Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '10

 
Kategori
Sinema
 

Mandela, onu akla getiren dünya kupası şarkısı ve onu anlatan filmler

Mandela, onu akla getiren dünya kupası şarkısı ve onu anlatan filmler
 

Apartheid rejiminin zindanlarında doldurduğu yirmi dokuz yılın ardından ülkesinde ırk ayrımını sonlandıran ünlü lider Nelson Mandela, her kısmı mücadelesini yansıtan yaşamıyla hemen bütün dünyada sevilen, saygı duyulan bir isim. Buna zıt biçimde ülkemizin, özellikle Atatürk ödülünü reddetmesi sürecinden itibaren bu isme karşı bir soğukluğu bulunuyor. Başlarda Atatürk ödülünü “diktatör” benzetmesiyle reddettiğini sandığımdan, açıkçası ona karşı bir soğukluk hissini az çok ben de taşırdım. Ancak Mandela’nın Atatürk ödülünü, Türkiye’nin Amerika ve İsrail gibi, onun mücadele ettiği ırkçı “apartheid” rejimini silah satarak desteklemiş ülkelerden biri olması nedeniyle tepki anlamında reddettiğine dair bilgiyi öğrendiğimde bu hissim büyük ölçüde giderilmiş oldu.

11 Haziran’da futbolun 19. Dünya Kupası Güney Afrika’da başlıyor. Nelson Mandela’nın ülkesinde. Turnuvanın “Waving Flag” isimli bir şarkısı var. K’naan isimli Somalili bir rapçinin seslendirdiği bu güzel şarkının girişi: “Bana özgürlük ver, bana ateşi ver, bana bir sebep ver, beni yukarılara taşı” şeklinde. Bu şarkı henüz ilk duyulduğunda dahi bence akla tek ismi getiriyor: Nelson Mandela. Bütün Afrika’nın ruhuna seslendiği açık bir melodik ve sözel yapıya sahip olsa da Güney Afrika’daki bir turnuvanın “özgürlük” diyerek başlayan şarkısı elbette o ülkedeki özgürlüğün baş mimarlarından birine (o mimar bu kupanın ülkesine verilmesinin de baş aktörlerinden biri olarak gösteriliyor ve eğer sağlık durumunda bir sorun olmazsa şampiyonluk kupasını da o verecek) sanki doğrudan göndermede bulunuyor.

Mandela’nın hayat mücadelesinin kesitlerini görebileceğimiz, dünya görüşünü ve duygularını kavrama konusunda bize yol gösterecek kitaplar var. Bunun yanında gerçek hikayeleri temel alarak çıkarak çevrilmiş filmler de var. Bu filmlerden ilki 2007 yapımı “Good Bye Bafana-Güle Güle Bafana” idi ve bugünlerde de (bir kitaptan uyarlanmış) yine onun karakterine yoğunlaşabileceğimiz “İnvictus-Yenilmez” gösterimde.

Kendi adıma Good Bye Bafana’yı da yeni izlemiştim. Bu film Mandela’nın hapishane yaşamına yoğunlaşıyordu. Onun hapishanede geçirdiği günleri yıllarca başında kalmış beyaz gardiyanının gözünden aktarıyor, bize hayatına ırkçı başlayan bu gardiyanın Mandela ve davasının gerçekleriyle tanıştıkça geçirdiği değişimi sunuyordu. Apartheid dönemi beyazları film boyu siyahlara korkunç bir eşitsizlik uyarınca çok çirkin bir muamele gösteriyorlardu, hemen tamamı için geçerliydi bu beyazların, filmin esas karakterinin diğer beyazlardan gittikçe ayrılmasını sağlayan en önemli nokta ise (Mandela’yla yıllarca beraber olmasının da nedeni aynı şey) küçüklüğünde Bafana isimli siyah bir arkadaşının bulunması oluyordu.

Good Bye Bafana’da Mandela, şiddeti hiç istemeyen, fakat beyazların siyahlara gösterdiği şiddete karşı tepkiyi meşru bulan, lideri olduğu örgütün canhıraş biçimde önderlik ettiği mücadele kazanıldığında, beyazların siyahları ezmesi yerini siyahların beyazları ezdiği bir ülke değil, aynı topraklarda yaşayan herkesin koşulsuz eşitliğini savunan bir kişilik çiziyordu. Gardiyanının değişimini sağlayan en önemli unsurlardan biri de zaten filmde, hem siyahların hem de beyazların okumasının yasak olduğu, Mandela’nın bu tür bir eşitlik talebinden bahseden bildirgeyi baskı altındaki bir kütüphanede şartları epeyce zorlayarak okuması olmuştu.

Good Bye Bafana Mandela’nın hapisten çıkışıyla sona eriyordu. Gösterime yakın zamanda giren ve yeni izlediğim filmlerden biri olan, ikinci Mandela hikayesi İnvictus ise bizi ülkede siyahların da oy kullanabildiği ilk demokratik seçim sonucu Mandela’nın ilk siyah başkan olarak seçilmiş olduğu zamanlara götürüyor.

