Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '15

     
    Kategori
    Siyaset
     

    Osmanlı'dan bu yana Siyaset arenasında kelime Fetişizmi

    Osmanlı'dan bu yana Siyaset arenasında kelime Fetişizmi
     

    Abdülhamid Han’ın görevden alınmasına vesile olan azil fetvasını Muhammed Hamdi Yazır (rh. a) vermiştir


    Kelime, beyan, ikrar, isim… İnsanı diğerlerinden ayıran nüans. Ruhlar âleminden “bela” ikrarı ile çıktı, dünyada kalitesi kelimelerle ölçüldü, biçildi, tartıldı, ahirette de kelimeleri ile yerini bulacak. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. Rabbin: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Ve Âdem’e bütün isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin’ dedi.” (1)Yeryüzünün halifesi oldu kelimelerle ve varlık âleminde eşref-i mahlûk. Peki, insana öğretilen isimler neler? Âlimlerin değişik görüşleri mevcut.

    Birincisi: İnsanların birbirleriyle tanışıp anlaşmalarına vesile olan bütün kavramlar: İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek, karga, güvercin vb. Veya her sınıf ve halkın isminin cinsine çevrilmesi: “Şu dağ”, “Bu deniz”, “Şu şöyle” gibi. Kıyamete kadar gelecek bütün dillerin özü veya hepsi. Ve yine kıyamete kadar olacak bütün şeylerin isimlerinin manası.

    İkincisi: Meleklerin isimleri

    Üçüncüsü: Âdem (as)’ın kıyamete kadar gelecek çocuklarının ismi.

    Dördüncüsü: Eşyanın ilmi biçimleri.

    Bu görüşlerin hangisi doğru olursa olsun yeryüzünün halifesi olmak yani yeryüzünü imar etmek ve dünyada adaleti tesis etmek için kelimelere muhtacız. Medeniyetler inşa ederiz orada, şatoları yıkar, yeniden yaparız. Kelimeler kılıçtan keskin çünkü kılıçlar, kelimeleri egemen kılmak için çekilir.

    Kelime hakikattir; hakikate uzanan köprüdür çünkü onları öğreten bizzat Allahü Teâlâ (cc). Ve bu yüzden isim ile isimlendiren arasında sanal bir bağ değil hakiki bir ilgi mevcut; öğretilen kelimeler uyduruk değil, hakikate ve ilmi realiteye uygun.

    İsim, Arapça bir kelime, Türkçe'de “varlıklara ad olan kelimelere isim denilir” tarifi isim kelimesini tam olarak kuşatmaz, eksik bir manaya işaret eder zira isim; bir şeyin zihinde doğmasına vesile olan işaret ve alamet manasına geldiğinden konu olan varlığı teorik olarak da olsa öz olarak niteler. Dolaysıyla herhangi bir mana ifade etmeyen kelimeler ismin tarifi içerisine girmez, girmemelidir ve yaptığı her işte hikmeti arayan insana da anlamsız kelimelere isim demesi yakışık almaz. Kaldı ki. Kaldı ki isim kelimesinin kökeni olan “sümüv” veya “vesm” kelimeleri ismin ne olduğu konusunda fikir de verir, bize. Sümüv; yücelik, vesm ise damgalamak demektir ve bir varlığa isim verdiğiniz zaman, onu diğer varlıklardan ayırır (sümüv) ve damga (vesm)larsınız. Manasız kelimelerle isim koymakla vesm’den bahsedebilirsiniz lakin sümüvden söz edemezsiniz. Bundan dolayıdır ki; anlamsız kelimelerle, kelimenin kökenine inerek isimlendirdiğiniz varlığın mahiyetini kavrama imkânı bulamazsınız.    

