Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Müfettişlerin makam arabaları(!)

Ders bitmişti. Teneffüs için kapıyı açtığımda ilk gördüğüm, kahverengi bir boyunaltı bölgesi ile -Fikret Otyam’ın sergilerindeki atlar gibi- iki uzun ön ayak oldu. Böyle görmem doğaldı. Çünkü, okul eski bir harman yerinin altına yapılmıştı. Başka bir deyimle, okul binası aşağıda bulunuyor, ben de hafifçe gözlerimi (ya da başımı) kaldırarak yukarıya bakıyordum. Buna benzer görüntüleri çok gördüğüm için heyecanlanmadım. Heyecanlanmadım çünkü, okulun önü yük taşıyan hayvanlar için bir dinlenme, sahipleri için de sigara içme yeriydi.

Kapıyı sonuna kadar açıp dışarı çıktığımda, iki uzun ön ayağın iki yanında 13- 14 yaşlarında, kara önlüklü, ak yakalı, yanık yüzlü iki delikanlı ile aralarında bir at ve atın üzerinde siyah foter şapkalı, lacivert ceketli, kravatlı, asık ve yorgun yüzlü bir bey gördüm. Nisan ayı, önlüklü iki erkek çocuğu ile at, gelen kişinin görevi hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Başka bir deyimle, gelen kişi "müfettiş"ti (İlköğretim Müfettişi). Ben müfettişe doğru yürürken, "Günaydın, Hoca!" dedi. Bu arada gençler de yerlerini aldılar. Sağ yandaki genç, atın yularını sağ eliyle müfettişin elinden aldıktan sonra, sol eliyle de atın çenesi altındaki ipin kökünü sıkıca tuttu. Yuları tutan sağ elini de, sol elin yanına getirerek, ipi sıkıca kavradı ve yavaşça "hüüşşşşş" demeye başladı. Soldaki genç, atın karnına değene kadar yaklaştı ve sıkıca durdu. Müfettiş, oturduğu yerden öne doğru, başını dik tutarak eğildi ve sağ ayağını çekip toplayarak, atın üzerinden geçirdi ve aşağıya bıraktı. Bu arada iki eliyle semeri tutuyordu. Sol yandaki gencin de yardımıyla, Müfettiş Bey attan inerek yere ayak bastı. Yüzünü okula döndü. Foter şapkasını, ceketini ve kemerini düzeltti. Gençlere atı çekmelerini söyledi. Gençler, sağa bir U dönüşü yaparak yürümeye başladılar. Tören bitmişti anlaşılan. Gördüğüm bu kahverengi at, müfettişleri köyden köye, okuldan okula taşıyan ilk ulaşım aracıydı. Daha doğrusu, ulaşım araçlarının canlısıydı.

(O zamana kadar, müfettişlerin atla geldiklerini ilk kez görüyordum. Çünkü müfettişler, bizim köylere, asfaltta, köylerin kavşağında inip yürüyerek gelir, yine yürüyerek diğer köylere giderlerdi. Belki de bizim köylerin yolu şose olduğundan, yürümek fazla sorun olmazdı.)

Müfettişin yanına yaklaştım. Terlemişti. Yüzü, gömleğinin yakası su içindeydi. Kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı. "Beni tanıyor musun?" dedi. Sadece adınızı biliyorum, dedim. Çocuklar, büyük bir hayret ve sessizlik içinde bizi gözetliyordu. Sınıfa doğru yürüdük. Bu arada müfettiş, yol arkadaşlarına, "Bekleyin!" dedi.

Teftiş, iki saat kadar sürdü. Konuşmalarımız da bitince dışarı çıktık. Gençler atı yüksekçe bir yerin yanına çektiler. Biri, atın ipini, çenenin altından sıkıca tuttu yine. Müfettiş, yüksekçe bir yere çıkarak önce sol eliyle semerin kaşını tuttu ve sağ ayağını kırıp eğildikten sonra, ayağını semerin arkasından, atın sağ tarafına attı. Oturunca, tam yerleşebilmek için sol ayağını yerden çekti. İpi eline verdiler. Vedalaşarak, Ceyhan Nehri kıyısındaki köylere doğru hareket ettiler.

