Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '07

 
Kategori
Trafik
 

O: Tuğçe' nin babasıydı!

O: Tuğçe' nin babasıydı!
 

Dün vardı, bugün yok! Garip bir duygu bu! Anlatması çok zor! Hem de çok. Hele hele yazması.

Beş yıl önce taşınmışlardı hemen alt katıma, babamın kiracıları idi. Beraber yemek yemiş, beraber çay içmiş, birbirimizin kapı gıcırtılarına kulak kabartmıştık beş yıldır. Zonguldaklıydılar… Üç kişiydiler… Anne, baba, birde Tuğçe…

Bu yıl okula başlayacaktı Tuğçe.

Allah’ım ne garip bir duygu. Birkaç gün önce selamlaşmıştık en son.

Henüz uzanmıştım yatağa. Sabah ezanı okunmuştu. Duyduğum çığlıklarla fırladım alt kata. Tuğçe’ nin babası kaza geçirmişti üç yıl önce aldığı motorla. Yoğun bakımda dediler, inandım. Oysa o ölmüştü. Nasıl söyleyeceğini bilemiyorlardı karısına. Garip bir his çöktü içime. Aynı tarihlerde, benden habersiz motor alıp eve gelen kocamla nasıl kavga ettiğimi hatırladım. Defol git bu evden, gelme demiştim, "Motora bineceksen bu eve gelme." Üç yılda o binmiş, bir iki defa da kaza geçirmişti. Allah’tan bozuldu da kurtulduk.

Sonra dün akşam motorla seksen kilometrelik yola çıkan kız kardeşim geldi aklıma. Telefon açtım. Siz motora binmeye devam edin hala… Tuğçe’ nin babası bu gece motorla yaptığı kazada öldü, dedim. Ben de dün onun yerine koyacaktım motoru, ayıp olur diye koymamıştım, dedi buruk bir sesle. Dün motorla köye de gitmek istemişti kız kardeşim. Babam araba kullanamadığından arabayı birinin götürmesi gerekiyordu. Bana "arabayı sen kullan, ben motorla gitmek istiyorum köye" demişti. Bende işim var diyerek kabul etmemiştim. Aslında motora binmesini istemiyordum.

Allah’ım dedim. Belki de ölümden kurtarmıştım onu. Ben tüm bunları düşünürken bir yükselip, bir alçalan ve yukarı kadar gelen çığlıkların ardı arkası kesilmiyordu. “Biri bana rüyada olduğumu söylesin, biri bana bunun yalan olduğunu söylesin” diyordu henüz 26-27 lerinde olan Tuğçe’ nin annesi. Allah’ım inanamıyorum, sen benim aklımı koru diye haykırıyordu iç parçalayan hıçkırıklarla. Tuğçe henüz ölümün farkında değildi. Allah’ım! Nasıl tasvir edebilir, nasıl kabul edebilir, nasıl içine sindirebilirdi ki henüz 5-6 yaşlarında babasına tapan bir çocuk ölümü. “Annem çıldırdı galiba” diyordu, annesinin sokaklara taşan, sokakları acıtan feryatlarına.

Tuğçe’nin ve babasının diyalogları geldi aklıma. Allah’ım o ne sabırdı öyle. Bazen iki saati bulan ve ardı arkası gelmeyen Tuğçe’nin sorularına, nasılda sabırla cevap verirdi. Üstelik ses tonunu hiç yükseltmeden, bütün detaylarıyla anlatarak. "Bu ne sabır böyle derdim" ben olsam birkaç sorudan sonra kızar azarlarım.

Yazları evde oturmanın imkânsız olduğu zamanlarda balkondan duyardım seslerini. Hatta hayıflanırdım bazen. Yeter ama uyuyamıyorum diye… Genelde uyku saatlerimiz farklı olduğundan.

Şimdi o yok artık.

Dün vardı, bugün yok.

Dayanamayarak hastaneye gitmiştim olayı duyduğumda. Yolda gördüğüm trafik ekibine sordum olayı. Tesadüf aynı ekip bakmış olaya. Bir dakika gibi bir sürede ulaşmışlar olay yerine. Kask yok muymuş? başında dedim. Varmış ama fırlamış, iyi takmamış galiba. “Kask olsaydı” ölmezdi, dediler.

Saat on buçuk suları, onu son yolculuğuna götürecek ambulans geldi kapıya. Dün canlı olan bedeni bugün ambulansın dipfrizindeydi. İmam, son duasından önceki duasını etti yola çıkarken. Beş yıl boyunca yüzlerce ayak izi bıraktığı evinin önünde, 30-40 kişilik bir insan topluluğuyla birlikte. Ve feryatlarla figanlarla uğurlandı memleketi olan Zonguldak’a . Şu an yoldalar. Acı gurbet! diye bağırıyordu en son giderken karısı. Acı gurbet! Ben böylemi gidecektim buradan. Ben bu mahalleyi çok sevmiştim, yazın sıcaklar bastırınca gidecektik hep beraber. Kendini bekleyen yaşamın ürkütücülüğü hissediliyordu ses tonunda. Ve onlar gittiler…

Balkonları yıkarken seslenemeyeceğim artık. Erayyy çamaşırları içeri al, balkonları yıkayacağım, diye…

Gel çay yaptım. Beraberinde kısırda yapıp yiyelim, diyemeyeceğim.

Ya da o.

Aynur abla… Haydi gel çay yaptım diye, seslenemeyecek.

Oysa henüz birkaç gün önce konuşmuştuk; yeni yeşermiş asma yapraklarıyla yaprak sarma yapıp yiyecektik. Beş yıldır hiçbir tatsızlık yaşamadığımız, daha uzun yıllar burada oturmayı planlayan bir ailenin yolu hiç beklemedikleri bir sonla ayrılmıştı… Beş yıl bir kez olsun herhangi bir seslerini, kavgalarını, gürültülerini duymamıştım.

Onlar: dün üç kişilik çok mutlu bir aileydi… Bugün iki kişi ve darmadağın! Allah’ım! Ölüm neden hep en iyileri çeker kendine erkenden. Neden???

O Tuğçe’ nin biricik babasıydı. Kızının okula gittiğini bile göremeden daha… Karne sini alıp koşa koşa getiremeden Tuğçe. Diploma sevincini yaşayamadan… Beline kırmızı kurdeleyi takıp, teslim edemeden babası beyaz atlısına… gözünde bir damla yaşla.

Neden???

O Tuğçenin babasıydı… Biricik babası. Dün vardı… Bu gün yok! Yarında olmayacak. Öbür günde. Daha öbür günde…

Tuğçe; karnesini alıp, koştura koştura götüremeyecek babasına. Elini öpemeyecek bayramlarda.

Nedeni kaza!

Motor kazası!

İki tekerlekli ölüm makinesi!

Tuğçenin en değerlisini aldı elinden.

Lütfen başka Tuğçeler de babasız kalmasın. Lütfen iki tekerlerli ölüm makinesine binseniz bile kasklarınızı takın. Çünkü özellikle babaların; kızlarını bu dünyada yalnız bırakmak gibi bir lüksleri yok. Olmamalı!

Lütfen!

Araçlarda emniyet kemerlerinizi, motorlarda kaskınızı mutlaka ama mutlaka takın. Babalar ölmesin. Tuğçeler ağlamasın.

Kazasız günlere…

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..