Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mayıs '15

 
Kategori
Dil Eğitimi
 

Osmanlıca

Osmanlıca
 

Osmanlıca Lisan-i Osmanî


Osmanlı Türkçesi: Batı Türkçesi’nin ikinci devresidir ve 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan zamanı kapsar. Bu dönemde Eski Türkçe'nin izleri kaybolmuştur. Azeri Türkçesi bu dönemde ayrılır. Arapça ve Farsça'nın etkisi fazladır. Osmanlı Türkçesi tam altı yüzyıl imparatorluğun yazı dili olarak varlığını korumuştur. Dilbilgisi bakımından Osmanlıcaile Türkiye Türkçesi arasında belirli ayrılıklar vardır. Aslında Türkçe'de, Osmanlıca döneminde, belirli bir gelişme görülmez. Osmanlıcayı, Türkiye Türkçesi’nden ayıran tek şey, onun dış yapısındaki gelişmelerdir. Osmanlıca, dış yapısı ile hem Eski Anadolu Türkçesi’nden, hem Türkiye Türkçesi’nden ayrılır. Kültürel yapıdaki değişim, dili de etkiler. Bu dilin kaynağı, Arap ve İran sanatı, kültürüdür. Osmanlıca, Arapça ve Farsça'nın etkisinde halktan kopuk, saray çevresinde, yazışmalarda kullanılan bir dildi.
 
Johnson’un tasnifine göre (1998: 86) Batı Türkçesinin Yeni Dönem Öncesini Osmanlıca oluşturur. Dönem kendi içerisinde bazı dil özellikleni yardımıyla şu alt dönemlere ayrılabilir:
 
1. 15. yüzyıl ortalarından 16. yüzyıla kadar olan ve Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinin yerlerini yavaş yavaş yenilerine bıraktığı geçiş devresi anlamında Başlangıç Dönemi,
 
2. Yeni dil özelliklerinin yerleşip yaygınlaştığı Türkçe'nin işlev alanlarının genişlediği ama aşağıda da görüleceği gibi standardın halk dibinden uzaklaştığı 16. yüzyıldan 19. yüzyıl ortalarına kadar olan Klasik Dönem,
 
3. 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyılın başına kadar olan, yeni bir standart dilin gelişmeye başladığı Yenileşme Dönemi,
 
4. 20. yüzyılın başından Cumhuriyetin kurulmasına kadar olan süreyi içine alan ve günümüzde dilden çok farklı olmayan Türkiye Türkçesi. .(Demir ve Yılmaz, Ön. ver. ,s.85)
 
Özellikle 15. ve 16. yy. Saray ve çevresinde yaşantısı, dili, kültürü beğenisiyle halktan kopuk bir kesim barınıyordu. Kırsal alanlarda, kahvelerde asker ocaklarında ise okuması yazması olmayan, yaşamını güçlükler içinde sürdüren geniş bir halk kesimi vardı. Tekkelerde toplanan tarikat üyeleri de, belli bir kültürel birikimleri olmasına karşın, halkla bütünleşen bir yapı içindeydiler Toplumdaki bu katmanlaşma ve çevreleşme, dil ve yazınımızda da bir ayrımlaşmayı gündeme getirdi. Saray ve çevresinde, Türkçe, Arapçave Farsça'da noluşan karma bir yazı dili doğdu. Türk halkı bu dili anlamaz, kendi dili olan Türkçe'yi konuşurdu.
 
Osmanlıcayla oluşturulan yazına “yüksek zümre edebiyatı, ya da “Divan edebiyatı” adı verilir. Divan yazını, diliyle, biçimi ve içeriğiyle halktan kopuk bir yazındı. Tekil örnekleri bir yana, sanat gösterisi yapmaktan başka bir amacı olmayan Divan yazını, aydın yabancılaşmasının en somut örneği olarak gösterilebilir. Agâh Sırrı Levent’ in Nefi’den verdiği şu örnek, bu yabancılaşmayı açıkça göstermektedir.                                                                    
“Gözü meyhane-i naz-ü kaşı mihrabı niyaz 
Yaraşır her ne kadar etse niyaz ehline naz.”
 
“Dilberin gözü naz meyhanesi, kaşı da niyaz mihrabıdır. Onun için, yalvaranlara ne kadar naz etse yakışır.”
 
Osmanlıcanın en önemli özelliği, yazı dili ile konuşma dili arasında yarattığı uçurumdur. Bu evre,15.yüzyıldan 20 yüzyılın başına kadar sürer. Klasik dönemde “Osmanlıca” ayrı bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüştü. “Türkçe” ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan yalın dile verilen addı. .Özelikle klasik dönemde Arapça, Farsça sözcükler, tamlamalar dilimize girmiş; Türk yazı dili, Türkçe'nin özelliklerinden uzaklaşarak Arapça'nın ve Farsça'nın kurallarının etkisinde giderek yüksek tabakaya özgü bir dil durumuna gelmiş. Türkçe'ye yabancı sözcüklerle birlikte yabancı dilbilgisi kuralları da girmiştir Bu evrede öyle yazın ürünleri verilmiştir ki eylemler dışında tek Türkçe sözcüğe rastlanmaz. Baki’nin gazelinden alınan şu beyitte bu durumu açıkça görebiliriz:
 
Hayâl-i şem’i ruhsârım ko yansın hâne-i dilde
 
Perin ol şem’a yakıp sevk ile pervâneler dönsün.
 
Klasik  Osmanlıca, Divan yazınının dilidir. Baki, Fuzuli, Nefi, Nâilî, Seyhulislam Yahya, Nâbî, Nedim, Şeyh Galip, Evliya Çelebi, Nâima gibi şair, yazar ve tarihçiler bu dilde yapıtlar verdiler. Öte yandan, halkın sevincini, özlemini, umudunu, acısını…Halk edebiyatı yansıtıyordu.
 
Sözlü geleneğe dayanan “Halk yazını( edebıyatı,)“, halkın diliyle, halkın acısını, sevincini, umudunu, özlemini... yansıtıyordu .Karacaoğlan bu duygularını şöyle dile getiriyordu
 
“Sırtına giyinmiş al ile moru                                                                                  
 
Seni seven yiğit neylesin malı?                                                                       
 
Geyinmiş kuşanmış ibrişim şalı                                                                 
 
İnce belli, şal kuşaklı bir gelin.
 
        
 
Karac’oğlan, züğürt düşmüş, geziyor.                                                              
 
Gören aşıkların bağrın eziyor.                                                                  
 
Herkes sevdiğin deftere yazıyor.                                                                        
 
Sen de beni defterine yaz gelin.”
 
(Müjgan Cumbur, Karacaoğlan,s.177)
 
Tekkelerde gelişen, dinsel içerikli yazın Tekke edebiyatı da halka ulaşmayı amaçlaması özellikle de dilinin halkın dili olması nedeniyle değerlendirilir. 
 
Osmanlıca’nın son devresinde uzun, bozuk Türkçe nesir yapısı, zamanla kısa tümceli biçimini kazanmıştır. Nazımda ise, yeni yazınla anlamın bir beyitte tamamlanması zorunluluğu ortadan kalkınca, uzun tümceler ortaya çıkmıştır. Bu durum, özelikle Servet-i Fünûn edebiyatında görülmüştür. 
 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..