İkinci sene, müfettişin ne ile geldiğini görmedim. Herhalde köylülerle yürüyerek gelmişti. Zaten yürümenin dışında başka şansı yok, gibiydi. Çünkü, Ceyhan Nehri kıyısından at sırtında gelmek cesaret isterdi. Bu cesaret de ancak, o bölgede yaşayan insanlarda bulunurdu. Teftişten sonra, müfettişi üst köye kadar götürüp, öğretmene teslim ettikten sonra geri dönecektim. Müfettiş, fazla olmasa da yaşlıydı. Bir at ya da beygir bulmamı istedi. At için bir çocuk gönderdim. Biraz sonra gelen cevapta, atın diğer köye gittiği, bildirildi. Beygir de zaten yoktu. Çaresiz yürüyecektik. Okuldan çıkıp yirmi metre kadar yürüyünce, eşeğini otlatan bir köylü kadını gördük. Müfettiş erken davranıp kadına, "Yukarı köye kadar, eşeğini bize vermesini" söyledi. Köylü, eşeğini vermek istemediyse de, müfettişin ısrarı karşısında dayanamadı. İlkokul üçüncü sınıftaki oğlunu yanımıza katarak, eşeği verdi. Müfettiş, hemen eşeği bir taşın yanına çekti ve eşeğe bindi. Müfettiş uzun boylu ve göbekliydi. Ayakları neredeyse yere değiyordu. Sürekli dağlara tırmanıyorduk. Yollar dar ve taşlıydı. Müfettiş ayaklarını yere ve taşlara çarpmamak için sürekli yukarı çekiyordu. (Çünkü eşeğin semeri atın semerinden farklıydı ve semerin yanlarında ayakları koyacak ip yoktu.) Bir süre gittikten sonra, müfettiş ayaklarını sürekli yukarı çekmekten yorulmuş olacak ki, eşeği durdurdu ve aşağı indi. Eşeğin ipini çocuğa vererek, teşekkür etti ve köye dönmesini söyledi. Çocuk yanımızdan uzaklaşınca, bir tepenin üzerinde durduk ve geldiğimiz yerlere doğru baktık. Yolun -en fazla- üçte birini gelmiştik ve ikimiz de yorulmuştuk. Müfettiş Bey, derin bir nefes aldıktan sonra, "Buraya okul açılması uygundur" diye rapor veren meslektaşına okkalı bir küfür savurdu. Burnundan soluyordu. Cebinden çakısını çıkardı ve yanındaki ağaçtan bir dal kesti. Yonttu. Baston olarak kullanmaya başladı. O önde yürüyordu, bense arkada. Yol genişleyince yanında yürüyordum. Biraz yürüdükten sonra Müfettiş, cebinden bir ilaç kutusu ve kutudan bir sakız çıkarıp ağzına attı. Hemen hemen hiç konuşmadı yol boyunca. Bir elinde evrak çantası, bir elinde baston, başında şapka ve ağzında çiklet ile hedefine doğru yürüyordu.

Müfettiş Bey eşekten indikten sonra çok rahatlamıştım. Çünkü eşek, inişli çıkışlı, taşlı, daracık keçi yollarından giderken, Müfettiş Bey’in, ayaklarını sağa-sola çarpmamak ve dengesini sağlayabilmek için gösterdiği çaba karşısında gülmemek için kendimi sıkmaktan kurtulmuştum.

Bundan sonra, 12 Eylül dönemine kadar kayda değer bir durumla karşılaşmadım. Diğer bir deyimle, müfettişler teftişe kendi arabalarıyla geldiler ve gittiler. Askeri bir dönemde bir gün, askeri bir pikabı okula doğru gelirken gördüm. Arkadaşların sınıflarına girip, gelen müfettiş olabilir, dedim. Biraz sonra kapı çalındı ve gelen kişi müfettişti. Demek ki müfettişlerin ulaşım araçları, bölgeye ve döneme göre değişebiliyor, dedim kendi kendime. Çünkü araba yolu olmayan yerlerde ulaşım araçları at, eşek olurken, yolu olan bölgelerde taksi olabiliyor. Yine olağan dönemlerde ulaşım araçları sivil arabalar olurken, olağanüstü dönemlerde askeri arabalar oluyor.

Aradan yıllar geçti. Sınıf arkadaşlarımdan biri müfettiş olarak atanıp yanımıza gelmişti. Millî Eğitimden Dağkapı’ya doğru yürürken, köylere ne ile gidiyorsunuz, dedi. Araba ile, dedim. Peki, yolu olmayan köylere ne ile gidiyorsunuz, deyince, kaçamak cevaplar verdim. Yolluk yazıyor musunuz, sorusuna da kaçamak cevaplar verince, "Anladık birader, km’sini kaçtan yürüyorsunuz?" dedi. Güldüm ve konuyu değiştirdim. Doğrusu ya, yanımızda bulunan bir öğretmenin yanında, köyleri yer yer yaya dolaştığımızı söylemek ağırıma gitmişti.

Sahi müfettiş köylere nasıl gider, köylerdeki okulları nasıl dolaşır? Bu soruya verilebilecek kalıplaşmış bir cevap yok. Yalnız şöyle denilebilir: Her türlü ulaşım aracını kullanmak mümkündür. Ben de bu soruya cevap bulmak amacıyla, başladım bugüne kadar gittiğim köy, mezra ve oba okullarını dolaşmaya ve bindiğim ulaşım araçlarını gözden geçirmeye. (Yalnız önce, teftiş ya da inceleme-soruşturma yapmak için gidilecek köyleri, mezraları, obaları bilmek gerek. Eğer bilmiyorsanız, geçen yıl o bölgelere bakan arkadaşlarınızdan, nasıl, hangi arabayla, nereden gidebileceğiniz hakkında bilgi edinebilirsiniz. Diğer bir yol ise, il haritanızı açıp, hangi köylere, nasıl gidilebileceğini anlamaya çalışırsınız. Bu yolla da bilgi edinemezseniz, o yerleşim biriminin bağlı olduğu ilçeye gider, oradan bilgi toplarsınız. Bu arada konuyla ilgisi bakımından tanık olduğumuz bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim: Öğretmen olan oğlunu görmek için gelen bir baba, oğlunun çalıştığı köye nasıl gidilebileceğini bir polise sorar. Polis de, ilin bütün köylerini bilse bilse İlköğretim Müfettişleri bilir, çünkü onlar bütün köyleri geziyorlar, diyerek baba ile birlikte Öğretmenevine gelir. Öğretmenevinde, üç-dört müfettiş arkadaş bir masanın çevresinde oturuyorduk. Polis Bey yanımıza gelerek, köyü ve nasıl gidilebileceğini sordu. Niçin bize sorduğunu da söyledi. Hepimiz, polisin pratik zekasına hayran kalmıştık.) En uzak ilçemize gidecektik. Önce Elazığ’a gideceksiniz, dedi arkadaşlar. Elazığ’da ne işimiz olduğunu anlayamayınca, anlattılar: "Önce Elazığ’a gideceksiniz. Oradan da Hazar otobüsüne binip, otobüsün durduğu son köyde ineceksiniz. Oradan da yarım saat, kırkbeş dakika kadar yürüyüp, ilk köyünüze ulaşacaksınız. Öğretmenin adı Erol. Erol Beyi bulduktan sonra gerisi kolay. O, gerekeni yapar."dediler.