    Kavramlarla konuşur, isimlerle birbirini tanır, kelimelerle meramlarımızı anlatırız. İnsanı diğerlerinden ayıran yetenek soyutlama; soyutlama yeteneğimiz olmasaydı ne “benlik” şuurumuz olurdu ne de aklımız bir işe yarardı. Kavramlardır bize soyutlama yeteneği kazandıran!.. İnsan; kelimeleriyle insan. İlk insan Hz. Âdem (as), İblis tarafından kandırıldığında Rabbimiz kelimelerle onu “yola” getirmiş, şeytanlaşmaktan korumuştu.  “Derken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti; O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (2) İblis; isim ile hakikat bağını kopararak insanı aldatmıştı, nesneleştirmişti, akla ve kalbe vuran afazi hastalığına duçar etmişti. Şöyle anlatılır:  “(Sonra Allah, Adem’e hitap etti) “Ey Âdem!.. Sen ve eşin cennete durun, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Derken (şeytan) onların kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: “Rabbiniz başka bir sebepten değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti” dedi.” (3) Şeytan namı diğer İblis; insanı ağaçtaki meyvenin yenilmesinin esas sebebinin “zulüm” değil başka nedenler olduğunu fısıldamıştır, insanın kulağına. Fiil ile kavram arasındaki hakiki irtibatı kopartıp boşluğa atarsanız, hayalleri gıdıklarsanız sapma kaçınılmaz.

    Yeryüzündeki ırkçılık ve putperestlik dâhil bütün yanlışların arka planında bir takım varlık ve nesnelere kendilerinde olmayan anlamlar yüklemek bulunmaktadır. Hz. Yusuf (as) bu teşhisi şöyle anlatır: “Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O size, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (4) İsim; varlığın özüne dayanıyorsa anlamlı yoksa ya kaba bir Nihilizm ya da korkunç bir yalan duvarına çarpmanız mukadder. Mesela ilah olmayan birine “ilah” unvanı verirseniz hakikat ile varlık arasındaki bağı koparır ve varlığı olmayan bir isme/kelimeye tapmaya başlarsınız.

    İsim ile varlık arasındaki irtibatı çarpıtmak veya toptan inkâr etmek kelimeler konusunda ilk sapma. Mekkeli Müşriklerin yaptığı da farklı değil: “İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka bir takım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.” Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” (5) Kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ettikleri “tanrıları” ibadete layık olacak bir özü taşımıyorlardı ve esasen bu özü kimse taşımaz; ibadete layık olan tek varlık Allah’tır çünkü. Ve isimlerin manasını çarpıtmaktan daha fenası; isimlere kutsallık atfetmek.

    Kavramların kendinden menkul bir kıymeti olduğunu iddia etmek günümüzün en yaygın ve en tehlikeli hastalığı. Demokrasi, Laiklik, Milliyetçilik, Komünizm, Kapitalizm, Kemalizm gibi kavramların, bizzat bu kavramların kendilerinden kaynaklanan kutsallığını iddia etmek; “Demokrasi ve Laiklik” denilince her akan suyu durur zannetmek hakikat ile bağları büsbütün koparmaktır.

    Aydınlanma; insanda başlar ama yine orada biten bir kutsallar zinciri oluşturur; “insanın üstünde bir kutsal yoktur” amentüsünü yayarken “Hâkimiyet Milletindir” sloganıyla bütün değer yargılarını Osmanlı âlimlerinin “beşeriyete ibadet mezhebi” dediği Hümanizm İdeolojisinde toplar. Tek kutsal var; insan ve bu insan kelimelerin esiri. İnsanın insana egemen olduğu sistemlerde özgürlük kelimesinin tek anlamı insanın Allah’tan yana özgürlüğünün kutsanması ile sınırlı.  Şair haklı: “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet. Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.”

    Oysa kavramlar; hakikate ulaşmak veya onu tanımak için bir araç, bir köprü nihayet bir ayet!.. Onların özünde özel bir güç; ab-ı hayat yok. Kavram ile varlık arasında aynılık değil sadece varlığı tarif ilişkisi mevcut. Ve bu tarifleriniz hakikate uyumlu veya uyumsuz olabilir. Bu realiteyi teslim etmez iseniz kelimenin tam anlamıyla “Fetişizm” gündeme gelir. Fetişizm; doğaüstü güçlere sahip olduğu varsayılan hayvanlara ya da nesnelere bağlılık halidir.

