Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Haziran '14

 
Kategori
Öykü
 

Öykülerle yolculuk (altıncı bölüm)

Öykülerle yolculuk  (altıncı bölüm)
 

Öykü demeti


İki gün önceydi. Hastafendinin hanımı kızından refakatçi nöbetini almıştı. Refakatçiliğe alışkın olduğu her halinden belliydi. Burada da evdeki gibi her şeyi izah ederek işe başladı. Yıllardır Hastafendi onun bu huyuna alışmış onu sessizce dinlerdi. Eşi her zaman yaptığı gibi her şeyi ayrıntılı açıklayarak, getirdiği şeyleri dolaba yerleştirmeye başladı. Meyveyi de ortak buzdolabına yerleştirirken ‘bizimkileri şu kısma koydum’ diye açıkladığı sırada hastalığın yorgunluğunu atamamış olan Hastafendi eşine sinirlenip ‘mal mı bölüşücez yav koy bir yere’ dedi.

O sırada berberin eşi de buzdolabının yanındaydı. Hastafendinin eşine ‘mal mı bölüşücez yav koy bir yere’ dediğini duyunca şaşırmış gibi ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ diye şaşkınlığını dile getirdi. Onun ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ derken çıkardığı ses tonu da Hastafendiye çok tanıdık gelmiş ve şaşırtmıştı. Sanırım ikisi de birbirine çok tanıdık gelmişti. Tavırlarından bu anlaşılıyordu.

Gerçekten kadının ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşcez dedi’ derken çıkardığı ses Hastafendiye kendi ilçesinde ve o civarda tanıdığı birçok kadını hatırlatmış, kadının yüzü o anda çok tanıdık gelmişti. Berberin eşinin bakışından onun da benzer duygular içinde olduğu anlaşılıyordu. Bir ses, şive ve o sesin tınısı her iki insanın yaşadıkları yer arasındaki yüzlerce kilometreye varan mesafeleri adeta yutmuş iki insanı aynı duygu ve düşüncede birleştirmişti.

Hastafendi içinden ‘türküler de öyle değil mi? Bir Erzurum bir Erzincan türküsü hatta çok farklı şivesi olsa da bir Karadeniz türküsü de insanlarda aynı benzer etkiyi yapmıyor mu? Yaslarımızda, sevinçlerimizdeki ses de aynı acı ve neşeyi vermiyor mu?’ diye düşünüp berberin eşine gülümsemişti. Yüzündeki şaşkın ifade henüz geçmeyen berberin eşi de sanki aynı şeyleri düşünüyordu.

O sırada Hastafendinin gülümsediğini gören eşi ‘ooo bakıyorum iyisin’ demişti. Hastafendi eşine ‘belli mi oluyor?’ derken berberin eşi karışmış kafasıyla elindekini dolaba koyup eşinin yanına gitmişti. O andan sonra berberle aynı odada kaldığı iki gün boyunca berberin eşi hep tanıdığı biri gibi, bir yakını hemşerisi gibi geliyordu.

Zaten berber de geldiğinde doktorun sorusuna ‘ben yaktım, müşteriler yaktı. Fosur fosur içtik ciğarayı’ derken çok tanıdık gelmişti.

Hastafendi arada bir bunları düşünerek vakit geçirmeye çalışıyordu. Ben de benzer duygular içinde geçmiş yaşanmışlıkları aklımdan geçiriyordum. O sıra sürekli ayakta dolaşan Hurşit gözüme ilişti. ‘Bu geçmişte ilçemize gelen seyyar yırtımcılara ne kadar benziyor?’ diye aklımdan geçirdim.

O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden ve ilden gelip pazar yerine ‘yayınan’ yırtımcılar vardı. O sıralar ulaşım da çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.

Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar kadınlar için Sümerbank işi veya ‘Nazilli basması denilen entarilik’ yani elbiselik kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş veya ‘şayak’ denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.

Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu. Elbise ‘dikinecek’ olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına, pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir; terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.

Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır, o sırada birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi terzide sabahlandığı bile olurdu.

Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.

Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı tadına varılırdı.

Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay… Hele kadınlar. O yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş, henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.