Hafta başı toplantısından sonra, dolmuşla garajlara geliyoruz. Otobüse binip, şehirlerarası seyahate başlıyoruz. Arkadaşım Güneydoğuda benden eski. Her ne kadar bilinmeyene doğru gidiyorsam da, buraları benden daha çok bilen biri var, yanımda. Az da olsa rahatım bu nedenle. Otobüs, il sınırını terk edene kadar, yer yer kestiriyor, yer yer konuşuyorum. Komşu ilin sınırlarına girdikten sonra, tüm dikkatimi çevredeki güzellikleri seyre veriyorum. Hazar Gölünü, çevresindeki ormanları, gölle ormanın, sularla ağaçların kucaklaşmasını görüyor, yine bir bahar günü bu gölün kenarından trenle geçişimizi, kendimizi suyun üzerinde yürür hissettiğimizi; hele bir kış günü bir Ankara yolculuğumda, gölün bembeyaz bir gümüşle dolduğunu, ayın bu güzelliği gökyüzünden sessizce seyrettiğini görüyor ve gölde kaybolduğumu, hatırlıyorum. (Bundan sonra, Ankara’ya her gidiş-gelişimde, biletimi göl taraftan almaya dikkat ediyorum.) Bu esriklik, bu güzelliğin verdiği sarhoşluk, sular bitene kadar sürüyor ve kendime geliyorum. Artık sadece çevreyi seyretmeyip, biraz da karşılaşacağımız belirsizlikleri düşünüyorum. Sonuçta huzurum kalmıyor tabii. Kalmayan huzurumla iniyoruz otobüsten ve doğruca Öğretmenevine gidiyoruz. İşte ilk şehirlerarası otobüsle seyahatimiz böyle gerçekleşti. Bir kez de soruşturma için geldim bu bölgeye şehirlerarası otobüsle. (Yine aynı heyecanı, aynı güzellikleri, aynı duyguları yaşadım yeniden. Bundan sonra birçok kez şehirlerarası otobüsle diğer ilçelerimize gidip geldim de, hiç birisinde bu havayı bulamadım.)

Şehirlerarası seyahat bitti, köylerarası seyahat başlıyor artık. Çünkü bu iş için geldik. Verilen adrese bakarak, Cumhuriyet Meydanını ve Vatan Garajını sorarak buluyor ve elimizde çantalarla yarım otobüse biniyoruz. Otobüsün küçük ve tekerlerinin çamur oluşu, ilk farklılık olarak dikkatimizi çekiyor. Çamur tekerlekler, köy arabalarının belirgin bir özelliği olsa gerek. Kaptanla konuşuyoruz. Bizim arkadaşları, her sene kendisinin götürdüğünü söylüyor. Yolcular rahatça söyleşiyor, rahatça şakalaşıyorlar. Sigara içiyorlar. Yerler, toz toprak içinde. Koltukların uzunca bir zamandır silinmediği, oturulamayan kısımlardaki tozların kalınlığından anlaşılıyor. Buna rağmen araba çok kirli sayılmaz, diyorum. Çünkü, Köy otobüslerinin ayırtedici özellikleri var. (Örneğin, büyük bir köye çalışan otobüsleri hatırlıyorum. Bu köyde, iki otobüsle birkaç taksi vardı. Dolayısıyla rekabet kıyasıyaydı. Rekabet ise sadece ücretteydi. Ayrıca, yolcuları kaçırmamak için, otobüsün içinde koyun, keçi, oğlak, kuzu vb. her canlının taşınmasına izin veriliyordu. Bunun için otobüslerde temizlikten eser yoktu. Koltukların da birçoğu yırtılmıştı. Şoförler yolcu alabilmek için, herkese hoş görünüyor, önlerine çıkan her yolcuyu kapmaya çalışıyorlardı. Eşya taşıma ücretlerinde zorlama yapmıyor, canınız sağ olsun, diyorlardı. Bizim, bu köyden dönüşümüz de aynı arabaya denk geldiği için, şoförle dost olmuştuk. Yol boyunca sohbet ettik. Sıra ücretleri toplamaya gelince, "Biz gelirken de sizinle geldik. Bize indirim yapmanız gerekir", deyince, hep beraber gülmüştük. "Bu kadar az parayla nasıl kurtarıyorsunuz?" deyince, "Ah hocam, ne yapalım, şoförler arasında amansız bir rekabet var", demişlerdi. Köylüler arasındaki bu amansız rekabet, belki de köylü olmanın bir özelliğiydi. Ne yapsın köylüler, farklı alanlara yatırım yapmaya yönlendirilmek istenildiler de, "hayır" mı dediler. Onların yaptığı, "Üzüm üzüme baka baka kararır" atasözünü uygulamaktı. Şoförle konuşa konuşa, motor ve sallantı sesleri arasında, yayı boşalmış koltuğumla, önce ilçeye, sonra ile ulaşmıştık. Yere basınca, hem bedenimiz, hem de kulaklarımız rahatlamıştı. Bağırmadan konuşarak yürümüştük arkadaşımla.) Necati Usta (şoför), bizi son duraktan biraz daha ileriye, yolun sonuna kadar götürüyor ve yolu tarif ederek geri dönüyor.

