Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Nifak...3

Nifak...3
 

Bir çocuğun gözü ile 27 Mayıs İhtilali...


Köylerine bir hayli uzakta bulunan ufak fakat çok şirin bu kasa­bada Kemâl ve Murat öğretmenlerinin gözüne girebilmek için hiç durmak­sızın ders çalışıyorlardı. Ayrı ayrı şubelere düşmüşlerdi. İkisi de sı­nıflarının birincisi durumundaydılar.

Yatakhaneleriyle, etüd salonlarıyla, yemekhanesiyie askerî kışlanın ufak bir modeli olan pansiyondan tatil günlerinin haricinde dışarı çıkmıyorlardı. Yemek saatleri, ders çalışma saatleri, uyuma saatleri düzenli bir şekilde hazırlanmıştı. Sıkı bir disiplin anlayışı vardı, ama Murat ve Kemâl bu disiplinden diğer arkadaşlarının aksine hiç şikâyet etmi­yorlardı.

Bu hayat tarzında hoş olmayan yanlar da vardı, hemen hemen bütün öğrencilerin Amerikan yağıyla pişirilen yemeklerden memnun olmadıkla­rı görülüyordu. Hattâ aralarında bu yağlar için "Belki şimdi bir etkisi yok, ama yıllar sonra soyumuz üzerinde birtakım kötü neticeler doğur­mayacağı ne malum?" diye fikir yürütenler bile vardı. Diğer bir şikâyet konusu ise dayaktı. Hem de hiç acımadan, insafsızca atılan bir dayak… Öğretmenleri Tahir Bey 27 Mayıs günü "cezalandırırım" derken bundan başka bir şey kastetmiyordu.

O gün, o Mayıs ayının güneşli günü, öğretmenlerinin çoğu okula gel­memişti. Bu yüzden derslerinin önemli bir kısmı boş geçiyordu. Diğer derslere giren öğretmenler de ders işlemiyorlar, bir kısmı önündeki ka­ğıtlara bakarak, bir kısmı da yıkılan iktidarın aleyhine konuşarak vakit geçiriyor1ardı.

Teneffüse çıktığında Murat, yatılı olmayan talebe arkadaşlarından bâzı şeyler işitmişti:

-Babamın söylediğine göre bu askerin işiymiş. Askerî uçaklar bugün Türkiye'nin birçok yerini bombalayacaklarmış. Çok insan ölecekmiş, çok… Annem de babam da beni dışarıda, duyduklarımı söylememem için çok sıkış­tırdılar.

-Buraya da bomba atacaklar mıymış?

-Tabiî atarlar, ama onlar kimin evine atacaklarını bilirlermiş.

-Ya yanlışlıkla bizim eve atarlarsa?

-Peki bizim pansiyona da atarlar mı?

-Orasını bilmem. Ama belki atarlar...

-Benim babam da diyor ki, askerler dün gece onların hepsini kıtır kıtır kesmiştir. Kesilecek adamlar da zaten önceden belliymiş.

-Burada hiç adam kesmişler mi dün gece?

-Sen de amma cahilsin ha, burada asker var mı?

-Var tabiî, geçenlerde parkta gördüm bir tane…

-Benim anamı-babamı da keserler mi?

-Partisi ne? Söyle partisini kesilip kesilmeyeceğini söyleyeyim.

-Ne partisi? Bundan bir şey anlamadım ben.

-Eğer partiliyseler gittiler demektir, bunu bil...

şeklinde konuşmalar duyuyordu. En son dersin bitiş zili çalınca Kemâl'i bulup pansiyona gitmek için acele ediyordu. Okulun çıkış kapı­sında beklemeye başladı, biraz sonra Kemal geldi. Murat:

-Arkadaşlar diyorlar ki her yer bombalanacakmış, birçok kişiyi de asker kesecekmiş. Köyde anamıza-babamıza bir şey olur mu?

-Bilmem ki...

-Bizim pansiyon da bombalanırmış, ama partilileri öldüreceklermiş, bizim pansiyonda acaba partili var mı?

-Bilmiyorum, ama akşama âbilere ve öğretmenlere sorup her şeyi öğ­reniriz.

Birkaç gün sonra her şey belliydi ve memlekette ne asılan ne de kesilen vardı. Herkes yine istediği şekilde konuşuyor, yorum yapıyordu. Halk arasındaki söylentiler kulaktan kulağa aktarılıyor, bu söylentile­ri en iyi bir şekilde ve kendi düşünce tarzlarına göre yorumlayan ço­cuklar, hâlâ o korkunç atmosferin içinde yaşamaktan kendilerini kurtaramamışlardı. İhtilâlin ne anlamından ne gayesinden ne de hedefinden haberleri olmayan bu yavrular, sadece kendilerinin ve ana-babalarının hayatta kalıp kalmama ihtimalleri üzerinde kafa yoruyorlardı. İhtilal kavramını da zaten hayatlarında ilk defa işitmişlerdi. Bir de çok sık duydukları "Ak Devrim" deyimi vardı.

