Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Kasım '11

 
Kategori
Blog
 

Leyleklerin "pipisi" olmaaaaaz!

Leyleklerin "pipisi" olmaaaaaz!
 

Bahçe kapısının hemen yanındaki akasya ağacı sarı benekli beyaz salkımlarını gururlu bir şekilde sergilerken; kömürlüğün hemen önündeki –adını bugün bile bilmediğim-  o dikenli ağaç ise beklemedeydi. Kuyunun üzerini kaplayan asmanın koruklarına henüz dokunmamıştım ama erik ve vişne ağaçları –sayemde- “bizler artık bu bahçede sadece yeşillikten ibaretiz ”diyorlardı. Köşedeki bodur şeftali bildim bileli meyve vermezdi zaten. Dutu da ben sevmezdim. Pencere önünde uslu uslu sıralanmış fesleğen ve aslanağızları; çiçekleri gramofona benzeyen sarmaşıklar birer ayrıntıdan ibaretti benim için.

“Bir şeyler yapmalıyım ama ne?” diye kafa patlattığımda İzmir’in o kavurucu güneşi tam tepedeydi!

 Ve babamın deyişiyle “kabahatlerim” de oldukça birikmişti. “Tahsilat” zamanının yaklaştığını hissediyordum açıkçası. Her an bir “hesaplaşma” olabilirdi.  Kuyudan çektiğim kova kova sularla bahçedeki obur ağaçları ve çiçekleri sulamak “infazı” ne oranda erteleyebilirdi ki? Hem sonra o sulama işi zaten benim işimdi!

Şöyle dişe dokunur bir iş yapmazsam geçici de olsa bir “af” ufukta görünmüyordu. Matematikten ikmale kalınmıştı! (Not: Siz de kabul edersiniz ki, her karne babaya gösterilmez. Hoş; baba notunu “Adam olmaz bu” diye çoktan vermiştir zaten karne gerekmez!)

Evet, evet, kuyulu bahçemiz komşularımızı kıskandıracak kadar güzeldi ama… Hani sanki bir şeyler de eksikti ve yukarıda da belirttiğim gibi  “bir şeyler” yapma zamanım çoktan gelmişti.

Daha 12 yaşındaydım ama her türlü “fırlamalığın” ödenmesi gereken bir bedeli olduğunun bilincindeydim ve “kabahatlerim” bir hayli birikmişti. Aslında kafamda “acayip güzel bir proje” vardı ama bir hayli rizikoluydu… Kömürlükteki yarım teneke kireç kaymağı ya kurtuluşum olurdu, ya da sonum!

Tam bu sırada benden, daha doğrusu “fırlamalıklarımdan” yaka silkmiş Halime Hanım Teyze (Kemal’in annesi.)balkona çıktı ve bir kaşını havaya kaldırarak bana manalı manalı baktı ve tekrar içeri girdi. Belli ki “infaz” gününü bekliyordu ve çaresizliğim onu sevindiriyordu. Avni Bey keserdi hesabı bugün; bugün olmazsa yarın! Bu konuda hiç şüphesi yoktu!

Halime Hanım Teyzemim yaptığı bu nispetli hareket beni kamçıladı. Kararlı bir şekilde kömürlüğe gittim ve yarım teneke kireç kaymağını aldım. Evet; kuyulu bahçemiz güzeldi ve mahallemizde bu kadar güzel, bu kadar yeşil ve bu kadar şirin bir bahçe yoktu! Yoktu ama briketten örülmüş duvarlarının o gri rengi bahçemize de hiç yakışmıyordu. Durum Vallahi de Billahi de böyleydi işte. Hani şöyle kireçle boyansa ve o gri renkli ruhsuz duvarlar şıkır şıkır beyaza kesse fena mı olurdu? Hem sonra ne diyordu Avni Bey? “Bir iş yapacaksanız söyletmeden, istetmeden yapın” demiyor muydu ev halkına?

O hızla işe giriştim. Bilenler bilir… Neden bilmem eskiden Ege’de evler, bahçe duvarları, çiçek saksıları ve ağaç gövdeleri kireçle boyanırdı. Sulandırılmış kireci duvara sürersiniz. Önce hiç renk vermez. Ama kurudukça beyaza keser, kurudukça beyaza keser ve öyle bir beyaz hiçbir yerde bulunmaz!

Tam bu sırada her türlü “yaramazlığıma” hoşgörüyle yaklaşan Hikmet Hanım Teyzem (Zeki’nin annesi)pencereye çıktı. Bakışlarıyla “Hadi bakalım çocuk; göster kendini” diyordu işte. “Anne” dedikleri de Hikmet Hanım Teyzem gibi olurdu zaten! Gönüllü alırdım börek tepsisini fırından! Bakkalına çakkalına gönüllü giderdim. Ve şimdilerde ayırt edebiliyorum ki; babama, yani o aksi adama da hayrandı biraz!