Şehirlerarası otobüs, köyler arası otobüs ve köy otobüsü derken, geldik "taban otobüsü"ne. "Gideceğiniz yer ne ki. Görünüyor, daha karşıda. Olsa olsa bir sigara içimi uzaklıkta." Sözleri arasında yürüyoruz köylere. Görünen köyler uzak gelmez müfettişlere. Bize de uzak gelmiyor işte. Yollar fena sayılmaz. Çantalarımız da ağır değil. Konuşarak, hızla yürüyoruz yolları. Acelemiz var da. Gün kararmadan ikinci köye çıkıp, gece konaklayacağımız birinci köye inebilmek için. Birinci köye varınca öğretmene, akşam tekrar döneceğimizi söyleyip, hemen ayrılıyoruz. Tepeye doğru tırmanıyoruz. Ayağımızda Sümerbank (Beykoz) ayakkabısı. Kalın tabanlı ve izli. Rahatça basıyorum taşlara, suya ve çamura. Düze çıkınca yıkıyorum. Ne şekli bozuluyor, ne de rengi. Ne de su alıyor. Kış şartlarında, yağmurda, karda, çamurda, hep bu ayakkabılarla gezdim dağ, ova köylerini, Diyarbakır’da.

(Müfettişler neden, çoğunlukla "taban otobüsleri"ni tercih eder, derseniz, bunun başta ekonomik olmak üzere, insana rahat çalışma ortamı sağlaması, öğretmenlerle yakınlaştırması, pratik olması, çevreyi tanımaya imkan vermesi, doğayla kaynaştırması, gibi birçok nedeni var, derim. Bir müfettiş günde kaç saat taban otobüsüyle seyahat edebilir, derseniz, ben sekiz saat ettim, derim. Taban otobüslerinin diğer bir tercih nedeni de, hava ve arazi şartlarından etkilenmemesidir. Örneğin dağda bayırda, eksi 25 derecede, üzerinizde kalın pardösünüz olmasına rağmen, kuru ipliğiniz kalmayıncaya dek gezebilir, şoförlere bağımlılıktan kurtulabilirsiniz. Daha önce de belirttiğim gibi, doğayla bütünleşebilir, doğal güzellikleri doya doya yaşayabilirsiniz. Hatta yürümeyi yaşam tarzı haline getirip, İzmir’de katıldığınız Hizmetiçi Eğitim Kursunda da uygulayabilir ve diğer illerden gelen müfettiş arkadaşlarınızca, "Siz yürüme müfettişisiniz", diye nitelendirilebilirsiniz. Taban otobüsleriyle yolculuk yapmanın bence tek olumsuz yanı, sizi köpeklerin karşılamasıdır. Olsun, bu kadarcık kusur, kadı kızında da bulunur.)

Yukarı köyde işimizi bitirip inerken, derenin yakınında bir traktör görüyoruz. Sürücüsü el sallıyor ve yanına çağırıyor bizi. Gelin, sizi traktörle karşıya geçireyim, yolunuz kısalır, diyor. Biz de öyle yapıyor, derenin kenarına geliyoruz. Traktör, suyun içinden geçerek yanımıza yaklaşıyor. Römorka binip, sıkıca tutunuyoruz. Karşıya geçince, kestirmeden okula doğru yürüyoruz. İki üç dakika kadar su üzerinde yaptığımız bu traktör yolculuğu, belki de tek örneğimiz olacak.

Traktörle başka hiç yolculuk yapmadınız mı, derseniz, tabi ki yaptık, derim. Dolayısıyla, onlardan da söz etmek gerekecek. Örneğin, okul incelemesine gidişimden. İlçe otobüsüyle, köyün bulunduğunu tahmin ettiğim bölgede iniyorum ve kısa bir soruşturmadan sonra, gideceğim yerin köy değil, mezra olduğunu öğreniyorum. Köyün öğretmeni de geliyor yanımıza bu arada. Hemşehriymişiz. Çay getiriyor köylüler. Otururken, hem içiyor, hem de sohbet ediyoruz. Köye nasıl gideceğimi sorunca, traktörü hazırladık, hele siz bir çayınızı için, diyor köylü amcalardan biri. Rahatlıyorum. Bu sorunu da çözdük, diyorum kendi kendime. Çaylar bitince, traktör, römorkuyla birlikte geliyor yanımıza. Köylü amca oğluna, beni traktörle götürüp getirmesini söylüyor. (Römorkta, üzeri hasır küçük oturaklar var. İlk kez römorkta oturak görüyorum.) Birkaç köylü ile birlikte hareket edip, işimi bitirince, yine aynı şekilde dönüyoruz. (Hasır oturaklarda, römork üzerinde fena olmuyor traktörle yolculuk. Römork üzerinde traktörle yolculuk, at ile otobüs arası bir yolculuk işte.)

