Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '18

 
Kategori
Öykü
 

Öteki Mahalle

Öteki Mahalle
 

Bu mahalleye taşınana kadar bilmezdim bu dünyanın içinde başka dünyaların da olduğunu, bilmezdim bambaşka hayatların yaşandığını, bilmezdim bize benzemeyen insanların varlığını.

Ne kadar yalıtılmış, ne kadar izole edilmiş bir hayatmış meğerse bizim yaşadığımız hayatlar ya da onların yaşadığı hayatlar, birbirini yok sayaraktan yaşanan hayatlar. Birbirinin farkına varmadan sürdürülen hayatlar, bir diğerini yok sayaraktan, belki de bilip de, yok farzederekten, görmemezlikten gelerekten.

Biz aynıydık, aynı mahallede oturan insanlar. Karşıda bahçeli içinde erik ağacı olan evde oturanlar ya da yanımızda iki katlı betonarme evde oturanlar, ya da biraz ötede ahşap bir evde oturanlar… Evin ne olduğu önemli değildi yani, içinde oturanlar bizim gibiydi.

Tiplerimiz bile aynıydı sanki. Koyu tenliydik, karakaşlı, kara gözlü, kimilerimiz kara kuru, kimilerimiz yamuk yumuk, ne bileyim işte birbirimize benzerdik. Belki farklıydık da, beraber yaşaya yaşaya birbirimize benzemiştik, kim bilir ki…

Cumartesi günleri mahallede Pazar kurulur, kadınlar Pazar alışverişine çıkar, hatta birçoğu akşamüstünü bekler, domates daha ucuzlasın, meyveler daha ucuzlasın diye.

Çocuklar aynı okula gider, mahalledeki ilkokula. Birbirlerinden kalan eskimiş, solmuş kara önlükleri giyerler, pantolon paçaları ya çok kısalmış ya da çok uzundur, seneye de giysinler diye. Çantalar eskimiş, çoğu zaman yokuşlarda kaymak için kullanılmış.

Babaların omuzları hep düşük, bakışları yorgun, bedenleri kim bilir nasıl? Hele ki ayın sonunu getirmek için kafalarında yaptığı hesaplar, beyinlerini uyuşturmuş. Geceleri kahvede toplanıp birkaç el kâğıt oynayıp, kafalarını dağıtmak isterler, çoluk çocuktan uzakta. Yok, öyle bizde, çocukla geçirilmesi gereken kaliteli zamanlar…

Plastikçiler, eskiciler kapımızda. Annem bir kez dedemin paltosunu verip bir sürü mandal almıştı da babam çok bozulmuştu.
‘’ be kadın hiç olmazsa mandal alacağına, bir leğen ya da kova alsaydın ‘’ demişti.

Dededen kalan paltolar da böyle değerlenirdi bizim dünyamızda. Sonradan anlamıştım, insanların değeri bazen bir mandal, bazen bir leğen, bazen bir kova kadar imiş…

Yandaki mahalle, bir sokak ötesi hepsi bizim gibi yaşıyor, o mahallenin çocukları da bizim gibi top peşinde koşuyor, ünlü bir futbolcu olma hayalleri kuruyor, penaltı kaçırınca küfürleri basıyordu, terleyip terleyip, yüzü gözü simsiyah olan çocuklardık biz, acıkınca elinde yağlı ekmek ya da salçalı ekmek koşturan…

Sokak köpeklerimiz bile bize benzerdi, kemikleri sayılır, biz toksak onlarda tok, biz açsak onlarda aç…

Ev sahibimiz ‘’Almanya’dan oğlum gelecek’’ dediğinde tadımız tuzumuz kaçtı. Sanki o ev bizimdi, öyle benimsenmişti. Hele ki annem, dokunduğu yeri çiçek bahçesine çeviren, duvarlarını elleriyle badana yapan, perdelerini özene bezene diken, menekşeleri ile mahallede ünlü olan annem, sanki o ev kendinindi ve depremde üzerine yıkılmıştı. Babam her ay önce ev kirasını ayırırdı maaşından, ev sahibini mutlu etmek için, çık demesin diye.

Bir tane bile kiralık ev yoktu bizim mahallede. Arka mahallede de, bir sonraki sokakta da, aşağıdaki, yukarıdaki mahallede de, yoktu, yoktu.

Şimdi nerelere gidecektik, ya komşularımız. Onlar bizdi, biz onlardık, nasıl kopacaktık? Öyle içiçeydik ki, kim parasız kaldı, kimin çocuğu işten çıkarıldı, kimin çocuğu komünist oldu, kimin kızı buluşuyor pastanelerde, kim kocasından dayak yiyor, kimin karısı dır dır edip kocasını evden kaçırıyor, bilirdik hepsini. Nasıl bırakırdık bu insanları?

Babam yeni bir ev bulduğunu söylediğinde kendisi metanetli, ama annemin ayrılığı çok sancılı oldu. Kadınlar sarılıp sarılıp ağlaştı, sanki öbür dünyaya gidiyoruz gibi. Yoksa öbür dünyaya mı gidiyorduk? Annem dağıttı menekşelerini komşularına. ‘’ Mahalleden başka yerde yaşamaz bunlar ‘’ dedi ve kendine ağladı yine. Ben ise meraklı, yeni çocuklar, yeni arkadaşlar.