Her şey sonraları özellikle ellilerin başında başladı. Hele altmışlardan hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı oldu ki para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta insanların belleğini sildi, geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın geçmişindeki birçok yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde okursa o zaman belki hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek için hatırlamak istemiyor.

Oysa o yılardaki yaşamlar hilesizdi. İnsanın güzelliklerini yansıtır, çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır, birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun oynamayı bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı. Mahalleler vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte hazırlanır, birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.

Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık, ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar acıyı ve sevinci ‘mahsuscuktan’ değil gerçekten paylaşırdı.

Örneğin gelin olacak kızların ‘urba görme’ merasimleri olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü o alınan urbalar ve bir iki takı olurdu. O ‘urbalar’ yani elbiseler da hazır satılmazdı.

Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği ‘entarilerin’ yani elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.

Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına tarih atılırdı. Örneğin ‘pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası, tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce’ gibi…

Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için ‘kimin ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı belliydi.’ Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.

Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi ‘keten kesme’ merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra ‘kör olası makas’ kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. ‘Terzi bahşiş istiyor’ denir, terziye bahşişi ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.

Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım… ‘Konuklara çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen veya sini getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi çalacaksa o buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına. Nazlanırdı biraz. Ama içinden ‘ısrar etseler de çalsam, söylesem’ diye geçirirdi.

O sırada orada olan kadınların tecrübeli ‘biraz da cazgır’ olanı ‘kim çalacaksa?’ siniyi ve leğeni onun önüne kor ‘gız hadi nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram’ derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya ‘dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan’ diye.

Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar ‘nazlanmacı veya birbirini asılmacı’ kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı. Böylece ‘keten kesme’ merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası gezdirirdi, o kadar.

Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini ‘gelinlik dahil’ orada aldığı ölçüye göre dikerdi.

Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi. Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden sayılırdı.

Hakeza düğünler de öyle hep ahenk içinde geçerdi. Şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler en az üç gün sürer; herkes durumuna göre misafirlerine ikramlarda bulunur, düğüne davet edilenler (ki hemen herkes davet edilirdi) hediye getirerek, daha çok geline veya damada para asarak düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışırlar, yani düğüncünün sıkıntısını paylaşırlardı. Düğünlerde de her yerin adetine, töresine göre güzellikler katılır, oyunlar çıkarılırdı.

Bu öykü yolculuğunda yeri gelince farklı yörelerdeki geçmişte yapılan o düğünlerden, hatta cenaze merasimlerinden; o sırada mutluluk ve acının paylaşımları sırasında kimi yaşanmışlıklardan örnekler anlatıp öyküleştireceğim.

Neyse; o sırada Hurşit’e bakarken bunlar aklıma gelmişti. Sabah gelen doktor ona ‘seni bugün taburcu ederiz’ demiş, sigara içmemesini tembihlemiş, kullanacağı ilaçları da tarif etmişti. O andan beri Hurşit sanki tahliyesi gelmiş mahkum veya teskeresi gelmiş asker gibi çok sevinçliydi. Zaten ‘kıpırdaktı’ taburcu haberiyle daha ‘kıpır kıpır’ olmuş öyle odada gelip gidiyordu.

Berber dün akşam öğretmenin kumandayı çok oynayıp, sürekli kanal değiştirişine kızıp sert bir şekilde ‘kapa şu televizyonu’ deyince aradaki hemşerilik samimiyeti de şıpıdak kesilmiş, dünden beri odada bir sessizlik, bir sinir harbi vardı. Evvelsi gün berberin eşinin ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşcez dedi’ derken yarattığı hoşluk çoktan kaybolmuştu.

Odadaki havadan rahatsız olan Hastafendi eşine ‘beni biraz dolaştır’ dedi. Eşinin yardımıyla yataktan indi. Bastonunu eline aldı, koluna giren eşinin yardımıyla yavaş yavaş odadan koridora çıktılar.

Odadan biraz uzaklaşınca eşi usulca ‘berberin çocukları öyle babasına özel oda arıyor’ dedi. Hastafendi bu habere sevinmiş ama inanamamıştı. Eşine ‘sen nereden biliyorsun?’ dedi. Eşi ‘sen uyurken öyle gidip geliyorlardı’ deyince Hastafendi ‘hadi hayırlısı inşallah hallederler de rahatlarız biraz’ dedi.

