Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mayıs '08

 
Kategori
Tiyatro
 

Ölüm hastalığı

Ölüm hastalığı
 

Karanlık, zifiri karanlık!

Açık bir pencereden renkler süzülüyor sahneye. Sesler, sessizliği delip geçiyor. Ve bir kadın giriyor siyahlar içinde. Uzun boylu, incecik. Ve pencereyi kapatıyor narin elleriyle.

Karanlık ve Sessizlik!

"Kadını tanımıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende..." anlatmaya başlıyor öyküsünü bir kadın ve bir erkeğin. Fransız oyuncu Fanny Ardant tek başına, bu iki kişilik öykünün hem anlatıcısı, hem de kadının kendisi anlattığı erkeğin gözünde. Fransa'da kapalı gişe oynamış bir oyun.

Sahne bomboş, simsiyah ve köşede boş bir yataktan başka bir şey yok. Bütün boşluğu oyuncu dolduruyor. Kalabalıklaşıyor sözcüklerle. Abartısız bir ses tonuyla ve öyle hareketsiz duruyor sahnede. Bazen yalnız kolunu kıpırtadıyor, bazen başını çeviriyor. Sözcükler susmuyor, akıp gidiyor sahnede.

"Neyi denemek, diye sorar.
Sevmeyi, dersiniz."

Sevmek denenebilir mi, hiç tanımadığınız bir kadının veya erkeğin bedeninde, gözlerinde. "Herhalde güzel olmalısınız dersiniz ona. Burdayım, bakın önünüzdeyim, der." Liriktir cümleler. Müzik veya herhangi başka efektle beslenmez.

"Birinin sizi sevebileceğini inanıp inanmadığınızı sorarsınız ona.
Hiç bir durumda sevilemeyeceğinizi söyler. Ölüm yüzünden mi diye sorarsınız. Evet, der, duygularınızdaki bu yavaşlık, bu durağanlık yüzünden, denizin siyah olduğu yalanını söylemeniz yüzünden.
Sonra susar."

Gerçekten siyah bir denize yolculuğa çıkarsınız. Böyle bir renge sahip olan bir deniz olmadığını bile bile. Dalgaların başında hıçkırıklara boğulan bir adamı çizer sözcükler. Kiralanmış bir kadının başında anlatır kendini, siyah bir gecede bir adam. Marguerite Duras’ın Ölüm Hastalığı her cümlesiyle insanı düşündüren, ilişkileri sorgulayan ve aşkın derinliğini arayan bir yapıt. Bir saat sahnede tek başına bir kadının; iki kişiyi anlatan, çok hareketli olmayan nerdeyse hareketsiz diyebileceğimiz bu oyun. Fakat hiç sıkılmadan, cümlelerin akışını beklediğiniz sanki bir şiir dinletisi gibi. Fanny Ardant bedenini sözcüklerle öyle örtüştürüyor ki, ufacık bir hareketi bile etkili oluyor sözcüklerin gücüne. Yönetmenliğini Bérangère Bonvoisin üstlendiği bu oyuna bilet bulabildiğim için şanslı hissettim, fakat Ses Tiyatrosu yerine başka bir salonda sahnelenseydi çok daha iyi olurdu. Sıcaktan, elimizdeki kağıtlarla serinlemek için çaba harcamak zorunda kalmazdık.

Oyunu izledikten sonra, daha önce okumadığım kitabını okudum. Metis Yayınlarından çıkmış. Çevirisi Haldun Bayrı, Nilüfer Güngörmüş tarafından yapılmış. Kitabın çevirisi çok güzel. Oyunda da panolarda yer alan çeviri, bu kitaptan alınmış.

"Siyah denize bakan terasa dönersiniz.
İçinizde nedenini bilmediğiniz hıçkırıklar vardır. Sanki sizin dışınızda bir şeymiş gibi kıyınızda kalakalırlar, size kavuşamazlar ki onları ağlayarak atasınız. Siyah denize karşı, uyuduğu odanın duvarına karşı, kendinize ağlarsınız, bir yabancının ağlaması gibi"

 
Toplam blog
: 38
: 1200
Kayıt tarihi
: 05.01.07
 
 

Belki de yazacak çok şeyim olmadığından üye olup sonra bıraktığım bu blog sevdasına yeniden başla..