Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '08

 
Kategori
Doğa Sporları
 

Onların en zor günleri

Onların en zor günleri
 

Kolay gelsin.


Merhaba bisiklet dostlarım. Pardon size mi demiştim. Doğru burada pek bisiklete binen dostum yok. İzmir’de olduğum halde burada ki İzmir’de oturan MB yazarlarından hiç olmazsa bir kaçı hadi Ahmet Bey bisikletimize binelim de turlayalım diyen bir blog yazarı dostum yok. Bir yerlere gitsek hani şöyle deniz kenarlarına diyorum da başka bir şey demiyorum. Ne kadar da çok isterdim.

Ama burada başka bisiklet dostlarım var. Hepsine bakıyorum çok sağlıklılar. Daha doğrusu onların planladığı program dahilinde bazı etkinlere katılmışlığım oldu. Bunun sayesin de birkaç bisikletli dostum oldu.

Bundan başka da bizim başka bisikleti dostlarımız daha var. Onlar acaba ne yapıyorlar. Merak edeniniz var mı acaba? Hani Sydney’e uğurladığımız bisiklet tutkunu olan bir çiftimiz vardı ya? Onlar hakkın da yazdığım son yazımdan bu yana nerede ise 2 ay geçti ve onlardan bana birkaç defa mailime nerede olduklarına dahi haberler aldım. Ama masaya pek oturamadığımdan blog yazılar yazamadığım günlerim oldu. Ondan dolayı pek de yazamadım. Onlardan gelen notları geçmişte olsa bile kendime bir vazife addederek sizlere vermeyi sürdürüyorum. Mail tarihi 6 Mayıs 2008 Salı

Turumuzun (ve belki de hayatımızın) en zorlu ve en maceralı iki haftasını atlattık. Biraz sonra yazacaklarımı okumadan ve “ahahahhh vahvahvahh” demeden önce lütfen şu anda mutlu, kuru (ve tek parça), kahve içerek bilgisayar başında olduğumu aklınızdan çıkarmayın.

Tiflis’ten Bakü’ye gitmenin iki yolu var: Biri tren yolunu takip ederek dümdüz bir çölden geçen yol, diğeriyse görkemli Kafkas dağlarınının eteklerinden geçen ve ormanlarla kaplı yol. Biz de bizden önceki turcuların yaptığı gibi Lagodekhi sınır kapısından çıkıp kendimizi Kafkas Dağları’nın eteklerinde bulduk. Zira Mayıs başı olmasına rağmen bu coğrafya epey ısınmış durumda ve çöl geçişlerinden mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışıyoruz. Buna rağmen inanılmaz komik bir şekilde amele yanığı olduğumuzu da söylemeden geçemeyeceğim. Tabii her gülün bir dikeni ve güzel yolların da bol bol yokuşu var. Ve böylelikle ardı arkası kesilmeyen yokuş tırmanışlarına başladık.

Bu coğrafyalarda bisikletle yol almanın en zor tarafı aslında yokuşlar değil. Son derece güzel ama bir o kadar da kırsal olan bu yerlerde yiyecek bulmak epey vakit alıyor. Köylüler kendi meyve sebzelerini bahçelerinde yetiştirip kendi hayvanlarını kestikleri için olsa gerek, yolda yiyecek içecek satan market bulmak kolay olmuyor. Bisiklete binmek de insana Tazmanya Canavarı iştahı verdiğinden bütün gününüz oradan yumurta, buradan ekmek, şuradan elma diye ortalıkta dolanarak geçiyor. Bu noktada Bryan’la kendimizi taş devrindeki avcı ve toplacıyılar gibi hissetmeye başladık. Hatta doğum gününde Bryan’a ne istediğini sorduğumda bana son derece ciddi bir şekilde “portakal” diye cevap verdi. Neyse ki o gün şansımız yaver gitti de portakal bulduk ve Bryan’ın doğumgününü görkemli bir şekilde kutladık!

Yol üzerindeki yüzlerce beş yıldızlı otelden hangisinde kalacağımıza bir türlü karar veremediğimizden (hahahaaaa) geceleri genellikle çadırda kalıp, yemeklerimizi her tür gazla çalışan ocağımızda pişiriyoruz. Gece yatarken de tüm değerli eşyalarımızı çadırın içine alıyoruz. Geçen hafta bir gece çadırın hemen dışından gelen ayak seslerine uyandım. Telaşla Bryan’ı uyandırınca “köstebektir hanım” cevabı aldım! Ertesi sabah kalktığımızda köstebeklerin birtakım bisiklet tamir aletleriyle birlikte tüm elektronik aletlerin kablolarını, su filtremizi ama en kötüsü şimdiye kadar yapmış olduğumuz tüm video çekimlerinin kasetlerini yürüttüğü ortaya çıktı! Herşey yerine konur ama tüm o çekimler... Telaş içinde polise koştuk. Sağolsunlar, üç arabaya doluşup olay yerine gittik. 1950’lerden kalma lada arabanın içinde jet hızıyla, kelle koltukta giderken bisikletime olan aşkım daha da depreşti.

