Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '12

 
Kategori
Siyaset
 

Ne, en az üç çocuk mu?

Eski insan can ve mal güvenliğini kendisi sağlıyordu. O, bir yandan vahşi doğaya karşı mücadele ederek ekmeğini kazanmaya uğraşırken, bir yandan da ekmeğini elinden almak, hatta öldürmek isteyen diğer insanlara, diğer kabilelere karşı durmak; ekmeğini ve canını korumak-kurtarmak zorunda kalıyordu.

Hem o eski zamanlardaki bu zorunluluk nedeniyle, hem korunma ilaç ve yollarının bilinmemesi nedeniyle, hem de insanın doğasındaki çoğalma özeliği nedeniyle  anne ve babalar doğurganlıkları bitinceye kadar çocuk yapıyordu. Doğan çocukların çoğu, daha büyüyemeden çeşitli hastalıklara yakalanarak ölüyordu. İnsanlık, çocuk hastalık  ve ölümlerine derman bulmanın daha çok uzağındaydı. Sağ kalıp büyüyebilenler de ailenin mal ve can güvenliğini korumaya yardımcı oluyordu. 

İşte bu orman kanunlarının geçerli olduğu zamanlarda ailenin veya kabilenin büyüklüğü güçlülük anlamına geliyordu; bir bakıma öyleydi de. Büyük balık küçük balığı yutuyordu. Gücü olan yaşıyor; altta kalanın da canı çıkıyordu.

Bu acıklı durum, insanın insanlaşmasına uygun olarak ve elbette azalarak günümüze kadar geldi. Ne yazık ki, dünyanın geri bıraktırılmış bölge ve toplumlarında bu düşünce ve davranışta olanlar hala varlığını sürdürüyor. Çocuğa ailenin ekonomik güvencesi ve askeri gözüyle, fedaisi gözüyle bakan düşünce tümüyle ortadan kalkmış değil.

*     *     *
Ama gelişmiş ve uygar dünyada bu geri düşünce ve davranış biçimi büyük ölçüde değişti. İnsanlar arasındaki ilişkiler kanun ve kurallarla düzenleniyor. Bu kanun ve kurallara da hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi; yine insanlığın bulup ortaya çıkardığı; uğruna ağır bedeller ödediği değerler yön veriyor. İnsanlık, sadece bu kanun ve kuralları bulmakla kalmamış onları uygulayacak kurumları da geliştirmiş. Bu yoldaki uğraş gelişerek devam ediyor.

*     *     *

Günümüz insanının can güvenliğini, kanunlarla görevlendirilen polis ve ordu gibi çeşitli güvenlik kurumları sağlıyor. Güvenlik güçleri bu koruma görevlerini yaparken varsıl-yoksul, kadın-erkek, güçlü-zayıf veya siyah-beyaz ayrımı yap(a)mıyor. Ayrıca, mesleki bilgi ve becerilerle, iş ve işyeri kanunlarıyla iş güvencesine de sahip olan günümüz insanı, iş ve aş kaygısını da bir ölçüde geride bırakmış durumda. Daha doğrusu, ekmeğinin güvencesi olarak artık çocuklarını değil, yarattığı iş kanunlarını ve kurumlarını görüyor. Aile büyüklerine, akrabalara, çocuklara veya kimi para sahiplerine olan olası ekonomik bağımlılık ortadan kalkıyor. Bunun yerini yasalardaki “iş güvencesi” alıyor.

Gelinen bu aşamada can ve mal güvenliğini korumak için çok çocuk sahibi olmak düşüncesi de değişiyor. Günümüz insanı, doğasındaki doğurganlık ve soyunu devam ettirme özelliğinden dolayı;  bakabileceği; büyütüp okutabileceği; bir meslek ve ekmek sahibi yapabileceği kadar çocuk istiyor. Uygar düşünce ve tıptaki gelişmeler de insanın bu şekildeki yönelimini destekliyor. Zira aşırı nüfus artışı; çalışma, sağlık, beslenme, barınma, ulaşım, göç, eğitim ve benzeri daha birçok alanda; sömürü, baskı ve adaletsiz bölüşüm yüzünden zaten var olan sorunların daha da büyümesine neden oluyor.