Yine benzer bir mahalleydi aslında taşındığımız ev. Vallahi de insanlar yine bizim gibiydi. Sadece evler biraz daha katlı ve de balkonlu. Bakkal yerine market var burada. Pazar yerine de manav var galiba. Bakalım çocuklar var mı bu mahallede? Sokakta oynuyorlar mı, salçalı, yağlı ekmek yiyorlar mı?

Yerleştik evimize. 2 oda bir salon, yeter bize. Annem yine sihirli ellerini değdirdi her yere. Evcilik oynayan kızlar gibiydi. Bu evi de hemen yaşanası bir cennete çevirdi. Camlar pırıl pırıl şeffaf gibi silindi. Artık görebilirdik diğer evlerdeki hayatları, olayları, tanırdık komşuları.

Akşamüstü çocuklar sokaktaydı, eski mahalledeki gibi. Ellerinde futbol topu, ilerideki boş arsada toplanıyorlardı. Hemen karışamadım aralarına tabi, biraz zaman gerekti.

Bizim ev sokağın son eviydi. Yan tarafımızdan bir cadde geçiyordu. Balkondan incelemeye başladım sağı solu. Caddenin öbür tarafını. Öbür taraf bizim mahalle gibi değildi sanki. Orada kaldırımlar süslü taşlarla kaplıydı. Dükkânların tabelaları yabancı yazılıydı. Apartmanlar çok katlıydı, altlarında cafe yazan yerler vardı. Cafelere girip çıkan insanlar, işte onlar, bizim gibi değildi. Güzeldiler, giyimleri kuşamları güzeldi. Belki de ondan güzel görünüyorlardı.O süslü kadınlar Cafelere gelince bizim mahallede görmediğimiz, markalarını bile bilmediğimiz arabalardan inip, anahtarları koşturan genç delikanlılara bırakıyorlar, kucaklarında süslü köpekleri ile cafelere giriyorlardı. Köpekleri bile başkaydı. Üzerlerinde tulumlar vardı, tüyleri taranmış, kurdelelerle süslenmiş, havalıydılar. Farkında gibi bir de kurum kurum kurulmaktaydılar.

Onların çocukları koşturmuyordu boş arsalarda, suratları terli, çamurlu, kirli değildi. Ellerinde kitapları, kapılarda bekledikleri servis arabaları vardı. Pantolon paçaları ne çok uzun ne de kısalmıştı. Olması gereken gibiydi.

Bizim taraftaki tam bizim evin karşısındaki kahvede oturan yaşlı amcalar sandalyelerini o caddeye doğru çevirmişler, film seyreder gibi seyrediyorlardı o insanların yaşamlarını. Ama o caddede kafede oturanlar bize döndürmemişlerdi koltuklarını, bize bakmıyorlardı, bizi görmüyorlardı herhalde.

Sanki bu mahalleden caddenin öbür tarafına geçişi engelleyen bir sınır çizilmişti, insanların beyninde çizilmişti sanki bu sınır. Mayın tarlası vardı sanki bu iki sokak arasında. Çocukların topu kaçsa kimse almaya gidemez, karşı caddede biri ölüyor olsa kimse el uzatamazdı. Yoksa mayınlar patlardı.

Babama sordum, o caddeyi, o caddedeki insanları, çocukları.
‘’ saçma saçma sorular sorma bana’’ dedi, bir şaplak indirdi kafama.

Aynı dili mi konuşurduk, aynı fıkralara mı gülerdik, aynı müzikleri mi dinlerdik, aynı acılara mı ağlardık, elimiz kesilince aynı acıyı mı duyardık?

Yine bir gün karşı caddeyi seyre dalmışken, annesinin elinde sarı saçları olan bir çocuk, elinde de bir uçan balonu, yürüyorlarken…
Birden bir rüzgâr esti aniden. Uçtu balon sarı saçlı çocuğun elinden. Sınırları aştı, mayınları atladı geçti bizim mahalleye.

Baktılar karşıdan, çocuk ağlamaya başladı, kadın kaskatı kaldı, adım atamadı bir türlü, bizim mahalleye. Mayın yoktu tabi ki aralar da, ama  kafalardaki mayınlar anlaşılan daha yoğundu.

Hemen indim, koştum sokağa. Yakaladım balonu. Benim beynimde mayın yoktu henüz galiba. Atladım karşı sokağa, geçtim onların bölgesine, caddeye.
Uzattım balonunu ağlayan sarı saçlı çocuğa. Çocuk gülümsedi bana, bir de sarılmaz mı kollarıyla.

Omuzlarımdan bir yük kalktı sanki.
O caddedeki çocuklar da benim gibiydi.
Balonları kaçınca ağlıyorlar, balonlarına kavuşunca mutlu oluyorlardı.

Anladım ki o çocukların da kafalarında mayınlar döşenmemişti daha.
Anladım ki mayınlar büyüdükçe döşeniyor sınırlara,
Anladım ki sınırlar insanlar büyüdükçe çiziliyor sokak aralarına,
Anladım ki sınırlar ve mayınlar sokaklarda değil,
Büyük insanların kafasında.


 

 
Toplam blog
: 18
: 121
Kayıt tarihi
: 16.09.17
 
 

Bir emekli öğretmenin kaleminden düşenler . Bandırma doğumlu olup , ilk , orta öğrenim hayatımı B..