Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Nikahına Beni Çağır Sevgilim

Nikahına Beni Çağır Sevgilim
 

Çay bahçeleriydi o zamanlar en büyük eğlencemiz. Akşam yemeğini yer, maaile yürüyüşe çıkardık. Biraz yorulunca molayı, havuzlu çay bahçesinin, paslı tabelasında “aileye mahsustur” yazan bölümünde verirdik.


Havuzların ışıkları yeşil olurdu genelde. Suları ise yosunlu. Bir yükseğe fışkırırdı fıskiyesinin suları, bir alçağa. Yaz akşamlarının bozkır serinliğinde iyice titretirdi içimizi.


Biz kardeşimle ya kola isterdik ya da kakaolu-sade karışık top dondurma. Annemle babamın tercihi ise değişmezdi. Birer bardak çay. Çok sonraları anladım hesap fazla tutmasın diye hep çay içtiklerini. Bayat da olsa.


Çay bahçelerinde, metal koruma kafesleri içerisinde televizyonlar olurdu o zamanlar. Bir de VHS, büyük kaset video cihazları. Yerli filmler oynatırlardı, son ses. Sinemaların, “üç film birden, devamlı” konseptine geçtikleri yıllardı.


Ümit Besen’i ilk kez o çay bahçesindeki filmde dinlemiştim. Sevdiği kız bir başkasıyla evleniyor, O da düğününde şarkı söylüyordu. “Nikahına beni çağır sevgilim. İstersen şahidin olurum senin. Bu adam kim diye soran olursa. Eski bir tanıdık dersin sevgilim.”


Çay bahçesindeki bütün kadınlar ağlamıştı galiba. Erkekler, kafalarını çeviriyorlardı saklamak için, erkelere yasak gözyaşlarını. Havuzun kenarında oynayan, benden beş yaş küçük kardeşimi, havuza düşmemesi için kollamakla görevliydim, bense o anlar.


Sonra kasetini aldım Ümit Besen’in. “Gideceğim işte bayramın olsun”u sevdim bir de. Cengiz Kurtoğlu’na, Kurtuluş’a düşkünlüğüm hep o yıllarda başladı.


Hayatımda hiç görmediğim İstanbul’un sokaklarına Kurtuluş ile sevdalandım. “Söyleyin sevgilim nerde? İstanbul sokakları. Çare bulun bu derde. İstanbul sokakları.”


Lisedeydim. Pantolonumuzun jilet gibi ütülü, gömleğimizin kar beyazı, kravatımızın da afili olması önemliydi o zamanlar. Ayakkabılarımız her gün boyanır, üstüne de badem yağıyla cilalanırdı. Kadifeden bez parçalarımızla parlatırdık dakikalarca. Tiril tiril, filinta gibi gezerdik. Ne bileyim, kızları tavlamak için böyle olmak lazımdı o zamanlar.


Ben çok yemek seçerdim. Ondan olsa gerek zayıftım. Ama öyle böyle değil, baya bir zayıf. Bu duruma çok üzülen anneannem “boynun armut sapına döndüm oğlum, aslında ne kadar yakışıklısın, biraz da kilo alsan” diye hayıflanıp dururdu.


İlk sigaramı lise ikinci sınıfta içtim. Tamamen özentiydi. Ne anam içerdi, ne de babam. Milli Eğitim Müdürü olan babamın eve giren tek memur maaşından bana düşen harçlıklarımla aldığım, çok afili, gecenin rengi Parliament sigarasıyla tanıştırdım nikotini, genç ciğerlerime.


Sonra “Tekel 2000” çıktı. “Parliament” 2000 lira, “Tekel 2000” ise 1600 liraydı. Piyasaya ilk çıktığı gün aldık arkadaşlarla. Acayip sevdik. Başladık onu içmeye.


Ama hiç tiryakisi olmadım. Üniversitedeyken proleter damarlarımız kabardı, arkadaş grubu olarak hepimiz birer ahşap ağızlık aldık Sıhhiye Köprüsü’nün altından. Başladık filtresiz “Birinci” içmeye. Öksürttü, bıraktık.


Artık Ümit Besen’i de bırakmıştık. Üniversite yurdundaki dolabımda duran, ayakkabı kutusundan modifiye ettiğim kaset kutumu; Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Fatih Kısaparmak, Cem Karaca ve Barış Manço kasetleri dolduruyordu.


Biraz “özgün” mü olmuştuk ne? İşte o zamanlarımın şarkısı da şuydu: “Ne sen Leyla’sın, ne de ben Mecnun. Ne sen yorgun, ne de ben yorgun. Hüzünlü bir akşam içmişiz. Sarhoşuz hepsi bu.”


İlk biramı da o yıllarda içtim zaten. Sakarya’nın girişinde, Yeni Sahne’nin hemen sol çaprazındaki birahanenin, hasır iskemlelerinde otururken; bir eylül akşamı Ankara’sında.


“Hep sonradan gelir aklım başıma. Hep sonradan, sonradan...”



@İki sene önce bugün "Paradoxurus'un Poposundan Kopi Luwak İçer miydiniz?": http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=37661

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..