Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '11

 
Kategori
Anılar
 

Marmara'dan Akdeniz'e

Marmara'dan Akdeniz'e
 

Yazları geçirdiğimiz küçük evimiz ve babam Mehmet Karlova


1986 senesi babamın cebinde 25 yıl boyunca taşıdığı küçük bir ev projesinin gerçeğe dönüştüğü ve aynı zamanda benim de babamın bu hayali sayesinde denizle ilk tanıştığım yıl olarak hayatımda çok özel bir yer tutmaktadır. Babam seneler önce bir gazetede gördüğü bu ufak reklamı belki bir gün benim de böyle bir evim olur hayaliyle saklamış ve imkanları yettiği ilk fırsatta Tekirdağ’ın Barbaros kasabasında denizin hemen dibinde küçük bir arsa alarak aynı evin bir benzerini yaptırmıştı. 25 koca sene boyunca cebinde sararan o kağıdı ilk gördüğüm de belki 7 belki 8 yaşındaydım ama görür görmez tüylerim diken diken olmadı dersem yalan olur.

Babamın yazlık denizin dibinde satın aldığı küçük tarlaya hayalindeki o küçücük evi yaptırması onun hayallerini gerçeğe dönüştürüyor, ben ve kız kardeşim için ise çocukluk yıllarımızın en güzel günleiri yaşanmaya başlıyordu. Babamın 25 sene sonra gerçeğe dönüşen bu hayali sayesinde çocukluğumuzun yaz tatilleri çoğu arkadaşımdan farklı geçmeye de bu hayal sayesinde başlamıştı. Okullar tatil olur olmaz babam bizi 41 DN 321 plakalı beyaz Murat 131’e atar, rahmetli halamla beraber yazlığa götürürdü. Arabamızın tepesinde hazırladığımız bavulları babamla beraber büyük keyifle birbirine bağlarken yaşadığım heyecan ve mutluluğu sanırım ne sözle ne de yazıyla anlatabilirim. Aradan geçen 20 küsür yıla rağmen o günleri sadece gözlerimi kapayarak hayalimde canlandırdığım anda bile sardığımız kıyafetlerin kokusunu alıyorum.

Tam 3 ay boyunca birbirinden güzel hatıralarla geçen yaz tatilleri benim içimde deniz tutkusunu giderek büyüten çocukluğumın en güzel günleriydi. Her ne kadar denizi çok seviyor olsam da yüzmeyi geç öğrenmem ve komşularım tarafından sürekli denize atılmam sayesinde yaz tatillerimizin ilk zamanları yüzmek konusunda o kadar da keyifli geçmedi. Ben genelde sahil kıyısında oturur, denize oltamı atar balık yakalamaya çalışırdım. Bu yüzden de tüm komşu çocukları ve kız kardeşim balık gibi yüzerlerken ben boyumu geçmeyen yerlerde kendi kendime oynardım. Çoğu zaman yüzme bilmediğim için diğer çocuklar tarafından alay dahi edilirdim. Herkesin yüzdüğü en sıcak günlerde dahi ben elimde bir olta ile yüzenleri uzaktan seyreder, oltama vuracak olan küçük bir isparinin hayalini kurardım.

Kız kardeşimin yüzmeye ara verdiği ve benimle oynadığı zamanlarda ise kendimizi hayal dünyalarına kaptırır giderdik. Komşu çocukları ile beraber bisiklete atladığımız gibi kendimizi binbir çeşit maceranın içinde bulurduk. Yabani otların arasında her yanımız yara bere bir şekilde böğürtlen arar bulduğumuz bir kaç tane böğürtleni de afiyetle mideye indirirdik. Bugün asfalt olan o kumlu yollardan geçerken aramızda bıraktığımız duman ve otların etrafımızı saran kokusu çocukluk yıllarımın en güzel anılarıydılar. Yorgun bir şekilde eve geldikten sonra kardeşimin beni bahçede karşılamasının hemen ardından beraber kırmızı salıncakta sallanmamız ise o günlerin diğer unutulmaz anılarıydılar.

