademisine yürüyorum. 2 Lat verip bileti alıyorum. Aynı kadın, aynı hızda bir şeyler söylüyor yine. Garip baktığımı anlayınca da; üzerinde İngilizce yazılı bir kartonu uzatıyor. 15 kat asansörle çıkılacak, son iki kat merdivenleri yürüyerek çıkılacakmış. 

Sabahtan beri sert bir rüzgar esiyor. 17. Kat terasının gölgede kalan yerleri buzhane gibi. Güneşin konumu da, Eski şehrin süsü olan kuleleri çekmeme izin vermiyor. Güneş alan kısımlarda, biraz ısındıktan sonra, seyir terasının etrafında tur atıp, en iyi fotoğrafları yakalamaya çalışıyorum. Ama nafile. 

Yaşlı bir İngiliz çift geliyor, soğuktan titriyor zavallılar, ellerindeki kamerayı alıp, birkaç poz fotoğraflarını çekiyorum, seviniyor, az sonra da kayboluyorlar. Türk olduğumu öğrenince, Makedonya, Bitola’ da ( Manastır )’da Mustafa Kemal’in okuduğu Askeri Okulu ziyaret ettiğini anlatıyor. Bina, anladığım kadarı ile Letonya Üniversitesinin muhtelif birimlerine ev sahipliği yapıyor. Dolaştığım 15. kat, Folklor ve Edebiyat Enstitüsü olarak kullanılıyor. 

Neden sonra, ben de iniyorum, hava adamakıllı soğudu, Brivibas Caddesinde son kez girdim kebapçıdan ayrılırken, artık aşina olduğumuz, uzun boylu, sarışın Leton kız, baygın bir “ bye “ çekiyor. Riga’da ana caddeler de bile, bisiklet yolları, tamamen ana trafikten ayrılmış ve süreklilik gösteriyor. Kavşaklar haricinde, ana trafik ile karışmadan devam edip, yanımdan geçip gidiyor bisikletliler. 

Evet, Riga’da, daha görülebilecek pek çok yer var, özellikle Vecriga dedikleri Eski Şehir’de. Kipsala’nın geleneksel kabuğunun nasıl hızla kırılıp, yeni yapılanmalara girdiğini, Agenskalns semtinde Zafer Anıtı’nı görmek mümkün. 

Zelma’nın torunları gelmiş. Biraz sohbet edip, Picasa’da fotoğraf tanzimini öğretiyorum, seviniyorlar. Letonya’da ve Riga’da son günüm bitiyor artık, yarın yeni bir Baltık ülkesine Estonya’ya geçeceğim. Beyaz Gecelerin azizliği, iyice hırpaladı, daha da hırpalayacak anlaşılan, Doğu’ya ve Kuzeye çıktıkça. Şu anda saat 23.20, hava hala aydınlık. Bio-ritmim de hava aydınlık iken uyumaya direnince, uykusuzluk devam edip gidiyor. 

14.06.2011 ( RİGA - TALİNN ) 

Sabah hem uyanmak istiyorum, hem kafam mıknatıs gibi yastığa yapışıyor. Mutfaktan sesler geldiğine göre, Zelma uyanmış olmalı. Çantalarımı toplamaya başlıyorum. Bugün, 25 Mayıstan beri sürdürmekte olduğum gezinin dördüncü ayağı olan Estonya’ya, başkenti Talin’e geçeceğim. 

Otobüs biletimi daha önceden almıştım ( 7.40 Lat ). Yolculuk, yaklaşık 4.5 saat sürecek. Yine CS ‘den tanıştığım Regina karşılayacak, Talin otobüs garında. “ Evim otogara yakın, varınca telefon et, gelir, karşılarım “ diye yazmıştı. 

Zelma, sağlam bir veda kahvaltısı hazırlamış. Bu, canlı hayat dolu kadınla vedalaşarak, sırt çantamı yüklenip, başka diyarlara “ vira Bismillah “ diyorum, bir kez daha. Güzel olan da bu; otobüs durağına yürürken Mevlana’nın dizelerini mırıldanıyorum keyifle; 

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait 

Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım 

Elektronik biletin son kontürünü kullanıyorum, bindiğim troleybüste. Cebimde, bir şişe su alacak kadar bile, para kalmadı. Allahtan, dün aldığım bir şişe su çantamda. Sabahın köründe, gereksiz Lat bozdurmak zorunda kalmadım. 

Tren garının arkasındaki otobüs garajına yürüyorum. Zeplin deposunu andıran binalardaki halk pazarında bu erken saatlerde oluşan kalabalığı görünce, insanlar arasındaki, gelir adaletsizliğinin daha ne kadar süreceğini düşünüyorum. Küçük, ama çok hareketli otobüs garı. Hemen her Avrupa ülkesine hareket var. Işıklı panolardan, peronu buluyor, yandaki bir banka ilişiyorum. Çok geçmeden geliyor otobüs. Yanımda, Las Vegas’lı bir fizik öğretmeni oturuyor. Saint Petersburg, Moskova sonra da, Trans Sibirya Ekspresi ile Pekin’e kadar gideceklermiş. Zaman zaman laflıyoruz, ama; gözüm, yol boyu devam eden harika manzaralarda. 

Son kez Riga ve Daugava Nehrine bakıyor, ev sahibelerim Jolanda ve Zelma’nın, sıcak ilgisine, dostluğuna bir kez daha minnet duyuyorum. 

Orman içine gizlenmiş yüksek çatılı evlerin bulunduğu köylerden, şahane villalardan bazıları gözüme çarpıyor, yoğun ağaçların arasından. Zaman zaman da, orman içinde satılık arazi levhalarını görüyorum. Letonya’da ekonomik kriz nedeni ile, topraklarını sattığını, belli parası olanlara yerleşme hakkı verdiğini duymuştum. Avrupa Birliği macerası, ormanları da satma noktasına mı getirdi acaba ? 

Yol boyunca, kesintisiz bisiklet ve yaya patikaları devam ediyor, şehirler arası yollarda. Ortalıkta ne bir ev, ne insan var. Ama, gayet şık giyinmiş kadınlar görüyorum, tek başlarına, otobüs duraklarında bekliyorlar. 

Evet, Letonya’dan, Estonya’ya geçiyoruz. Avrupa Birliğinin yıldızlı levhalarından anlıyorum. Serbest dolaşımın güzelliklerinden en önemlisi bu. 

Sınır prosedürlerinin bezdirici işlemlerinden uzak olmak ne güzel. Merhaba Estonya…  

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..