Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '13

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Lüksemburg'da iki Türk

Lüksemburg'da iki Türk
 

Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan sabah saat 09:20’de kalkan uçağı, yaklaşık 3 saat 10 dakikalık bir yolculuktan sonra, Lüksemburg saatiyle saat 11:30 dolaylarında ben ve eşimi Lüksemburg’a ulaştırdı. Uçak inişe geçtiği sırada uçağın penceresinden gördüğümüz yemyeşil tarlalar, gür ağaçlarla kaplı koruluklar, yamaçlara ve düzlüklere serpişmiş güzel mi güzel evler ve tarlaların ortasında rüzgarın ritmiyle dönüp, Don Kişotlarını bekleyen rüzgar değirmenleri bize güzel bir Lüksemburg resmi çiziverdi: kanım kaymayıverdi bu küçücük ülkeye. Rüzgar değirmenlerini çok bekletmedik umarım. Havaalanında pasaport kontrolü oldukça sıkı yapılıyor. Pasaport polisi, “Lüksemburg’a neden geldiniz, nerede kalacaksınız, kaç gün kalacaksınız, ülkenize ne zaman döneceksiniz?” gibi sorularla beyninizi tokatlamaya çalışıyor. Yetmedi mi, gözlerine kestirdikleri insanların valizlerini aradıklarına da tanık olduk. Neyse ki, biz fazla sorun yaşamadan pasaport kontrolünden geçiyoruz ve valizimizi alıp, kendimizi havaalanının önünde bekleyen 16 no’lu otobüse atıyoruz. Şoföre, “İki kişi kaç para kardeş?” diye soruyoruz. “4 Euro.” Veriyoruz 4 Euro’yu, 25 dakika sonra Lüksemburg tren garına (Gare Centrale) ulaşıyoruz. Garda bulunan bagaj muhafazaya bir adet valizi günlük 3 Euro bedel karşılığında bırakabiliyorsunuz. Biz de böyle yaptıktan sonra, aynı akşam trenle Brüksel’e geçeceğimiz için tren biletimizi almaya karar veriyoruz. Bu satırlar Lüksemburg’da geçirdiğimiz güzel bir günün akşamında, Brüksel’e yaptığımız tren yolculuğu sırasında kaleme alınmıştır. Neyse gelelim bilet mevzusuna: yazılarımı takip edenler bilir, genelde bu bilet meselelerimiz biraz şenlikli geçer. Bu satırları yazdığım sırada trenimiz bir şehre giriyor. Gördüğüm ilk dikkate değer binada Institut Technique Henry Maus tabelası göze çarpıyor. Şimdi istasyona ulaştık: Belçika’nın Namur şehrindeyiz. Lüksemburg’dan yerel saatle 17:00’de kalkan trenimiz, saat 18:50’de Namur’a ulaşıyor. İstasyon tenha, 2 dakika bekledikten sonra trenimiz tekrar hareket ediyor. Her neyse, dönelim bilet meselesine. Bilet gişesinde bulunan iri kıyım kızcağız nereye gideceğimizi soruyor. “Brüksel,” diye atılıyorum. “Tek gidiş.” Kızcağız, “Size gidiş dönüş biletleri veriyorum, tek gidiş biletinden daha ucuz. İki kişi 62 Euro. Bu biletler 2 ay süreyle geçerli, ne zaman isterseniz Brüksel trenine biner gidersiniz. Lüksemburg’a dönecekseniz, yine bu biletleri kullanırsınız,” diyor. “Ne diyorsun canım benim. Körün istediği bir göz, sen verdin iki göz,” deyip, biletleri havada kapıyorum. An itibarıyla trenimiz Gembloux kasabasına ulaşıyor. Dönelim Lüksemburg’a, biletleri aldık, şehri gezmeye hazırız. Gardan çıktıktan sonra, Avenue de la Gare, Viaduc ve F.D. Roosevelt caddelerini takip ederek şehre sinsi sinsi yaklaşıyoruz. Şehre tam gireceğiz, sağ cenahta bir sürü renkli fil heykeli ve bunların yanında toplanmış insanlar görüyoruz. Gidip bir göz atıyoruz. Anladığımız kadarıyla değişik ülkelerden sanatçılara yaptırılmış, değişik renk ve görünümdeki fil heykelleri “Luxembourg and Trier Elephant Parade” adı altında sergileniyor. Biraz fotoğraf çekip topukluyoruz. Daha sonra şehir merkezinde gördüğümüz Elephant Parade isimli mağazada bu fil figürlerinin mini boyutta olanlarının hediyelik eşya olarak yüksek fiyatlarla satıldığını gözlemliyoruz. Place de la Constitution’da bulunan anıtı fotoğraflıyor, burada bulunan yamaçtan Pont Adolphe’yi izlemeye dalıyoruz. Şehir merkezine Rue Philippe II’den