Çocukluk anılarımızı o güzel Barbaros kıyılarında yaşadık, denizin en mavi olduğu günde güzeldi en dalgalı olduğu günde. Bizler kumsalda oynarken rahmetli halam mutakta bizim için nefis cıllıklar hazırlar ve zamanı unutan bizleri kumsalın dibine gelerek yemeğe çağırırdı. Halamın hazırladığı cıllıkların hazır olduğu haberiyle mermi gibi eve fırlardık. Çoğu zaman eşyalarımızı  bile yanımızda götürmeyi unutup sofraya otururduk. Bu yüzden de halamızdan yemek öncesi güzel bir fırça yerdik. Kızkardeşimin yardımıyla yaptığımız kaleler, birbirinden güzel kumdan toplar sahilde kıyıya vuran dalgaların arasında erirlerken biz halamın cıllıklarının tadını çıkarır ve zamanı unuturduk. Yemeğin ardından sokakta belirecek olan yaşlı dondurmacının “Alaska frigo dondurma” diyerekten bağırması ise halamın bize dondurma alacağının ilk habercisi olurlardı.

Yaz tatillerini geçirdiğimiz Barbaros kasabası Tekirdağ’ın 10 km dışında sakin bir yerdi. Bu sakinlik yıllar geçmiş olsa da pek bozulmadı ama ne yazık ki betonlaşma hastalığı bu güzel kasabayı da diğer çoğu sahil kasabası gibi zamanla eski görünümünden uzaklaştırdı. Komşularımızın genç delikanlıları bugünün babaları olurken bizler de dünün elinde kova ile kale yapan çocukları 30’lu yaşlarını yaşamaya başladı.  Yaşlanmak denen şeyin ne olduğunu bile bilmediğimiz çocukluk yıllarımızda hayatın sanki sonsuza kadar oynayarak geçeceğini düşünürdük. Doğum günüm olan 2 Ağustoslar da ise tüm komşu çocukları ile beraber halamın yaptığı kurabiyelerin tadını çıkardık. Arkadaşlarımın getirdiği hediyeler arasında yeni kürekler, fırıldaklar ve daha onlarca oyuncağı görünce kendimi dünyanın en mutlu çocuğu hissederdim. Bir küçük fırıldağın getirdiği mutluluk o günlerde dünyanın en büyük mutluluğu olurdu benim için. Aradan geçen yıllar halamı bizden aldı götürdü, ne cıllık kaldı ne de o kovalar. Fırıldak bile kim bilir şimdi nerededir. Ben ve kız kardeşimde kalan ise her yaşlanan insanın sahip olduğu neşe dolu o çocukluk yılları oldu.

Küçüklüğümün en güzel zamanlarına denk gelen yaz tatilleri aynı zamanda benim birbirinden farklı deniz canlıları ile olan ilk karşılaşmama da tanıklık etti. Daha öncesinde sadece ismini duyduğum ya da televizyonda gördüğüm çok sayıda deniz canlısı zaman zaman yazlık evimizin kıyılarında karşıma çıkıyorlardı. Geceleri yakalamaya çalıştığımız dev yengeçleri ararken yaşadığımız maceralar yaz tatillerimin en unutulmaz anlarının arasında yerlerini alıyorlardı. Komşumuz Melih amcanın büyük ustalığı ile yakaladığı yengeçlerin kıskaçları zaman zaman parmaklarımıza küçük ısırıklar bırakarak bizleri korkutsa da bu maceradan asla vazgeçmiyorduk. Kıyıya vuran ölü yunuslardan tutun da oltaya takılan Camgöz köpek balıklarına kadar yaz tatillerinde görmüş olduğum canlılar küçük bir çocuk için inanılmaz büyük hikayeler anlamına geliyorlardı. Sonbahar gelip havalar soğuyunca komşularda yavaş yavaş geriye dönmeye başlarlardı. Eylül ayının soğuk rüzgarları hem Sonbaharın hem de okulların açılışının habercisiydiler. Ben ve kardeşim bir taraftan yazı özlemeye başlarken diğer taraftan da okulumuzdaki arkadaşlarımızı göreceğimiz için sevinçliydik. Öğretmenimiz yaz tatilinde neler yaptığımızı sorduğu zaman ise tüm heyecanla yaşadıklarımı anlatmaya bayılırdım. Özellikle denizden çıkan birbirinden garip canlıların hikayeleri tüm sınıf arkadaşlarımı başımda toplardı.