Traktörle yolculuğun önemi, en iyi çamurlu arazide anlaşılır. Ova köylerinde teftişteydik. Yağmur dinmiş ama her taraf çamur içindeydi. Nasıl gideceğimizi kara kara düşünürken, öğretmen arkadaş traktörle gidebileceğimizi söyledi. Evet, traktör gider, çamura batmaz, diyor. Çantalarımızı elimize alıp, her birimiz bir çamurluğun üstüne oturuyoruz. Lastikler, çamura batıyor gittikçe. Ön tekerlekler sürekli sağa sola yalpalıyor. Arka lastiklere yapışan çamurlar, neredeyse bir lastik büyüklüğünde. Çamurlar, yer yer korkuluğa sürtünüyor. Direksiyon hakimiyeti zorlaşıyor. Sürücünün tüm dikkati yolda ve tekerlerde. Konuşmalarımıza hiç aldırış etmiyor. Tüm zihni enerjisini, direksiyon, fren, debriyaj, vites ve gaza harcıyor. Sanki traktör değil de, kendi -sırtında- taşıyor bizi. Düzlüğe çıkınca, tüm kasları gevşeyip, oturuşu değişiyor. Artık ne bedeninde, ne de yüzünde kasılma var. Fakat yine hiç konuşmuyor, yine hiç tepki vermiyor. Okula ulaşıp traktörü söndürünce, eski halinden eser kalmıyor. Sanki bu insan, biraz önceki sürücü değilmiş gibi. Dönüşte de aynı şekilde davranıyor. Yaşından büyük bir olgunluk gösteriyor. Okulun önüne ulaştığımızda, ciddiyetini traktörün üstünde bırakıp, güler yüzlü ifadesini takınıyor. İşini bu derece önemseyen, işine kendini bu derece veren sürücüye hem saygı duyuyorum, hem hayran oluyorum. Ben, bu örnek insanı tanımanızı isterdim.

Benim için traktörlü yolculukların en ilginçlerinden biri, "araç değiştirme", olayı olmuştur. Yine bir Pazartesi toplantısından sonra, Siverek arabalarıyla Pirinçlik tarafında bir köye gitmek üzere Amerikan Tesislerinin yanında iniyorum. Kısa bir süre yürüyüp okula, oradan öğretmen arkadaşı alıp diğer köye gidiyorum. Oradan da gideceğimiz köye gitmek üzere bir traktöre biniyorum. Akşam hava kararmak üzereyken, okula ulaşıyorum. Öğretmen sürekli, aldığı beyaz mallardan (renkli tv, video, çamaşır makinesi, vb.) bahsediyor. Biraz da yün döşek yaptığını anlatıyor. Elektronik eşyadan yana sıkıntısının kalmadığını, memlekete gittiğinde rahat edeceğini söylüyor da, eğitim-öğretim konularına hiç değinmiyor. Yemekten sonra, sıkıldıysanız tavla oynayalım hocam, diyor. Köylülerle birlikte renkli tv seyrediyoruz. Bir süre sonra köylüler kalkıyor. Eğitimle ilgili konularda konuşuyoruz. Planları inceliyorum ve nasıl yapılmasını gerektiğini gösteriyorum. (Yaptığım iş, öğretmenin hoşuna gitmese bile, ben mutluydum. Çünkü borcumu ödemiştim.) Bugün incelemeyi, yarın teftişi yaptıktan sonra nasıl gideceğimi düşünürken, "Hocam, otoyol yapımında çalışan kamyonlarla asfalta kadar gidip, oradan otobüslere binersiniz", diyor. Buna rağmen, henüz dönüş sorunumuz çözülebilmiş değil. Teftişten sonra, "Peki, otoyola kadar nasıl gideceğiz?", diye düşünürken öğretmen arkadaş, okulun yakınındaki bir eve uğrayarak, "Misafirimi otoyola kadar götürmek için arabanı ver amca", diyor. Amca, atını arabaya koşuyor ve yularla kırbacı öğretmene veriyor. Evden yola kadar yürüyoruz. Öğretmen arkadaş, arabanın şoför mahalline biniyor. Bense, arabanın sol tarafına oturuyor, ayaklarımı sarkıtıyorum. Çanta sağımda, sağ dirseğim çantanın üzerinde. Ufkumda uçsuz bir ova. Öğretmen önde, ben yanda. Düşüyoruz yola. Bir elimizde yular, bir elimizde kırbaç. Kırbaçla, "deh deh" sesleri arasında ilerliyoruz dörtnala. Onbeş dakika yolculuktan sonra, daha yola ulaşmadan, boş bir kamyon görünüyor yolda. İşaret ediyoruz. Hizamıza geldiğinde duruyor. Selamlaşıp, asfalta kadar alıp alamayacağını soruyoruz. Buyrun, deyince, öğretmen arkadaşla vedalaşıp, şoförün yanına çıkıyorum. Şoför bir bana, bir elimdeki çantaya, bir de at arabasına bakıyor, hissettirmeden. Ne, "Sizin dairenin arabası yok mu?"; ne, "Devlet sizi niye taşımıyor?"; ne de "Siz ne biçim müfettişsiniz?" türünde, ne bir soru soruyor, ne de bir yorum yapıyor. Kendisinin de burada yabancı olduğunu ve aylıkla çalıştığını söylüyor. (Akşam, nal ve "deh deh" sesleri arasında, Türkiye’nin eğitim sorunlarını düşünüyorum.)