Yalnız çocukların dikkatini çeken bir iki nokta vardı: İhtilâlle birlikte gerek toplum içinde ve gerekse öğretmenleri arasında sivrilen, kendilerinde birtakım yetkiler bulunduğu vehmine kapılan bâzı kişiler vardı ki bunların yanında kimse konuşmuyordu. Bu kişiler gözleriyle san­ki "Yakarım hal" diyorlardı. Diğer bir husus ise, hemen hemen bütün öğretmenleri dersi mersi bırakmış, sanki sözleşmişçesine daha önce işbaşında bulunan hükümetin aleyhine konuşuyorlar, verip verişti­riyorlardı. Olgun insan vicdanından daha hassas olan çocuk vicdanı, dai­ma ezilenden yana bir eğilim gösterdiği için, kuvvetlinin ne kudretine ne de hüviyetine bakmadan pasif bir direniş içine giriyordu. Aleyhteki konuşmalara yer yer çıkışlar sadece ve sadece çocuklardan geliyordu. İşte bu mantık çerçevesi içinde vicdandan gelen ses, bir yerde korkuyu da ye­niyordu .

Murat, matematik öğretmenleri Avni Bey'in konuşmasını hayatının her devrinde ürpererek hatırlamıştı. Öğretmen:

"-Çocuklar, bugünkü dersimizde birkaç gün önce meydana gelen ihti­lâl harekâtının üzerinde durmak istiyorum. Aslında buna ihtilâl demek yanlış olur, bunun adı DEVRİM'dir. Türk Silâhlı Kuvvetleri yıllardır ulusumuzu istismar eden Demokrat Parti iktidarına ve onun yardakçıları­na dur demesini bilmiştir. Bu Demokrat Parti denen musibet, memleketimizin başına çeşitli belâlar sarmıştı. Yaptığı yolsuzluklar, haksızlıklar sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi kapitalist Amerika'dan sağladığı borçları har-vurup harman savurmuş ve bizi bu borçların faizini dahi ödeyemeyecek duruma getirmiştir. Borçlarımızı ödeyemediğimiz için Amerika bizi devamlı suretle tehdit ediyordu ve eğer bu devrim yapılmasaydı Emperyalist Amerika bu güzel vatanımızı istila edecekti. İşte biz bu korkunç akıbetten bugün kurtulduk. Eski yö­neticiler resmen memleketi Amerika'ya satacaklardı. O zaman ne mi ola­caktı ?Bu ulus köle gibi çalışacak ve en sefil şartlarda yaşamaya mah­kûm edilecekti." demişti.

Öğretmenin konuşması bitince öğrencilerden birisi öğret­mene "Emperyalist ne demektir?" diye sormuş ve "Vurguncu, sömürücü demektir. Sizin aklınız daha buna ermez!" diye bir cevap almıştı.

Murat o gece büyük önder Atatürk'ün Gençliğe Hitabe'sindeki "Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafâa etmektir” sözüyle, öğretmeninin söyledik­lerini karşılaştırdı. Bu çok ağır bir ithamdı ve gerçekten doğruysa bu­nu yapanlar çok ağır, affı mümkün olmayan bir suç işlemiş sayılırlardı. Heyecanla, zevkle, arzuyla bu sözleri bir kere daha tekrarladı: Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini ilel­ebet muhafaza ve müdafaa etmektir... Burada kendisine de bir vazife ve­rildiğinin idrakine vardı. Sanki tek başına Türk'ün istiklâl ve Cumhuriyetini koruyabilecekmiş gibi bir güç hissediyordu kendisinde. Gönül rahatlığıyla uykuya dalmadan önce birkaç defa Türk Milletini, Türk Vatanını, Türk İstiklâlini ve Türk Cumhuriyetini koruyacağına da­ir yemin etti.

***

O senenin son günü pansiyondaki öğrenciler bütün hazırlıklarını tamamlamışlar memleketlerine gitmek için bekliyorlardı. Yer yer tahta kurularının yediği dolapların bazılarının kapağı yarıya kadar, bazılarının da de tamamen açıktı. Yerlerde bir hayli çöp birikmişti. Bavullar sıra sıra dizilmiş, önceden alınan biletlere bir yanlışlık olmasın diye defalar­ca bakılmıştı.

Son gün olmasına rağmen bu gece de etüd yapmaları gerekiyordu. Oy­sa öğrencilerin hiçbirisi bunu istemiyordu. Bir koca seneyi arkada bı­rakmanın verdiği duyguyla kendilerini büyümüş hissettiklerinden, bu gece için izin verilmesini arzulayanların sayısı çoğunluktaydı.