Denizdeki her canlı benim için hem güzel hem de özeldi fakat çocukluğumda beni en çok etkileyen deniz canlısı sürekli çizgi filmlerde gördüğüm deniz kaplumbağalarıydı. Çocukları sırtında taşıyan bu kaplumbağalar o kadar güzellerdi ki belki bir gün bir tanesi de beni taşır diye hayalini dahi kurmaya başlamıştım. Deniz kıyısında oynarken sürekli “Acaba Marmara Denizinde de bu canlılardan var mı?” diye kendi kendime soruyordum. Komşularımızdan Levent ağabeye deniz kaplumbağalarını sorduğum zaman bana “ Onlar burada yaşamazlar, Akdeniz’e gitmen gerek.” Cevabını verdiğinde çok üzülmüştüm. Küçük bir çocuk nasıl Akdeniz’e gidecek ve deniz kaplumbağalarını görecekti? Ben yine de bir gün bir kağlumbağanın bizim sahilimize de geleceğini ve benimle beraber yüzeceğini hayal ettim durdum.

Hayaller, oyunlar ve yaşamın kendi süprizleri ile dolu geçen zamanın arasında büyüdüğümü ise pek anlayamadım. Nasıl olur da kumdan kale yapmak artık zevk vermemeye başlamıştı? Hani o küçük balıklarla sohbet peki ya o neredeydi? Artık bu çocukluğumun heyecan veren koşturmacasının kalmadığını anladığım zaman kendimi bir garip hissetmiştim. Çocuksu hayaller ve oyunlar artık yoktu ve bizler sanki bir anda büyümüştük. Neden o kadar hızlı büyük ki? Daha kardeşimle sabahları yaptığımız kral kaşığı bende kavgasını yapacaktık ve her seferinde sadece bir tane olan kral tacı resimli kaşık sadece benim çay bardağımda olacaktı. Sonunda fark ettim ki, denizde oynadığımız kovalar oraya buraya atılmaya ve bizler artık hayatın koşturmacasına odaklanmaya başlayan büyükler olma yolundaydık. İşte o zaman anladım ki çocukluğumuz artık sadece güzel bir hatıra olmuştu. 30 yaşıma gelsem de her Barbaros’a gidişimde kumsala inerek çocukluğumu geçirdiğim o güzel sahil boyunda gezmeyi asla ihmal etmem. Kumdan kaleler yaptığımız yerleri gördükçe gözlerimi kapatır kardeşim ile benim kumların içerisinde saatlerce oynayışımızı hayal ederim. Halamın sıcak cıllıklarının olmadığı gerçeğine halamın da o güzel sesinin yokluğunu ekler gözlerimden akan yaşlar ile çocukluğumu özlemle anarım.  Saatleri unuttuğumuz o güzel günleri hayal ederken çevremde gördüğüm küçük çocuklara bakarak en azından aynı sahilde bugün de aynı heyecanla oynayan çocukların olduğunu görmemem bana bir başka mutluluk getirir.