Bir kez de, yapılmakta olan bir ilkokul binasını incelemek için gidiyorum bir mezraya. Köyden mezraya yürürken bir at arabası denk geliyor. Gel bin hocam, götüreyim seni, diyor amca. Biniyorum ve bir süre sonra, okul inşaatı görülüyor. İşçiler, henüz kalıp çakıyor. İnşaatın önüne geldiğinde inip teşekkür ediyorum. O yoluna devam ediyor. Elim çantalı da olsa, zoraki muhatap oluyor işçiler benimle. (Makam arabası, At Arabası olan bir memurla kim muhatap olmak ister ki?)

İnceleme-soruşturma, teftiş-rehberlik ve Sürücü Kurslarının Denetimi gibi görevlerimize, -Sürücü Kurslarının İlköğretim Müfettişleriyle ilişkisi tartışılabilir ya- bir de "yapılmakta olan ilkokul binalarını denetleme" görevi eklenmişti. Böylece görev eksiğimiz kalmamıştı(!) İlköğretim Müfettişleri yapılmakta olan okul binalarını nasıl denetleyebilirdi? Biz de bilmiyorduk ama, emir yüksek yerden gelmişti. (Bu fikrin hangi üstün yetenekliye ait olduğunu öğrenemediysem de, kutluyorum o kişiyi. Çünkü böyle pratik zeka, her kişide bulunmaz da.) Yapılmakta olan okul binalarını ile Sürücü Kurslarını denetleme görevi, hafta sonlarını da doldurmuştu. Böylece dinlenme (tatil) günümüz kalmamıştı. Cumartesileri okul binalarını denetlemeye gitmek sorun olmuyordu. Çünkü, köy arabaları çalışıyordu. Fakat Pazar günleri bir sorundu. Biz de bu nedenle, Pazar günleri köylere gidip gelmeye yönelik çözümler üretmeye başlamıştık. Örneğin, askeri araçlardan, belediye arabalarından ve TPAO hizmet (servis) arabalarından yararlanmak, gibi.

Hafta içinde teftiş yaparken, teftiş bölgemiz içinde bulunan askeri birliğe uğrayıp, "Hafta sonlarında köyleri dolaşmak için araba verip veremeyeceklerini" soruyorum. Anlayışla karşılıyor Komutan. Yarın oluyor ve askeri bir jeep, araç komutanı bir astsubayla birlikte geliyor önceden kararlaştırdığımız okula. Askeri araçla denetim, hem köylüleri, hem de köyüne gittiğimiz öğretmenleri meraklandırıyor. (Niye meraklanmasınlar ki? Kim bekler askeri araçtan müfettiş çıkacağını?) Rahat oluyor böyle müfettişlik. İnsanın ne bedeni, ne de zihni yoruluyor.

Bir kez de, yine görev bölgemizde bulunan askeri birliğe uğrayıp araba istiyorum. “Yarın olsun, barajın pikabını emrinize veririm” diyor Komutan. (Sağ olsun, diğer Komutan gibi bu Komutan da çok ilgileniyor bizimle.) Sabah, kurşunlanmış pikapla, kurşunlanmış virajlardan geçip gidiyoruz okullara. Çok sürüyor bu gezi. Çok okul geziyoruz çünkü. Kaptan, -daha önce sözünü ettiğimiz traktörün sürücüsü gibi- direksiyona geçince, yolun ve arabanın dışında, tümüyle dünyadan ilişkisini kesiyor. Gözleriyle karşıyı, sağı-solu izleyip, pür dikkat dinliyor gelen sesleri. (Bu sürücü de işiyle bütünleşmiş. Saygı duymamak elden gelmiyor.) Hava kararmak üzere ilçeye yetişiyoruz. Akşam, Komutan izin veriyor Kaptana. Biz de keyifle dönüyoruz şehre.

Her zaman emirlerine araba verilmez müfettişlerin. Bazen de bulduklarıyla yetinmek zorunda kalırlar. Onlar da, buldukları her araca dünden razı olurlar. (Yeter ki ayakları yerden kesilsin.) Bir gün de, işimi bitirmiş yolda araba beklerken, büyük bir (40 tonluk) petrol tankeri geliyor. El ediyorum, alıyor. Başlıyorum yaptığım işi anlatmaya. Kaptan neden Pazar günü gezdiğimi sormuyorsa da, kolay oluyor böyle sormadan anlatmak. (Çünkü nasıl olsa soracak.) Kaptan da anlatıyor petrol getirdiği ülkeleri ve bu ülkelerin zenginliği yanında düzensizliğini. "Hocam her şey bizde. Ne hukuk ne de Müslümanlık var onlarda." diyor. Bir ay kadar sonra şehirde, tekrar karşılaşıyoruz ayrıldığımız yerde. O, yine sefere gidiyor. Selamlaşıp hayırlı yolculuklar diliyorum.