*     *     *

Peki, Türkiye’de durum ne alemde?.. Türkiye’nin aynasında ne görünüyor?..

Gören gözlere göre gerçek şöyle: Türkiye, 75 milyona dayanan genç bir nufusa sahip. Bu nüfusun hemen hemen üçte ikisi kentlerde yaşıyor. Kırsal alanda olduğu gibi kentlerde de işsizlik almış başını gitmiş. Yoksulluk diz boyu. Çaresizlik insanları çıldırtıyor; intiharlara ve cinayetlere neden oluyor! Sınıflar arasındaki uçurum derinleşmiş ki, ne derinleşme! İş kazaları, sendikaların işlevsizleştirilmesi ve kaçak işçi çalıştırma iş ve işçi dünyasının korkulu rüyası olmuş. Barınma ve konut sorunu gecekondulaşmayla çüzülmeye çalışılmış; böylece kentler köylerden de beter duruma düşmüş. Eğitim, her Bakanın yeniden şekillendirmesi (siz yıkmaya çalışması anlayın) yüzünden, sınavlardaki sahtekarlılar yüzünden, halkı soyan özel okul ve dershaneler yüzünden ve okullarını bitirenlerin iş bulamaması yüzünden kanayan bir yara halini almış. Mal ve insan taşımacılığının tamamen karayollarına yüklenmesi; demir ve deniz ulaşımına sırt dönülmesi yüzünden yollar kan gölü olmuş!  İnsan sağlığının ve hastahanelerin tüccarlara teslim edilmesi yüzünden hastahaneler çilehaneye dönmüş!.. Toplumdaki birlikte yaşama arzusu yerle bir...

Başını kaldıran; “Bu nasıl hayat!” diyenlerin coplanması, ellerinin - kollarının kelepçelenmesi ve zindana atılması da işin cabası.   

*     *     *

Peki, böylesi bir durumda ülkeyi yönetenlerden ne beklenir?..  Herhalde sorunları çözmek için gece gündüz didinmeleri, çalışıp-çabalamaları, değil mi? Hiç değilse, “Biz bu kadar nüfusu kaldıramıyoruz; bu kadar insana eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, çalışma, adalet hakkı veremiyoruz; acilen çeşitli önlemler almamız, bu arada nüfus artışımızı da gözden geçirmemiz gerekir,” demelerini beklemez misiniz?

Ne gezer! Tam tersi...

Söz gelimi Başbakan... En yetkili olanlardan birisi...

Başbakan, artık nasıl zaman buluyorsa, sık sık nikah törenlerinde arz-ı endam ediyor. Birkaç yardımcısı, beş-on bakanı, kırk-elli milletvekili, gazetecileri, televizyoncuları, alkışçıları, “Yaşa yaşa!” deyicileri, koruyucuları ve daha birçok çok ünlü zevat da huzurda elbette.  Töreni bütün televizyonlar canlı veriyor. Nikah kıyılıyor. Ardından törenin en heyecanlı yerine geliniyor: Mikrofonu Başbakan alıyor ve nikahı kıyılan gençlerden en az üç çocuk istiyor!..

Başbakan sadece orada nikahı kıyılan gençlere seslenmiyor aslında. Bütün Türkiye’ye, bütün gençlere sesleniyor. Anlayan anlıyor...

Başbakan neden böyle bir istekte bulunuyor? Bu isteğin, bu söylemin ardında hangi mantık, hangi zihniyet, hangi kaygı var; hangi akla hizmet var; bilinmez!  

Ama bilinen, tören sırasında görünen bişey var... Başbakan bu isteğini dillendirirken renkten renge giriyor; utanıyor. Nikahı kıyılan gençler, bu istek karşısında kızararak başlarını öne eğiyorlar; utanıyorlar. Nikah şahitliği yapan zevat, gizliden sırıtıp gözlerini yere dikiyorlar; utanıyorlar. Davetliler utanıyor; elleri alkış tutamıyor.

Ekran başındakiler utanıyor ve basıyor televizyonun düğmesine.

Mehmet Karakuş

 
Toplam blog
: 6
: 1437
Kayıt tarihi
: 15.05.12
 
 

1955 doğumluyum. Evliyim. Özgür adında bir kızım, Umut ve Ufuk adında iki (ikiz) oğlum va..