Çocukluk böyle geçmişti ama artık delikanlılık denen dönemin başındaydım, onun da henüz ne olduğunu pek anlamamıştım ama içimde yep yeni bir enerjinin doğduğunu hissediyordum.  Bu yılları yaşamaya başladığım zaman artık Marmara’dan başka bölgelere de gitmek istiyordum. Türkiye’nin ne kadar büyük ve güzel bir memleket olduğunu da ancak bu dönemle beraber öğrenmeye başlamıştım. Çocukken hayal olan Akdeniz, Ege ve diğer yerler zamanla sık sık gitmeye başladığım yerler olmuş, hatıralarım da bu güzel yerlerin etkisiyle yeniden bambaşka heyecanla yazılmaya başlamıştı. Akdeniz’in uçsuz bucaksız sahillerini ilk gördüğüm yıl olan 1996 senesi ve ardından üniversite eğitimi için geldiğim Anamur kasabası, gençlik yıllarımın en güzel iki dönemini bana hediye etmişti.

Hatıralarımın içerisinde belki de gençlik yıllarımın en haraketli döneminin başladığı 1998 senesi ise çocukluk hayalim olan deniz kaplumbağaları ile ilk tanıştığım yıl olarak belki de yaşam boyu unutamayacağım kadar güzel hikaye ve anıyı da beraberinde getirmişti. Anamur sahilini Toroslardan aşağı doğru inen otobüsümüzden ilk gördüğümde babama “ Baba, şuraya bak inanılmaz güzel gözüküyor.” Diye heyecanla haykırdığımı daha dün gibi hatırlıyorum. Anamur gibi cennet bir ilçeye uzanan dolambaçlı yol boyunca gördüğüm doğa manzaraları ise şimdilik bambaşka öykülerde anlatılmayı bekliyorlar.

Anamur’da 1998 senesinde başlayan o güzel yıllar ve bu yıllara eklenen candan dostlarla geçen onlarca gün ile beraber Akdeniz’i de her gün yeniden keşfetmeye başlamıştım. 1996’da Side’de staj yapmıştım ama çalışmaktan denizin tadını çok fazla çıkaramamıştım. Bu yüzden de Anamur’un bende bıraktığı ilk izlenim çok daha büyük heyecana neden olmuştu. Toroslardan gördüğüm deniz manzarası karşısında sadece ben değil babam da heyecanını gizleyememişti. Sımsıcak insanları, muz bahçeleri ve doğası ile önümde dop dolu bir 3 yıl beni bekliyordu.  Anamur’un ünlü Dragon nehri ve hemen ilerisindeki Mahmure kalesini ilk gördüğümde ise doğa ile tarihin bu kadar güzel iki hediyeyi Anamur’a sunmasını küçük bir kıyak olarak değerlendirmiştim. Torosların sanki dünyadan gizledikleri değerli bir hazineyi andıran Anamur,bu görkemli dağların arasındaki sessizliğini uzun seneler boyunca korumuştu.

Anamur’a gelir gelmez bu güzel ilçede yeni dostlar edinmeye ve Anamurlularla kaynaşmaya başladım. Akdeniz insanının sıcak kanlı olduğunu da ilk kez burada öğrendim. İlk tuttuğumuz öğrenci evi denizin hemen yanında bulunduğu için öğrenci evinden çok 5 yıldızlı bir tatil merkezinin içerisinde bir tesise benziyordu. Sabahları artık Akdeniz kıyısında yürüyüşler yapıyor öğlenleri ise okula gidiyordum. Yeni yeni keşfedilmenin heyecanının yaşayan Anamur gibi ben de kendimi ünlü kaşif Colombo edasıyla sürekli yeni yerleri görme heyecanına kaptırmıştım. Kaldığım evin yanındaki uzun sahil şeridi o kadar güzeldi ki, Marmara sahilinde büyüyen birisi olarak beni dahi güzelliği ile inanılmaz etkilemişti. O güne kadar gördüğüm en güzel sahillerin hemen yanında yaşıyor olmam ve Anamur’da öğrenci olmam sanırım beni dünyanın en şanslı kişileri arasına sokuyordu.