Yine bir haftasonu, hemşehrim olan bir öğretmenle, yapılmakta olan okul binalarını incelemeye gidiyorum. Arabanın gittiği son köyde inip, hemşehrimin köyüne doğru yola çıkıyoruz. Hava erken kararıyor kış mevsiminde. Özellikle bu nedenle, yolumuzun üzerindeki okula uğrayıp öğretmeni ziyaret ediyoruz. (Akşam yemeği veriyorlar bize. Yolda karşılaşacağımız aç köpekleri de düşünerek(!), birkaç kuru ekmek alıyoruz yanımıza. Güya, ekmek atarak korunacağız köpeklerin saldırısından. Emeklerimiz boşa çıkıyor. Göz göze gelmemize rağmen, ne koşarak, ne de havlayarak rahatsız ediyorlar bizi. Herhalde toklar.) Okul incelemesini bitirip, zaman öldürmeye başlayınca, "planlar" konusunda uygulamalı ders anlatmak geliyor içimden. Ve üç öğretmenle başlıyoruz derse. Öğretmenlerin planlarındaki yetersizlikleri, yanlışları gösterip, nasıl yapılması gerektiğini anlatıyorum. Olumlu yanlarını pekiştiriyorum. Öğretmenler, söylediklerimle, yaptıkları arasında pek bir paralelliğin olmadığını görünce, "Bize böyle öğrettiler" diyor. (Bilmem ki, ne zaman haberli olacak bizim Öğretim Elemanları, yaptıkları işten!) Ders, protokol sohbetleri ve çay derken, -gece- vardiya değişim saati yaklaşıyor. Bugün, iki iş yapmanın verdiği huzurla, TPAO’nın (Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı) minibüsüne binip, Demir Otelin önünde iniyorum. Bu saatte, benim gibi zamansız gezen bir-iki kişinin dışında, sadece köpekler var çöp bidonları çevresinde. Eve vardığımda saat 01.00 civarıydı. (Kolay mıydı vatan kurtarmak!)

Motosikletle mi? Tabi, motosikletle de gezdim köyleri. Köyler arası yakın olup, yolculuk kısa sürdüğünden, inanın hiç zevk alamadım.

Tek ilginç yolculuğumuz bunlar değil. Başkaları da var tabi. Örneğin, Çüngüş’ten Çermik’e gelişimiz gibi. Kaymakam Bey, Öğretmen Lisesi çıkışlı olduğundan, aramızda hemen bir ortak yaşantı alanı oluşuyor. Sıcak sohbetler ediyoruz. Yarın, Ziraatın jeepi emrinizde, diyor. Sabah yola çıkıyoruz. Yol, sel sularından hasar gördüğü için, araba gidemez oluyor. Sevincimiz kısa sürüyor. Kalan yolu yaya gideceğiz. Biz de öyle yapıyoruz. Her türlü yeşilin arasından, ince bir çizgi gibi akan Fırat’ı seyrederek okula varıyoruz. Öğle yemeğini muhtarın evinde yiyoruz. Muhtar, yurt dışı izlenimlerini ve vatan hasretini anlatıyor. Yemeği yer yemez gözlerimiz ayakkabılarımıza takılıyor. Öğretmen, komşu köye Çermik’ten yol yapıldığını ve Köy Hizmetlerinin dozerle greyderinin çalıştığını söylüyor. Akşam servis arabalarının gelip gelmediğini soruyorum muhtara. Geliyor, cevabını alınca bir başka oluyor çayın tadı. Dağdan, bayırdan iş makinelerinin yanına kadar yürüyoruz. Bu arada, Fırat üzerindeki çelik halat asma yaya köprüleri çekiyor dikkatimizi. Yürürken, biraz da eşkıya hikayeleri dinliyoruz Öğretmenden. Operatörlerden, Servis arabalarının bizi ilçeye kadar alabileceğini öğrenince, bir nefes dinlenip, yukarı köye kadar yürümeye devam ediyoruz, kayaların üzerinden. Köye varınca, doğru okula yürüyoruz. Bu saatte çocuklar dağılmış olmalı. Doğruca lojmana giriyoruz. Öğretmen, karşısında iki müfettişi görünce, hafif bir telaş geçiriyor. (Telaşlanmakta haksız değil hani. Akşam üzeri, yabancı iki müfettiş niye gelsin ki?) Geliş nedenimizi söylüyoruz hemen. Köy Hizmetlerinin servis arabası gelince, haber vermesini istiyoruz. Mesainin bitmesine yakın, gelen sarı kamyonun sürücüsünden, dönüşte bizi almasını rica ediyoruz. Peki, diyor. Arabanın dönüşünü beklerken, sohbet gittikçe koyulaşıyor. Öğretmen, konuştukça açılıyor ve rahatlıyor. Biraz da okulu dolaşıp, bahçede bekliyoruz. Mesai bitiminde gelen kamyonun üzerine çıkıyoruz. (İçeride yer yok da.) Her ne kadar pardösülerimize sarınıp, şapkalarımızı kulaklarımıza doğru iyice indirsek de, yine üşüyoruz. Yaklaşık bir saat yolculuktan sonra, ilçeye varıyoruz. Yaptığımız ilk iş araba sormak oluyor. Yok, cevabını alınca, Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’na (YİBO) doğru yatacak yer aramaya gidiyoruz.

Her yolculuk böyle zorlu geçmez tabi. Bazen de, işiniz rast gider. Örneğin, köpeklerin bol olduğu bir bölgeden nasıl geçeceğinizi düşünürken, DSİ’nin uzun aracı, üzerinde bir dozerle gelebilir. Kaptan, incelik gösterip, sizi yanına alabilir. İçeride, sesimizi duyabilmek için bağırarak konuşursunuz. Bir süre sonra, yollarınız ayrılır ve araçtan inersiniz. Böylece bir renk daha katılır yaşamınıza.