giriş yapıyoruz. Bu cadde ve civarı araç trafiğinin olmadığı, tamamen yayaların kullanımına açık bir bölge. Şehrin kalbini oluşturan bu bölgede dünyaca ünlü markaların mağazalarını görmek mümkün. Bölgede iki adet meydan, Place d’Armes ve Place Guillaume II, insan yoğunluğu barındırıyor. Place d’Armes’de üç adet basketbol topu ve uzunca bir ip kullanarak çeşitli akrobasi hareketleri ve hokkabazlıklar yapıp, meydanda toplanan ahaliyi eğlendirmeye çalışan siyahi bir adamcağızı izliyoruz biraz. Place Guillaume II’de kısmen inşaat çalışması var; şöyle bir bakıp, “Biz geldik,” deyip, buradan ayrılıyoruz. Meydanın çıkışındaki sokaklardan birinde İstanbul Kebap isimli bir Türk restoranı görüyoruz. Kurban Bayramı’nın birinci günü olması sebebiyle Lüksemburg’da bizim gibi çok sayıda Türk turist var. İstanbul Kebap haliyle bu Türk turistlerden oldukça nasiplenmiş. Restoranın önündeki masalarda oturan vatandaşlarımız afiyetle ısmarladıkları dönerleri yiyorlar. Ismarladığı döneri bitiremeyen bir vatandaşımız, dönerinin artıklarıyla Lüksemburg sokaklarını mesken tutan güvercinleri beslemeye çalışıyor. Arkadaş güvercinleri yanına çağırmak için, “Oğlum, gel bili bili,” deyip duruyor. Muzip bir arkadaşı da ona sesleniyor, “Oğlum Hüseyin, ulan bunlar Lüksemburg güvercini, Türkçe bilmiyorlar ki lan. Nerden anlayacaklar ne söylediğini. Ne diye Türkçe çağırıyorsun hayvanları,” diyerek, oradan geçmekte olan bizi resmen yarıyor, hatta yarmaktan da beter ediyor. Yazılarımı takip edenler benim amatör bir pul koleksiyoncusu olduğumu bilirler. Lüksemburg’a kadar gelip de pul satın almamak olmaz. Postaneye uğruyoruz, girişi postanenin ana kapısından değil de yan sokağındaki kapısından olan filateli bölümünü sora sora buluyoruz. Birbirinden güzel Lüksemburg pullarını satın alıyor, bize haddinden fazla yardımcı olan postane görevlisine teşekkür edip, postaneden ayrılıyoruz. Lüksemburg sokaklarında dikkatimi çeken bir konu insanların, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, hayat dolu olmaları. Adım başı şık giyimli, saçlarını değişik renklerde boyatmış insanlara rastlıyorsunuz. Hele 70-75 yaşlarında yaşlı bir teyze görüyoruz ki, sormayın gitsin. Sanki Janis Joplin ölmemiş, yaşıyor ve Lüksemburg sokaklarında turluyor. Janis Joplin’in Lüksemburg şubesi bu teyze, gözlerinde John Lennon’un o çok bilindik gözlüklerini andıran güneş gözlükleri, başında kasketi, rengarenk giysileri ve pardösüsü ve ayaklarında sneaskerlarıyla, bedenen değilse de, ruhen hala genç olduğunu adeta haykırıyor etrafındakilere. Çok yaşa teyze, helal sana. Yollar yürümekle aşınmaz. Lüksemburg sokaklarını kolaçan etmeye devam ediyoruz. Bir köşe başında gördüğümüz Vis a Vis isimli kafe-bara ilk görüşte aşık oluyorum. Eşime, “Mutlaka bu şirin kafede oturup bir şeyler içmeliyiz,” diyorum. Uyumludur eşim sağ olsun, dalıveriyoruz mekana bir çırpıda. Mekanın içi tam filmlerde gördüğümüz cinsten, çok janti. Barda duran kasketli gence, “Hangi biralarınız var kardeş?” diye soruyorum. “Leffe, Löwenbrau… Ha bir de bizim memleketin Diekirchen birası var. Tavsiye ederim,” diyor. “Tavsiyeleri icabet etmemek olmaz,” diyerek, iki bardak Diekirchen sipariş ediyoruz. Biralarımızı yudumlayıp, 8 Euro hesap ödeyerek, mutlu ve memnun ayrılıyoruz Vis a Vis’den. Gezimizin bir sonraki durağı olan Belçika’nın başkenti Brüksel’e saat 17:00’de hareket edecek trene yetişmek için hızlı adımlarla Lüksemburg Tren Garına yürüyerek, Lüksemburg’a ayırdığımız zamanı tamamlıyoruz. Hülasa, güzel bir gün geçirdik Lüksemburg’da. Darısı başınıza.

 
Toplam blog
: 42
: 1065
Kayıt tarihi
: 13.11.12
 
 

1995 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü'nde..