Mandela önceki filmin işaret ettiği kişiliyle çıkıyor bu filmde de yola. Ülkede yıllar yılı siyahlara kan kusturmuş beyazların iktidarı artık eline almış siyahlardan, Mozambik, Zimbabwe benzeri örnekleri de hatırlayarak çekindiği (bu ülkelerde siyahlar iktidarı ele geçirdiğinde beyazlar soykırıma varan muamelelere uğramış, büyük kısmı da ülkelerinden kovulmuştu) bir ortamda göreve başlayan Mandela’nın ilk işi, neredeyse ülkenin somut ekonomik problemlerinden de önce, siyahlarla beyazlar arasındaki birlikteliği güçlendirme çabasına atılmak oluyor.

Mandela iktidarı ele aldıktan sonra siyahların rövanşist duygularını engelleyebilmek için beyazların eski dönemki adet ve değerlerine karşı anlamlı bir müsamaha gösteriyor. Siyahların değerlerini ülke sistemine taşıdığı gibi beyazların da kendi renkliliklerini ortaya koymasını engellememeye çalışıyor, bu tür bir yaklaşımdan doğacak gücün büyük bir ülke yaratacağına inanıyor ve toplumda karşılıklı anlayışı kısa vadede geliştirecek, birlikteliği sağlayacak öncelikli araç olarak da sporu, Güney Afrika’da beyazların çok popüler bir oyunu olan ragbi’yi seçiyor.

Yakın zamanda başlayacak dünya kupası öncesi takımın beyaz kaptanı Francois Pienaar’ı çağırıyor Mandela yanına. Ona kupadaki başarının ne kadar önemli olduğunu sezdiriyor. Ülkeyi dolaşarak çocuklarla, siyah insanlarla bir araya gelmelerini, ülkenin takımına dönüşmelerini istiyor takımdan. En yakınında, beyaz ve siyah korumaları arasındaki gerginliklerin dahi hat safhada olduğu bir ortamda, çevresindeki siyahlar başta beyazlara inanmaz, takımın beyaz oyuncuları siyahlara güvenmezken Mandela kısa zamanda ortaya bir sinerji çıkarılmasını sağlıyor.

Filmin en etkileyici kısımlarından biri milli takımın Mandela’nın yirmi dokuz yılını geçirdiği hapishaneyi ziyaret ettiği ve takım kaptanı Pienaar’ın başkan Mandela’nın yaşadığı daracaık hücrede o yirmi dokuz yılı ruhuyla hissettiği sahne. Renktaşlarına karşı yapılanlara, hapishanede kendisine karşı yapılanlara rağmen böyle aşkın bir af duygusuyla hareket edebilen (durumun bu kadarı yalnız siyasi değil kesinlikle insanidir de), yıllar geçirdiği hücrede kin depolamak, akıl sağlığından olmak yerine bilinçle davasının saygınlığını korumayı seçen bir adamın yapmaya çalıştığının ve isteklerinin ne kadar değerli olduğunu hem kaptan, hem de takım belki en çok burada gördükleriyle anlıyor ve buradan itibaren oyun başka bir oyuna, her şey o takımı büyük başarılara taşıyacak çok başka bir şeye dönüşüyor.

"I am the master of my fate: i am the captain of my soul"

“Ben kendi kaderimin efendisi, kendi ruhumun kaptanıyım.”

Mandela kaptana içeride kendisini en çok bu şiirin ayakta tuttuğunu söylemişti. Film aslında süresi boyunca bu şiiri tekrarlıyor.

Morgan Freeman yalnızca kendisi için film izleyebileceğiniz türden oyunculardan biri. Onun yakın bir arkadaşı ve birçok filmdeki partneri olan Clint Eastwood da yönetmen olarak iyi bir iş çıkarmış. Konusu etkileyici olan, bahsettiğimiz şekilde manalı ilerleyen, bunların yanında maalesef henüz Avrupa ve Türk sinemasında yanına yaklaşılması mümkün olmayan sportif alan mizansenleriyle de renklenen filmi özellikle Goodbye Bafana ile birlikte izlemenin yakında Güney Afrika’da başlayacak kupanın ruhunu yakalamak için de önemli olduğunu düşünüyor, bu filmlerin ve Mandela ve mücadelesi ile ilgili okunacak kitapların, takip edilecek yeni bilgilerin eşliğinde bir ay boyunca “Waving Flag” şarkısının bile dinleyenlerin içini başka türlü titreteceğini düşünüyorum. Dilerim dünya kupasını da sahibine Mandela verir.

Not: Keşke mümkün olsa da ülkemizden gidecek bir iki gazeteci sağlık durumu yeterli bir Mamdela’ya soruyu tekrar sorup ödül reddi meselesinin Atatürk’ün kişiliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı gerçeğini bir kez daha teyit etse.

 
Toplam blog
: 108
: 2011
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

İsmim Burak Çapraz. Buraya başladığımda 21'dim, öğrenciydim. Bir okul bitti ama hala öğrenciyim. İl..