Anamur’da günler geçiyor ben de sahili daha yakından tanıyordum. Sabahları yürürken sürekli gözüme çarpan demirlerle çevrilmiş yerler dikkatimi çekmeye başlamıştı.Yine bir sabah sahilde yürüyüş yaparken bu kafeslere olan merakım iyice artmış ve bir tanesine daha yakından bakmak istemiştim. Biraz yaklaşırken hemen sahilin yanındaki küçük çay bahçesinden sakin ve dostça bir ses duydum.

“ Dikkat et yerinden oynatma.” Diyen bu sese doğru kafamı kaldırdığımda 60 yaşlarında bir amcanın bana doğru geldiğini fark ettim. Sabahın ilk saatlerinde karşıma çıkan bu sevimli ihtiyar, sıcak bir gülüşle yanıma kadar geldi ve benimle konuşmaya başladı.

İhtiyar: Günaydın genç, bu kafesleri oynatma sakın yerinden.

Ben: Günaydın amca, ben bu kafesleri sürekli görüyorum ama bunlar neden burada duruyor?

İhtiyar: Bunlar Caretta Carettalar için yapılan kafesler, buraya her yılın belli dönemlerinde gelirler ve yumurtalarını bırakırlar.

Bunları duyar duymaz içimde inanılmaz bir heyecan yaşamaya başlamıştım. Çocukluğumun çizgi film kahramanları olan deniz kaplumbağalarının doğduğu yerin tam yanında olduğumu da o zaman öğrenmiştim.

Ben şaşkınlıkla kumsaldaki bu demir yığınına bakarken İhtiyar amca anlatmaya devam ediyordu. Ben ise soracağım soruları kafamda toparlamakla meşguldüm. Bu şaşkınlığı üzerimden atar atmaz sorularımı da bir bir sormaya başlamıştım.

Ben: Buraya mı geliyorlar? İyi de çok yakın değil mi kıyıdaki evlere?

İhtiyar: Evet, ne yazık ki eskiye oranla artık daha az geliyorlar ama onların geldiği zamanlarda bizler de ışıkları söndürüp rahat rahat yumurtalarını bırakmaları için çalışıyoruz. Bu arada gel bir çay söyleyeyim sana işin yoksa?

Yaşlı amca ile sahildeki çay bahçesine oturduk ve heyecanlı bir sohbete koyuluverdik. Amca bana hayatını ve kaplumbağaları anlatmaya başladığı andan itibaren ben adeta kilitlenmiştim. Amcanın adı Turgut’tu ve Anamur sahilinde güzel bir otel işletiyordu. Bu yüzden de sık sık denizin kıyısına geliyor ve hem çayını içiyor hem de sabahın en güzel saatlerinin keyfini çıkarıyordu. Sohbetimiz ilerledikçe Turgut amcanın hem Akdeniz hem de kaplumbağalar hakkında bu kadar bilgili olması beni epey şaşırtmıştı. Açıkçası bu ihtiyar dosttan bu kadar çok şey öğreneceğimi düşünmemiştim. Caretta Caretta ismini daha önce belgesellerden biliyordum ama Turgut amcanın anlattıkları ile bildiklerimin ne kadar az olduğunu anlamıştım. Akdeniz’de en yoğun olarak Yunanistan ve Türkiye kıyılarında bulunan bu canlıların aslında en çok okyanuslarda yaşadığını öğrenince merakım daha da artmıştı. Bu canlılar nasıl oluyor da o kadar uzak mesafelerden ta Akdeniz’e kadar kaybolmadan gelebiliyorlardı? Turgut amcanın anlattıkları ile bu canlıların ne kadar özel olduklarını belki de bu kadar derinlemesine anlamaya ilk kez başlamıştım.