    “Hürriyet, özgürlük, eşitlik, gençlik” kavramları pekâlâ fetişizm konusu olabilir. Önü ve arkası düşünülmeden nice kavramlar yüzünden ne cinayetler, ne vandallıklar yapılmadı ki. Hele “özgürlük”. Dokunulmaz ama manası meşkûk, meçhul; çeşitli ve hayali tarifleri var ama hepsinin yolu çıkmaz sokağa çıkıyor. “Eşcinsel Özgülük”, “Kürtaj Özgürlüğü”… Sonuna özgürlük kelimesi yerleşmişse her şey kutsal, dokunulmaz ve asla tartışılmaz. Vara vara varacağımız yer belli: Özgürlük Fetişizmi. Sahnede kim kendisini daha fazla, en fazla “özgürlükçü” gösterirse o kazanacak. Anomi kaçınılmaz. Cemil Meriç’i dinleyelim: “Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.” (6) Sadece sağ veya sol değil birçok kavram müntesiplerince sorgulanmaz, dokunursanız sizi çarpar. Sayamayacağınız kadar kelimeden put var, arenada.  

    Osmanlı’yı ne tank ne tüfek kelimeler yıktı… “Hürriyet, adalet, eşitlik” İslamcısından Komünistine kadar rüyaların beyaz atlı prensiydi. Fransız Devriminin üçlü kavramı mihenkti; herkes kendisinin daha adil, hürriyetçi ve eşitlikçi olduğunu gösterme derdine düştü. Sonradan kelimelere yeni kelimeler eklendi; seyreyleyin cümbüşü. Herkes hayallerinde mana verdiği kelimelere âşıktı ve âşıklar kör olur bu yüzden Osmanlı yıkılırken görmediler.

    Kelimelerle kavga edenlerin malumudur; kelimelere mana yüklerseniz büyü bozulur. Mesela laiklik. Laikperestlere sorsanız laiklik dinsizlik değil ama laikliğin tarifi meçhul çünkü bir şeyin ne olmadığını söylemek tarif değil. Ama laikliği tarif ederseniz bu sefer sihir bozulur; kendi elleriyle inşa ettikleri dünya başlarına yıkılır. Bu yüzden laiklik hep orada; kutsal mekânda kalmalıdır.

    Osmanlı’nın İslamcı aydını da verbalistti; kimi Kanun-i Esasi’nin İslami olduğuna deliller aramakla meşgul kimi “İslam en iyi meşrutiyet” demekle. Daha ileri gidenler; “En İyi Laiklik İslam’da, İslam Demokrasinin ta kendisidir” nakaratları ile kendinden geçiyordu huşu içinde. İslam, kendinden menkul kutsal kavramlarla tarif ediliyordu. Kelime Hipnotizması ile yetinmedi insanlık kişileri bile kutsal forma soktu. Karl Marks adına inşa edilen Marksizm veya Mustafa Kemal adına sistemleştirilen Kemalizm sadece iki örnek. Modernizmi reddeden ve vahye teslim olan bazı isimler bile esen fırtınalar vesilesiyle kutsallaştırılan kavramlar ekseninde sözler söylediler. Divan-ı Harp’te yargılanan Said Nursi (rh. a), “tek suçunun Meşrutiyet Rejimi’nin Kitap, sünnet ve icmaya en uygun rejim olduğunu savunmak” olduğunu ikrar ederken elbette şiddetli ikrah altında idi ama onun sözlerini ebedi gerçeklermiş gibi kabul edip “Üstatlar Sistemi” inşa edenler, kişi fetişizmin kapısını ağzına kadar açık bıraktılar. Osmanlı Aydını için “istibdat” en büyük düşman “hürriyet” ise her şeyin feda edilmesi gereken bir değer. Ama herkesin “istibdat” ve “hürriyet” kelimelerine yükledikleri anlam farklı. Batılıların gözünde “istibdat”; hilafet. İslâmcı aydın böyle düşünmüyor ama onlarda esen kasırgaya duracak güçte değil. Bu sebepten hem Batıcılar hem de İslâmcılar, aynı noktadan Abdülhamid Han’a saldırıyordu. Abdülhamid Han’ın görevden alınmasına vesile olan azil fetvasını büyük İslâm âlimi Muhammed Hamdi Yazır (rh. a) vermiştir.