Olay mahalinde yanımıza gelen birkaç çoban bizi genç çocukları olan bir eve yönlendirdi. Evin önünde duran genç adamı hemen tanıdım, biz kamp kurarken yanımızdan geçmiş, hatta yemeğimiz olup olmadığını sormuştu. Lafı uzatmayacağım, polisler “iyi polis-kötü polis” oynadılar, çocuğun beti benzi attı, eve gitti ve iki dakika sonra elinde bizim teyplerle döndü. Birkaç şeyi geri alamadık ama çocuk için o kadar üzüldüm ki çok üstelemedim. Üzüldüm çünkü Azerbaycan’da inanılmaz bir işsizlik var. Ne yazık ki Bakü’deki petrol parası çok küçük bir kesimin elinde kalmış. Bakü sokaklarında Türkiye’de veya Amerika’da görmediğim lüksa arabalar cirit atarken kırsal kesim tam bir yokluk içerisinde. Ve bir gün biz pırıl pırıl bisikletlerle çıkıp geliyoruz. Çantalarda onlarda olmayan şeyler olduğunu çok iyi biliyorlar. Ve gece çökünce dayanamayıp satabileceklerine inandıkları şeyleri çıkartıp götürüyorlar.

Birkaç defa yiyecek bulamadıktan, susuz susuz bisiklete bindikten ve üstüne üstlük de soyulduktan sonra bir şeyin çok iyi farkına vardık: Burası ne Avrupa, ne Amerika, ne de Türkiye. Ne köşe başında Mc Donalds var (tabii bu iyi birşey) ne de simitçi (bu kötü bir şey). Her türlü tedbiri almamız, ne kendimizi soyulacak kişi, ne de bizdeki eşyalara özenen gençleri soyguncu durumuna düşürmemek bizim görevimiz. Velhasıl kelam, artık her ne kadar ağırlık yapsa da yanımızda yedek yiyecek ve su taşıyıp, çadırımızı köylülerden izin alıp bahçelerine kuruyoruz.

Bakü’ye girişimiz ise bir haftalık arabesk konserimizin kreşendo’suydu (müziğin TATATAMMM diye nabızları yükselttiği nokta). Bakü’ye girmeden önceki 120 kilometrenin son derece düz olduğunu biliyorduk ama çöl fırtınası çıkacağını hesaba katmamıştık. Suratımıza tokat gibi çarpan rüzgarda saatte ancak 6 kilometre yol alınca bir günde kat etmeyi planladığımız yolu canımızı dişimize takıp ancak üç günde alabildik. Bu arada yanımızdaki Azeri parası bitti ve etrafta banka hak getire. İlk başta son derece acıklı görünen bu durum aslında unutulmayacak bir tecrübeye yol açtı: Bakü’ye varmadan önceki son iki günümüzde kimseden birşey istemek zorunda kalmadan, sadece insanların kendi gönüllerinden gelip verdikleriyle (kimisi ekmek-peynir, kimisi çay ve hurma, kimi haşlanmış patates, kimi yatacak döşek) yol aldık. Kimi “Türk-Azeri: İki ülke tek millet” diyerek verdi birşeyler, kimiyse “Tanrı misafiri” olduğumuz için. Bize severek, isteyerek verdiklerini biz de sevinerek ve minnet duyarak aldık. Gücenmeden, gururumuz kırılmadan... Çünkü bu turda öğrendik ki aslında kimseden birşey istememek, kimseye ve hiçbirşeye ihtiyacı olmadan yaşamak değil marifet. Tam tersi, içten verilenleri kabul ederek ve bizde olduğunda etrafa dağıtarak daha güzel bir dünya yaratıyoruz kendimize. Çünkü her ilişki bir enerji aslında ve biz alıp verdiğimiz sürece bu enerji daha sağlıklı bir şekilde yol alıyor, tıpkı damarlarda dolaşan oksijen gibi...

Fotograflar:
http://picasaweb.google.com/BisikleTEMA

Küresel ısınma notları: Elektrikli aletleri (özellikle TV, DVD, bilgisayar gibi stand by’da duran aletler) kullanmadığınızda ya düğmesinden kapatın ya da fişten çekin. Yoksa kapalı olduklarında dahi %25’e varan oranda elektrik tüketiyorlar. Yarattıkları sağlığa son derece zararlı elektromangentik alan da cabası... Bir (eğer hala yapmadıysanız) ampüllerinizi enerji tasarruflu ampüllerle değiştirmeyi sakın unutmayın.

Birkaç gün sonra... Dünyanın en toksik bölgesi Abşeron Yarımadası’ndan çevre manzaraları...


Onlardan haberler sürecek.

 
Toplam blog
: 540
: 3176
Kayıt tarihi
: 02.01.07
 
 

Hiç bir motorlu araca binmeyi sevemedim. Daha doğrusu sevdiremediler. Onun yerine iki tekerlekli ..