Bu kez gideceğimiz yerin ulaşımının çok kolay olduğunu söylüyor Başkanım. "Yarın sabah saat 07’de istasyonda ol. Batman Trenine bin, falan durakta in", diyor. Bilet alırken, bu trenin Batman Treni olup olmadığını soruyorum. (Öyle ya. İstasyon bu. Farklı yönlere gidecek birçok tren var burada.) (Safinaz, bu trenin rengi mavi. Kendisi de Sizin eski evin önünden geçen banliyo trenleri gibi.) Trene binip, hiç kimsenin olmadığı boş bir kompartımana gidip pencerenin yanına, gideceğim yöne doğru oturuyorum. Bir süre sonra başkaları da gelmeye başlıyor, birer birer. Oysa ben, buraya kimse gelmez, diyerek en uzak kompartımanı seçmiştim. (Buraya hiç kimse gelmesin. Birlikte seyahat edelim, Sevgili. Yanımda, karşımda ve kompartımanda sade Sen olmalısın. Sen her yeri doldurursun.) Yolcular selam verip, daha oturur oturmaz, başlıyorlar sormaya: "Memleketiniz nere, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz?" (Ben, sadece seni görmek, seninle konuşmak, Senin sesini duymak istiyorum, Sevgili.) Konuşmak istemediğimi hissedince, sormaktan vazgeçiyorlar. Rahatlıyorum ve pencereden uçsuz ovayı seyrediyorum. Benden başka kimse seyretmiyor dışarıyı. (Ben de, böyle istiyorum zaten. Yalnız seyredeyim bu uçsuz bucaksız düzlüğü. Seni hiç kimse görmesin. Dalıp dalıp gidiyorum ve küçücük bir nokta olup kayboluyorum.) Kısa bir yolculuktan sonra, tren yavaşlıyor ve duruyor. İniyorum aşağı. Üşümüşüm. Dışarı da soğuk. Derme çatma durakta, kendimi topluyor ve okula doğru yürüyorum. Öğretmen henüz uykuda. Ortalığı toplayana kadar derslikte bekliyorum.

İşim bitince, öğretmenle birlikte çıkıyoruz yukarı köye. Öğretmenleri ziyaret edip, kısa bir süre oturuyorum. Dolmuş beklemek için durağa giderken, BOTAŞ’ ın (Boru Hatlarıyla Petrol Taşıma Anonim Şirketi) kontrol arabası denk geliyor. Görevli memur, Ankara mezunu Teknik Öğretmenmiş. Ben de Gazi mezunu olduğum için, hemencecik ortak yaşantı alanı oluşturuyoruz. İncelik gösteriyor ve tüm ısrarıma rağmen, Millî Eğitim Müdürlüğünün önüne kadar getiriyor. Daireye girerken, "öğrenci, öğretmen, okul denetimi" yerine, "petrol taşıma denetimi" yapan memur olsaydım, trenle ve yaya yolculuk yapmazdım, herhalde, diyorum kendi kendime. Sadece bunlara değil, Veterinerlere, Ormancılara, Ziraatçılara, yani hayvan ve bitki görevlilerine Devlet araba veriyor da, nedense, "öğrencileri, öğretmenleri, okulları" denetleyenlere vermiyor, işte. Ne diyelim? (Belki de, hayvan ve bitkiler insanlardan daha önemli?)

Bir müfettiş, görevini yerine getirebilmek için hangi araçları kullanır, diye düşünürken, hangisini kullanmaz ki, diyorum. Kullanmadıkları, daha doğrusu benim kullanmadıklarım sadece uçak ve gemi. Bunların dışındakileri her müfettiş kullanmıştır. Ama biri var ki, eminim benden başka kimseye nasip olmamıştır. Diyarbakır ’ın yeni ilçe olmuş bir bölgesindeydik. İşimiz aceleydi ve araç gerekliydi. Araba almak için Belediyeye çıktık okul müdürü arkadaşla. Başkan yoktu. (Zaten ne zaman olurdu ki. Toplantıdan toplantıya gelirmiş.) Durumu anlattık memura. Başkan izin verirse olur, dedi. Müdür Bey, ben izin işini hallederim, deyince, memur Belediyeden aşağı indi. Arabayı çalıştırdı. Fakat, mazot yok, dedi. Arabadan aşağı indi. Yolun kenarındaki gençlerden birini çağırdı ve ödünç bir teneke mazot istedi. Birkaç dakika sonra gelen mazotu depoya koydu. Arabaya çıktık ve hareket ettik. Okul binası incelemesi yapmaya giderken ve gelirken bizi görenler hayretle bakıyorlardı. Durduğumuz köylerde neden bu araba ile gezdiğimizi, onlar sormadan açıklıyorduk. Böylece, halkın merakını gideriyorduk. Akşama doğru rahatlamıştım. Çünkü, şehre dönemesem de, artık işim bitmişti. Umarım siz de merak ettiniz bu arabayı. Bu araba, kırmızı boyalı, üzerinde " ........... Belediyesi" yazan bir su tankeri (arazöz, itfaiye aracı) idi ve yangın söndürmeye gitmiyordu.

(Safinaz, "Ben müfettişlik yapmadım. Dolayısıyla, arazözle "incelemeye" gidip gelmenin heyecanını yaşayamadım", diye üzülme, Sen. Çünkü böyle heyecanlar, benden başka bir müfettişe nasip olmaz ki...)

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..