Turgut amca bir öğretmenin öğrencisine tüm enerjisiyle ders anlatırcasına bana bildiklerini anlatmaya devam ediyordu ve bir taraftan da çaylarımızı yudumluyorduk. Ben yavaş yavaş bu gizemli canlıları tanımaya başlamıştım ve belgesellerde gördüklerimi sanki canlı canlıya yaşıyor gibiydim. Caretta Carettalar aynı zamanda İtalya, Mısır ve İsrail kıyılarına da uğruyorlardı ama en çok sevdikleri yerler Yunanistan ve Türkiye sahillerinde bulunuyordu. Karaya sadece yumurtalarını bıraktıkları zaman uğradıklarını söyleyen Turgut amca, ne yazık ki artan kirlilik, balıkçı ağları ve yetersiz koruma yüzünden sayılarının giderek azaldığını anlatıyordu. Ben çocuksu bir merakla, “Üzerine binsek bizi taşırlar mı?” diye sorduğumda ise, Turgut amca gülerek cevap verdi.

“Bu hayvanlar sakin canlılardır insanlardan hemen ürküp kaçmazlar o yüzden denizde gördükleri zaman eğer çok sokulmassan yanında yüzebilirler.” Dedi. Benim çocukluk kahramanım olan canlıların arasında yüzmek harika olurdu ama doğayı da korumak düşüncesiyle ben bu hayalimi sadece çocukluk hatırası olarak saklamayı daha doğru bularak Turgut amca ile olan sohbetime devam ettim.

Turgut amca anlatmaya devam ediyordu ve Caretta Carettaların deniz anaları ile küçük balıkları yediklerinden bahsediyordu. Anamur kıyısında çok sayıda yere yumurta bırakıyorlardı ve bu yüzden  sahilde onlarca özel kafes bulunuyordu. Anamurlular bu kafesler sayesinde kaplumbağaların yumurtalarını insanlar ve yırtıcı hayvanlardan korumaya çalışıyorlardı. Ne yazık ki kıyıya yakın yerlerde bulunan ışıklar yüzünden çok sayıda yeni doğan yavrunun yönlerini kaybederek denize ulaşamadıklarını anlatan Turgut amca bu konuda oldukça üzüntülü olduğunu söylediğinde üzüntüsü yüzüne yansıyordu.

Benim merakım giderek artmıştı ve sorularımı kafamda tek tek hazırlayarak Turgut amcayı yakalamışken soru yağmuruna tutmak istiyordum. Sohbetimiz daha da ilerledikçe yavaş yavaş sokaklarda insanlar dolaşmaya ve diğer dükkanlar açılmaya başlamışlardı. Turgut amca bu güzel canlıların Mayıs-Ağustos aylarında kıyıya gelerek yumurtalarını bıraktıklarını söylemesiyle biraz üzüldüm çünkü ben o aylarda Anamur’da olamayacaktım. Yine de bu güzel canlıların ben olsam da olmasam da Anamur’un güzel sahillerine gelişlerini görmeyi çok isterdim.

Turgut amca ile olan sohbetimiz bir saat kadar daha devam etti ve sonrasında ikimizde ilk arkadaşlığın vermiş olduğu samimiyetle birbirimize sarılarak vedalaştık. Bu güzel sohbetin ardından eve dönerken ayaklarımı Akdeniz’in berrak sularına soktum ve Caretta Carettaların beni uzaktan da olsa izleyerek gülüştüklerini hayal ederek evimin yolunu tuttum. Saat 7’de çıktığım sahil yolculuğundan bir dolu hikaye ile saat 10’da ancak eve dönmüştüm ve ev arkadaşım halen uyuyordu. Onun bir an önce uyanmasını ve benim hikayelerimi dinlemesini dört gözle beklerken, ben dolabı çoktan açıp kahvaltıma başlamıştım. Sanırım bu sabah Anamur’da yaşadığım en güzel sabahların başında yer alıyordu ve Marmara’dan gelen bu genç adam Anamur’u daha çok sevmeye başlıyordu.

Rıfat Karlova

www.rifatkarlova.com

 
Toplam blog
: 180
: 4193
Kayıt tarihi
: 13.11.06
 
 

Kariyerini Uzakdoğu sahne ve televizyonlarında geliştiren  sunucu, şovmen, yazar, oyuncu Uğur Rıf..