Yatılı çocuklardan bir kısmı daha gündüzden etüdü kırmak konusunda karar vermişlerdi. Çünkü kasabanın dışına bir çadır gelmişti ve oraya gideceklerdi. Murat'la Kemâl’e kendileriyle birlikte gelmeleri için teklifte bulunmuşlar, ısrar etmişler ve hattâ "Amma da korkaksınız, kork­mayın hiçbir şey olmaz. Son gün diye hiç bir öğretmen sesini çıkarmaz. Çadırda çok değişik şeyler var. Yarısı balık, yarısı insan bir yaratık­la beraber, maymunlar, aslanlar, filler var. Bir de numara yapıyorlarmış ki çok heyecanlı: Koskocaman bir taşı kuvvetli bir adam, bir kadının gö­beği üstünde balyozla kırıyormuş. Nazlanmayı bırakın da gelin!" şeklinde hem alay etmişler hem de kaçışı cazip hale getirmek istemişlerdi. Fakat her ikisi de gerçekten çok merak etmelerine rağmen gitmemişlerdi.

Etüd salonuna girdiklerinde en az beş-altı kişinin gelmediğini gördüler. Biraz sonra da o gün nöbetçi öğretmen olan Ali Bey içeri gir­di. Gelmeyenleri tesbit ettikten sonra çıktı, gitti. Çıkmadan önce de Mu­rat'a etüdten kaçanların geldiklerinde mutlaka kendisini görmelerini söyledi.

Öğrenciler kitaplarını valizlerine yerleştirdikleri için, kimisi uyuyordu, kimisi düşünüyordu, kimisi de buldukları kâğıt parçalarıyla çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Hepsinde de bir can sıkıntısıyla birlikte garip bir heyecan da vardı.

İkinci etüdün ortalarına doğru bu altı kişi gülerek, konuşarak sa­lonun kapısını açtılar. Hâlâ yok o kadın o taşın altında ölürmüş, bu iş­te bir hile olmalıymış, o balyoz insanı mahvedermiş, yarısı balık yarısı insan bir varlık olurmuş-olmazmış şeklinde bir tartışma sürdürüyorlar­dı. Etüd salonunda bulunan öğrenciler, şaşkın gözlerle onlara bakıyorlar, fakat hiçbirisi de bir şey söyleyemiyordu. Çünkü Ali Bey'in nasıl sert bir adam olduğunu ve çağırdığı talebeyi de muhakkak dövdüğünü çok iyi biliyorlardı.

Haber verme görevi Murat'ın olduğu halde bir türlü ağzını açıp da söyleyemiyordu. Etüdteki çocuklardan birisi dayanamayıp "Hepiniz Ali Bey'i göreceksiniz!" dediği zaman, kaçanlardaki neşenin yerini derin bir sessizlik ve üzüntü aldı. Düşünceli bir şekilde etüd salonunu sıray­la terk ettiler. Biraz sonra da tâ salona kadar gelen şu sesler duyulma­ya başlandı:

-Ooff anammm, valla bi daha yapmayacağım öğretmenim.

-Ben arkadaşların sözüne kanıp gittim, inanın ki bir suçum yok.

-Aç avucunu terbiyesiz herif, yoksa kafana indiririm odunu!

-Affedin öğretmenim.

Şırrrrraaaaak...

Birisi etüd salonunun kapısından kafasını uzatmış, kapısı açık olan öğret­men odasındaki arkadaşlarının dayak yemelerini seyrediyordu. Diğerleri­ne gelmeleri için sesleniyordu:

-Gelin bakın, Ali Bey'in elindeki sopa masa bacağına benziyor. Vur­duğu adam iki büklüm olup ellerini bacaklarının arasına kıstırıyor.

-Görürse seni de onların yanına çeker.

dedi bir tanesi. Hepsinin tüyleri diken diken olmuştu. Sinirleri son günün heyecanı ve dayağı yüzünden iyice yıpranmıştı.

O günün dayak bilânçosu adam başına sekizer değnekti. Dayak yiyen çocukların yüzleri kıpkırmızı, avuç içleri patlak patlaktı...

İkisi de ertesi sabah karneleriyle birlikte birer tane de takdir­name almışlar ve orta ikiye geçmenin verdiği sevinçle bütün öğretmen­lerinin ellerini öpüp, ”allahaısmarladık” dedikten sonra pansiyona koşmuş­lardı. Otobüsün hareket saatine daha bir hayli zaman vardı, ama onlar bir an önce çıkmak için acele ediyorlardı. Valizlerini alıp aşağıya indik­leri sırada pansiyon aşçısını gördüler, onun da elini öpüp, neredeyse kendileriyle aynı boyda olan ağır valizlerini sürüklemeye başladılar...

***

Köylerine geldiklerinde birbirlerine veda ettiler ve evlerine gi­den tozlu topraklı, eğri büğrü yollarda yürümeye başladılar. Murat eve gelir gelmez önce anasını gördü ve boynuna sarıldı. Daha sonra elin­de kazmayla ahırın arkasından babası göründü. Murat babasına doğru koş­tu, elini saygılı bir şekilde öptükten sonra, vakit kaybetmeksizin sor­du:

-Baba sen partili misin?

-O da nerden çıktı oğlum?

Anası da şaşkın şaşkın oğluna doğru soran gözlerle bakıyordu. O da bunun sebebini anlamamışa benziyordu. Murat yine üsteledi:

-Söyle baba ne olur, partili misin değil misin?

-Deelim, amma niye sordun?

-Hiiç....

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..