Öğlen uykusundan uyanmış akranlarım ( O zamanlar çocuklar öğlen uykusuna yatırılırlardı, Ben yatmazdım tabii.) başıma toplandığında bizim bahçe duvarı da beyaza kesmişti çoktan. İşi başından aşkın bir usta edasıyla hiç birine yüz vermedim. Alayına,” Hastirin gidin len başımdan” diye terslendiğimi bugün bile hatırlıyorum.

Evet; bahçe duvarı beyaza kesmişti ama ben hızımı alamamıştım nedense. Kömürlükte biraz toz boya vardı. Kırmızı renkte… O toz boyayı kalan kireçle karıştırıp “pembe” bir renk elde ettim. Yaratıcılığım üzerimdeydi o gün! İnce bir fırçayla briketlerin birbiriyle birleştiği yerleri boyayarak onları belirgin hale getrdim ve beyazın hâkimiyetini bir oranda dizginledim. ( Ne o öyle bembeyaz, hastane gibi?) Bahçe duvarı hem yüzünü görmediğim, kokusunu bilmediğim annemin kendi elleriyle diktiği (söylenilen)o akasya ağacıyla uyumlu hale gelmiş, diğer ağaçlara da farklı bir kişilik kazandırmıştı! Son kalan kireçle de kuyu duvarını boyamış, üzerine de uzun gagalı ve bacaklı pembe bir Leylek resmi kondurmuştum. Ne diyordu Avni Bey? “Bir iş yapacaksanız, istetmeden, söyletmeden yapın “ diyordu!(İnanmazsanız Alev Meisel Hanım’a sorun.)

Diyordu ama! Yeri gelince de “Bana danışmadan bir iş yapmayın” diyordu sık sık!

Evet; “söyletmeden, istetmeden bir iş yapmıştım”…

Ama ona “danışmamıştım”! Her ikisi birden olmuyordu işte!

İşimi bitirmiştim ama bu yüzden oldukça tedirgindim.

Babamın eve gelmesine yakın, tüm komşular pencerelere tünemişti. Halime Hanım Teyzem balkonda sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu heyecanla. Akranım veletler şerrimden korkup özenle boyadığım duvara yaklaşamıyorlardı ama onlar da sonucu merakla bekliyorlardı haliyle. Çoğu “ayvayı yediğimi” düşünüyordu haklı olarak!

Ben kuyudan çektiğim suyla bahçedeki ağaçları sularken elinde karpuz sokağın başında göründü. Sokağa girer girmez de o “röntgen” gözleriyle olup biteni hemen kavradı, Avni Bey ama hiç renk vermedi.

Ondan sonra ne mi oldu?

Ne olacak?

Kuyu duvarına yaptığım o leylek resmi ön plana çıktı nedense…

Babam kulağıma eğilerek “Leyleklerin pipisi olmaz” dediğinde baltayı taşa vurduğumu anlamıştım ama olan olmuştu işte. Hemen bir fırça darbesiyle o “fazlalığı” yok ettim. (Bugün bile merak ederim; leyleklerin şeyi var mı, yok mu, diye. Ne tuhaf.)

Evdekilerin söylediğine göre bu “duvar boyama” işe babamın çok hoşuna gitmiş.

Ama ben; Ege ağzıyla ifade edersek “fırlamalıklarımdan” ve (Nur içinde yatsın) komşumuz Halime Hanım Teyzemi zıvanadan çıkarmaktan hiç vazgeçmedim. Hikmet Hanım Teyzem hep denge unsuru oldu ama…

Kabahatlerim birikince…

İnfaz da gerçekleşirdi tabii.

Bahçe duvarını ”istetmeden, söyletmeden boyamak” günü kurtarıyor sonuçta. Ve her zaman bahçe duvarı boyamak gibi parlak fikirler gelmiyor 12 yaşındaki çocukların aklına.

Bazen soruyor dostlar; “Niye yazıyorsun?” diye…

“Beğenilmek için” diyemediğimden; “Canım sıkıldığı için yazıyorum” diyorum.

“Örtmenim/Editörüm baksana şu Culduz’a” diye ağlaşan o yaşlı başlı çocuklara… Bilineni tekrar etmekten başka bir şey yapamayan papağanlara;  bol keseden “paylaşanlara”; kırk yılda bir de olsa “dünyanın anasını bir pula satamayanlara”;  gerektiği zaman kapıyı “çaaaat” diye çarpıp çıkamayanlara ve hepsinden önemlisi; “ağızlarındaki peynire” mukayyet olamayan kargalara (elimde değil dostlar) fena bozuluyorum.

Arıza ise benden kaynaklanıyor, onu da biliyorum.

Ne yapalım?

Bulursak boyarız işte bahçe duvarı. İtinayla üstelik.

Terbiyelisinden leylek resmi bile çizeriz.

Elimizden gelen budur.

Beni anlıyorsunuz, değil mi?

Not: Sinerji Grubu üyeleri inşallah şu "leylek sorusalını" tartışırlar bu ay zira ben işin içinden çıkamadım.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..