Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Nisan '20

 
Kategori
Öykü
 

Mantardan Korkmak

Kısa boylu, saçı özenle taranmış, siyah uzun paltolu biri gülerek yaklaşıyor yanımıza.
“Merhaba gençler,” diyor gülümseyerek. “Yılmaz Güney’i sever misiniz?”
“Yılmaz Güney sevilmez mi?” diyorum gülerek.
“Hastasıyım, o büyük insanın.” diyor Eczacı Musa.
“Ben İzmir’de Burç Açık Sinemasında galada kendisini gördüm” diyor Sarı Ahmet gururla.
“Sevdim sizi gençler.” diyor. “İsmim Erol.” Dostluk elini uzatıyor. Tutuyoruz. “Yazı bürosundayım.” Yoluna giderken geriye dönüyor:
“Gençler, sizi Yılmaz Güney’in kaldığı Üçüncü Köy’e götürmemi ister misiniz?” diye soruyor.
“Çok isteriz!” diyoruz sevinçle, ağız birliği etmişçesine.
Yola çıkıyoruz heyecanla. Adada üçüncü günümüz ayrıca. Yolunu değiştiriyor birden Erol…
“Önce Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mezarına götüreyim sizi.” diyor… “İster misiniz?”
“İsteriz, isteriz!”
Birbirimizin yüzüne bakıp bıyık altından gülüyoruz.
Hafif bir yokuş aşağı iniyoruz. Mezar taşları çok bakımsız. Üzerindeki yazıların boyası akmış. Ağaçlar boynunu bükmüş gerçekten.
“Tabii ki boynunu büker ağaçlar,” diyor Erol. “Baksanıza denizden esen sert rüzgârlar nasıl da hepsini yere doğru yatırmış…”
Yine de içimiz sızlıyor, mezarların o yıkık, viran hâline.
Yokuşu tırmanıyoruz bu kez. Rüzgâr deniz ve yosun kokusunu burnumuza taşıyor. Aklıma İzmir düşüyor. Sevdiklerimi özlüyorum, içimde gemiler yüzüyor, martılar bağrış bağrış...
“İşte bu ev Yılmaz Güney’in köyü.” diye eliyle gösteriyor Erol.
Hemen alt tarafımızda bahçe içinde kiremitli, beyaz badanalı bir ev çarpıyor gözümüze.
Gördüğümüz manzara karşısında şaşalıyoruz birden.
“Tek bir evden mi oluşuyor köy?” diye soruyoruz, hayal kırıklığı yaşayarak.
Erol kıkır kıkır gülüyor.
“Bir siz değil herkes şaşırıyor. Buradaki köyler tek bir evden oluşuyor. Yerseniz…”
“Ne yapalım!” deyip razı oluyoruz kaderimize.
İmralı Adası’nın dik yamaçlarına takılıyor gözlerimiz.
“Orada Amerikalılar tarafından terk edilmiş bir radar üssü var.” diyor Erol.
Gün boyu bize yol gösteriyor, ada hakkında bilgiler veriyor.
Adanın plaj kısmından gelen diğer arkadaşlarla karşılaşıyoruz. En önde KUK davasından Abidin var.
“Yine en öndesin Abidin yoldaş,” diyor içimizden biri.
“Çobanlık yaptım ben, dağlar taşlar vız gelir bana.” Diyor, gülerek yüzünü buruşturuyor.
Merhabalaşıyoruz. Birden hava kararıyor, bulutlar adanın üzerini kaplıyor ve şimşekler çakmaya başlıyor. Ardından yağmur…
“Sığınacak bir yer bulmalıyız gençler.” diyor Erol.
Gövdesi geniş bir ağacın altına sığınıyoruz. Toprak kokuyor. Yağmur ağacın tepesinden aşağıya sızıyor, ıslanıyoruz. Ama hiç umurumuzda değil. Birden yağmur diniyor, güneş çıkıyor, ortalığı ısıtmaya başlıyor. “Keşke aşağıda olsaydım!” diyor Erol, biraz da hayıflanarak.
“Niye ne oldu ki?” diyor sendikacı Kamer Doğan.
“Yağmur suyunu biriktirmek için bir iki leğen koyardım. Adada tatlı su yok. Hamamda da tatlı su yok, saçlarınız keçe gibi sert olur. Demedi demeyin.”
Acıkınca, aşağıya, binaların olduğu, adanın iç kısımlarına doğru inişe geçiyoruz.
Abidin acelesi varmış gibi bir şey demeden yanımızdan ayrılıyor, ağaçların arasına girip gözden kayboluyor. İşemeye gitti sanıyoruz. Çok geçmeden tekrar ağaçların arasından çıkıyor. İki eliyle gömleğini yukarıya doğru tutmuş, gülerek yaklaşıyor bize. Gömleğinin içi tıka basa mantar dolu.
“Alın, alın, korkmayın!” diyor.
Korkudan el süremiyoruz mantara. Gömleğindeki mantarı usulca temiz bir yere indiriyor. Bir iki tanesini alıyor üfleyerek temizliyor. Çakmağını ateşleyip, mantarın başını ters çevirip ısıtarak pişiriyor. Birkaç mantarı peş peşe indiriyor midesine. İçimizin yağı eriyor ama korkuyoruz işte yemeye.
“Ya korkmayın!“ diyor Abidin. “Sizi anlayamıyorum. Sistemden korkmayan, faşizmden korkmayan, mantardan korkuyor. Olacak iş değil!” diye söylenmeye başlıyor.
“Korkmuyoruz.” diyor Eczacı Musa. “Neden korkacağız ki hem! Hem ben Arnavut’um hiçbir şeyden korkmam. Pırasayı çiğ çiğ yerim ama mantarı asla!”
“Ya ben çobanım; dağda her türlü otu, mantarı bilirim.” dedikten sonra birkaç mantar daha yiyor Abidin. “Yarına kadar bana bir şeycik olmaz da ölmezsem, siz bol bol toplayıp yiyin. Et gibidir ha.” deyip başlıyor kıkır kıkır gülmeye.
Gülmesi sinirimizi bozuyor ama bir şey diyemiyoruz. Yerden göğe kadar haklı çünkü.
 
On Çocuktuk ozan yayıncılık
 
Toplam blog
: 62
: 233
Kayıt tarihi
: 12.01.12
 
 

1977-78 İzmir Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümü mezunuyum. Çesitli dergi ve sayfalarda öykü, den..