    Kavramlar namus gibidir ve bu namus kavram ile hakikat bağının kopmamasıyla korunur. Osmanlı’da kutsal forma sokulan kavramları sorgulayanlar elbette vardı ve onlardan birisi de Abdülhamid Han’ın danışmanlarından Nusret Paşa’dır. Nusret Paşa, zamanındaki “demokrasi” kavramını sorgulamış ve şöyle bir rapor yazmıştır: 

    “İsimleri ne kadar değişirse değişsin mahiyet olarak Hıristiyan âleminde iki devlet rejimi vardır. Bunlar Aristokrasi ve Demokrasi! Demokrasi, gençlerimizin medeni saydığı Avrupa’da belirli fikir ve inançlara dayanır. Avrupa’nın bütün filozofları ve edipleri, bu “Demokrasi” tabirinin arkasında ve “söz özgürlüğü” gibi uydurma perdeler altında, vahyi inkâr ederler. Kelamcıların “Dehriyyun” dedikleri materyalistlerin tek dayanağı demokrasidir. Şimdi bizde de hafif akıllı, yeni moda aydınlar “Dehriyyun’u” Avrupa’dan taklid ederek, bir üstünlük ve meziyetmiş gibi, mülk-ü İslâm’a sokmak istiyorlar. Sözde “terakki” adı altında, İslâm Devleti’nin de din ve ahlakta “Demokratik” olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki İslâm Devleti; Avrupalıların Aristokrasi ve Demokrasi diye isimlendirdikleri devlet biçimlerinden farklıdır ve onlarla uzlaşamaz. İslâmi Devlet; mutlak tevhid akidesine dayanır. Temeli Edille-i Şeriyye’dir. (Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas) Demokrasi denilen halk yönetiminin; İslâmi Devletle en küçük bir ilişkisi olamaz. Müslümanlıkta “Emr-i Bi’l Maruf ve Nehy-i Anil Münker” ilkesi vardır. Ululemre beyat etmeden ölen, cahiliye üzerine ölmüş demektir. Kaldı ki, Ululemre itaatin farz olduğu hususunda Ehl-i Sünnet’in müctehid imamları ittifak etmiştir. Meşruta usulü bahane edilerek yetkilerin şarta bağlanması ve Demokraside olduğu gibi tamamen kaldırılması; İslâm Şeri’atını inkâr etmek demektir.” (7)

    Dünyanın yeniden dizayn edildiği bir dönemden geçiyoruz tıpkı Osmanlı’nın son devirlerinde olduğu gibi bir kavramlar savaşı gündemde. “Terör, demokrasi, özgürlük” yeni dönemin popüler kavramları. Ama hepsi muğlak. Anlamı kucaklamaktan mahrum. Bu yeni dönemde yeni bir dünya inşa etmek istiyorsak önce kavramlarla hakikat arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmak ve kendi kavramlarımızla düşünüp ve yine kendi kavramlarımızla dünyaya mesaj vermek zorundayız.

     

     

     

    1- Kur’an-ı Kerim; Bakara Sûresi: 30-31

    2- Kur’an-ı Kerim; Bakara Sûresi: 37

    3- Kur’an-ı Kerim; Araf Sûresi: 19-20

    4- Kur’an-ı Kerim; Yusuf Suresi: 40

    5- Kur’an-ı Kerim; Zümer Sûresi: 3

    6- Cemil Meriç; Bu Ülke, sh. 79

    7- Hüsnü Aktaş; Fedailer sh. 184

     
    Toplam blog
    : 1
    : 128
    Kayıt tarihi
    : 26.09.15
     
     

    Üniversite İktisat Mezunu, Çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayınlandı ..