Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '07

 
Kategori
Öykü
 

Otobya-2

Otobya-2
 

Şoförün ve biletçinin ne zaman, nasıl kaybolduğunu kimse fark etmemişti; en yakınında oturan yolcular bile... Evet, akşam işten eve dönüş saatleri insanların yorulup dikkatlerinin iyice dağıldığı bir zamandı, zaten çoğu yolcu koltuğuna oturur oturmaz uyumaya başlardı. Bazıları da hemen yanındakiyle koyu bir sohbete dalar ve etraflarıyla hiç ilgilenmezlerdi. Ama yine de iki koskoca adamın önce saydamlaşıp sonra da tümden yok olmasını mutlaka birileri fark etmiş olmalıydı. Belki de bu yok oluş saniyelerle ölçülecek derecede kısa sürmüş ve tam da benim kitabımdan başımı kaldırıp öne doğru baktığım zamana gelmişti. Her neyse, sonuçta kesin olarak bilinen şey, sürücüsü olmayan, hareket halindeki bir otobüste bulunduğumuzdu. Dışardaki beyaz karanlığı ise henüz benden başka fark eden olmamıştı.

Zekasını ve cesaretini ispatlamaya hevesli gençlerden biri hemen sürücü koltuğuna geçip frene bastı. Ancak bir aracın frenine aniden basıldığında içerdeki nesneler üzerinde oluşması gereken etkiyi hiç hissetmedik. Hafif de olsa öne doğru itilmemiz gerekiyordu ama böyle bir şey olmadı. Yani otobüs biz fark etmeden durmuş, motoru rölanti vaziyetinde çalışıyor olmalıydı.

İçerdeki korku, şaşkınlık ve merak dolu fısıldaşmalar yoğun bir uğultuya dönüşmüştü. Yolcuların kimi durumu yanındakine anlatmaya çalışıyor, kimi cevabını alamayacağını bildiği saçma sorular soruyor, kimi de olan bitene dair tahminler yürütüyordu. Tabii hemen herkes aynı anda cep telefonlarına sarılıp en yakınlarını aramaya çalışmış ama hiçbir şebekenin çalışmadığını görmüşlerdi. Ekranlardaki “servis yok” uyarılarına rağmen yakınların ya da yardım istenebilecek kişilerin numaraları defalarca tuşlanıp ulaşılmaya çalışılıyordu. Ancak hiçbir telefon hiçbir yere ulaşamadı. İçerdekiler henüz başlarına gelenin ne olduğunu anlayamamış ve anlayamadıkları için de fazla paniğe kapılmamışlardı. Bir şey olacak ve her şey normale dönecekti. Belki de herkesin aynı anda halisünasyon görmesine yol açan tuhaf ama geçici bir durumla karşı karşıyaydılar.

Sonra fısıldaşmalar, uğultular bağırışlara dönüştü. “Kapıları aç, inelim” diye bağırdı biri, şoför koltuğunda hâlâ oturmakta olan cesur ve zeki delikanlıya... Vekil sürücümüz direksiyonun altında dizili düğmelerden kapı açma düğmesi olduklarını tahmin ettiği birkaçına bastı ama kapılar açılmadı. Sonra sırayla bütün düğmelere defalarca bastı, hiçbir şey değişmedi. Açılmayınca “imdat kolundan açalım” diye seslendi biri. Kapıların üzerinde acil durumlarda kullanılmak üzere imdat kolları bulunurdu. Atak gençler hemen o kolları aşağıya indirdi. Arka kapının hemen arkasındaki koltuğumda hiç kıpırdamadan oturmuş, dışarıya belli etmediğim bir merakla olan biteni anlamaya çalışıyordum. Elimdeki kitabı kucağımdaki sırt çantamın üzerine bırakmıştım. Gençlerin hemen önümdeki kapıyı açma çabalarını izliyordum. Hidrolik kolun boşalmasıyla kapı yavaş yavaş açıldı. Gençlerden biri dışarıya kafasını uzatıp, “amma da sis var haa!” diye söylendikten sonra öne doğru bir adım attı. Hemen arkasından biri daha... Geride kalanlar sıraya girmiş inen gençleri takip etmeye hazırlanıyordu ki inenlerden birer çığlık yükseldi. Aslında yükselme demek yanlış olur; doğrusu, kuyuya düşen birinin dibe yaklaştıkça sesinin şiddetinin artmasına rağmen dışardakilere göre azalması gibi gibi bir şey... İnmeye hazırlanan öteki yolcular hemen korkuyla geri çekildi. Anlaşılan bir boşluğa düşmüşlerdi inenler. Acaba tam da ayaklarını attıkları yerde çok derin bir çukur mu vardı? Yoksa otobüsümüz bir uçurum kenarında mı park etmişti? Düşenlerden yere çarpma sesine benzer bir şey duymadığımıza ve sesleri boğulup gittiğine göre çukur mu, uçurum mu artık her neyse çok derin olmalıydı. Öndeki kapılardan kapı açılır açılmaz kendini dışarı atan birkaç aceleci yolcu da aynı akıbete uğramıştı.

Kaybolanların nereye düştüğünü görmek için açık kapıların ve camların ötesine bakanlar daha önce hiç görmedikleri kopkoyu bir sis tabakası görebildiler sadece. Başka hiçbir şey görünmüyordu. Kapılardan içeri soğukla beraber bir korku bulutu sızdı. “Kapıları kapatın, kapıları kapatın!” diye bağırdı biri... İmdat kollarını bu kez tersine çevirdiler. Kapılar yavaşça kapandı ve dışarısıyla tüm bağlantımız kesildi. Her şey birkaç dakika içinde olup bitmişti. Kimse aşağı düşenlere acımayı bile düşünemez haldeydi. Zaten onlar mı acınacak haldeydiler biz mi belli değildi şu an. Belki de onlar kurtulmuş biz ise korkudan kapana kısılıp kalmıştık.

Otobüste hemen her gün karşılaştığım bir adam vardı. Elinde bir kova ve temizlik fırçası olurdu. Fırçanın sapı teleskopik radyo anteni gibi iç içe geçen bölümlerden oluşuyordu. Böylece duruma göre, hem otobüse sığacak hem de birkaç metre yükseklikteki camları silmeye yetecek bir uzunluğa dönüşebiliyordu. Bir gün dayanamayıp bunlarla ne iş yaptığını sormuştum. Dükkanları, mağazaları dolaşıyor, bu kova ve fırçayla camları silerek para kazanıyormuş. Doğrusu takdir etmiştim. Eline ayda ortalama ne kadar para geçtiğini sorup benden fazla para kazandığını öğrendiğimde de daha çok takdir etmiştim. Adamın bütün sermayesi bir fırça, bir kova ve bir adet cam temizleyici deterjandan ibaretti. “Deterjanı toptan al, daha ucuza gelir” demiştim, güya akıl vererek. O da “zaten öyle yapıyorum” demişti. İşte o teleskopik saplı fırça bir işe daha yaradı. Kapılardan birini tekrar açtık. O fırçayı en uzun haline getirip otobüsün nerede olduğunu anlamaya çalıştık. Benden çok kazanan cam silici, fırçasını kapıdan dışarı uzatıp iskandil sarkıtır gibi sağa sola, aşağı yukarı gezdirip dokunduracak bir nesne aradı ama bulamadı. Tekerleklerin basması gereken yeri aradı ama orası da boştu. Yani anlaşılan koca otobüs bir balon ya da bulut gibi boşlukta asılı duruyordu. “Yav tekerlekler boşta duruyor” diye seslendi, korkuyla ve aynı zamanda bir şeyi ilk keşfeden olmanın heyecanıyla...

Önce derin bir sessizlik kapladı otobüsün içini. Dile getirilemeyen bir dehşet duygusuyla susmuştu herkes. Bu sessizlik de birkaç saniye sürdü ancak... Biri bir laf edecek ve ondan sonra çığlıklar, hıçkırıklar, öneriler ve belki de soğuk espriler boşalacaktı birden. “Sakin olalım” dedi biri, ama kendi söylediğine inanmaz bir tını vardı sesinde... Aslında o lafı ben söyleyecektim. Nedense vazgeçtim. İçimden bir sürü şey yapmak, mesela olası felaketlere ilişkin bir şeyler söylemek geliyor ama öylece durup olan biteni izlemekten alamıyordum kendimi. “Sakin olalım” lafına, “nasıl sakin olalım yaa!” diye cevap verdi bir genç kız ve ağlamaya başladı. Kızın sözleri adeta bir zembereğin boşalmasına yol açmıştı. Birden sessizliğin yerini dayanılmaz bir gürültü aldı. Feryatlar, çığlıklar, yanındakine laf anlatmaya çalışanlar, o kargaşada düzeni sağlamaya çalışanların boşa giden emirleri, ağıt yakmaya alışmış temizlikçi kadınların dizlerine vura vura ağlamaları...

Neredeydik? Nerede olduğumuzu nasıl öğrenecektik? Şoför ve biletçi nasıl kaybolmuştu gözlerimizin önünde? Dışarı çıkanlar nereye düşmüştü? Ne kadar bekleyecektik? Ne zaman kurtulacaktık bu kapandan? Daha doğrusu kurtulabilecek miydik?

Hemen karşımda, kapının önünde ayakta duran orta yaşlı bir adam vardı. Sıkıntılı bir ifadeyle bana doğru bakıp,

- “Bu ne iştir yav?” diye sordu.

- “Bilmem!” dedim. Sözüme destek vermek için omuzlarımı kaldırıp boynumu içine çektim, avuçlarım yukarı dönük biçimde ellerimi iki yana açtım, hatta bunlarla eşzamanlı olarak kaşlarımı da kaldırdım.

- “Sen kittap okuyorsun bilmen lazım” dedi. Adamın bana yüklemek istediği görevden çok “kitap” sözünü iki t’yle, “kittap” biçiminde telaffuz etmesinden rahatsız olmuştum.

- “Kittap değil, kitap” dedim.

- “Neyse işte kittap” diye karşılık verdi aynı bozuk telaffuzla.

- “Okuduğum kitapta böyle durumlara ilişkin bir açıklama yok. Bu, Kafka’nın bir hikaye kitabı” dedim.

- “Ee, bir şey demiyor mu Gaffa?”diye sordu bu kez de hem k’yi yumuşatıp g yapmış hem de iki f kullanmıştı.

- “Gaffa değil, Kafka” dedim hafiften kızdığımı belli ederek.

- “Yav ne fark eder, ha Gaffa, ha Gaffar, bişey demiyor mu sen onu söyle” dedi emir verircesine...

- “Gafga tam da bu durumların yazarıdır ama onun acayip muhayyilesi bile havada asılı kalan bir otobüse ilişkin bir şey söylemesini sağlayamamıştır” dedim; ama adamın bozuk telaffuzunun benim dilime de bulaştığını ancak cümleyi bitirince anladım. Ona rağmen, “zaten onun yaşadığı devirde otobüs pek de yaygınlaşmamıştı” diye de arkasını getirdim cümlenin.

Adam benden ve okuduğum kitaptan durumumuza ilişkin tatmin edici bir cevap alamayacağını anlayınca,

- “Bir de top sahal bırakmış” deyip başını öte yana çevirdi. Küçümser bir ifade yerleşmişti yüzüne.

- “Sahal değil, sakal, sakal!” diye yapıştırdım cevabı.

Etrafımızdakiler, bir anlığına muallakta asılı bir otobüste kapalı kaldığımızı unutmuş, merakla, adamla benim aramda geçen saçma sapan diyaloga kulak kabartmıştı...

<ı>(Sürecek)

Birinci bölüm için: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=81631

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..