Birlikte ziyaretçilerin bekleme yerine oturdular. Orada epey oturdular. Sonra kalkıp odaya döndüler.

O sırada Hurşit’in yanında iki şık bayan vardı. Hurşit ‘ablamgil beni çıkarmaya gelmiş’ dedi. Hastafendi ve eşi onlara ‘hoş geldiniz’ dediler. Hurşit’in ‘ablam’ dediği sürekli konuşup Huşit’i eleştiriyor ‘sen o sigarayı bırakmaz, en kısa zamanda buraya gelirsin’ diye mütemadi konuşuyordu. Yanındaki kızıymış. O da annesiyle birlikte Hurşit’e takılıyordu.

Zavallı Hurşit günler sonra tam taburcu olacağı gün gelen ablasıyla, yeğeninin ‘cengildemesine’ biraz bozulsa da belli etmeden gülümseyerek cevap vermeye çalışıyordu.

O sıra yatağına yatan Hastafendi bunu fark edince kadına ve kıza biraz kızmıştı. ‘Hanımefendi Huşit’e öyle çok yüklenmeyin, vermeyiz bak. Biz Hurşit’i çok sevdik. Çok yavuz kardeşiniz var’ dedi. Ama ablası ‘cengildemekten’ Hurşit’i eleştirmekten vazgeçecek gibi değildi. ‘Siz öyle sanın dışı eli, içi bizi yakar onun’ deyince Hastafendi cevap verecekti ‘yutkundu’ duymamış gibi gözlerini yumdu.

Hastafendi’nin eşi de kocası ‘lombadak’ bir şey söyler diye tedirgin olmuştu. O gözlerini yumunca rahatladı. Bu sırada Hurşit sekreterliğe gidip tahliye kağıdını alıp geldi. Zaten eşya olarak küçük bir çanta vardı. Onu erkenden hazır ettiği için taburcu kağıdını alınca Hastafendiyle, berber ve öğretmenle vedalaşıp gitti.

Arkalarından bakan Hastafendi eşine ‘ne cengildek kadınmış bu ya. Az kalsın söylenecektim. Kendimi zor tuttum’ dedi. Eşi ‘ben fark ettim senin kızdığını. Lombudak bir şey dersin diye ödüm koptu’dedi.

Eşinin bu sözüne ‘ne yani ben ne konuşacağımı bilmiyor muyum?’ diye ters cevap verince eşi ‘senin hey heylerin üstünde. Biraz uyu da yatış’ dedi. Eşine bir şey diyecekti. İçinden ‘kadın haklı yav. Hastaysan hastasın. Ona buna çalım satıp durma da uyu adam gibi’ diye kendine söylenip gözlerini yumdu.

Gerçekten geldiği günden beri doğru dürüst uyku uyumamıştı. Hele geceleri nefes sıkıntısından sabahı zor ediyordu. Geleli dört gün olmuş hala nefesi açılmamıştı. Buna da canı sıkılıyordu.

Sesini kesip uyumaya çalıştı. Az sonra uymuştu. Kaç saat uymuştu bilmiyordu. Eşi dürtüp ‘kalk yemek ye biraz’ dedi. Gözlerini açamıyordu. ‘Ben uyuyacağım. Rahatsız etme’ dedi. O anda hemşirenin serum takacağı aklına geldi. Bir şeyler yemesi lazımdı. Kalkıp doğruldu.

Berberin tarafında perde açılmış yatak boştu. Eşine ‘nereye gitti bunlar’ dedi. Eşi usulca ‘gözün aydın, onlar özel odaya geçtiler’ deyince Hastafendinin keyfinden uykusu falan kalmamıştı. Odada iki yatak boşalmış, berberin perdeleri açılmış, oda gergeniş gelmişti. Sadece öğretmenin perdeleri çekiliydi. Eşine öğretmeni gösterip ‘bir de şu gideydi’ dedi.

Eşi gülümseyerek ‘her yer sana mı kalsın istiyorsun?’ derken Hastafendi yemekten bir iki lokma almıştı ki, hemşire geldi, sert bir şekilde ‘Oo sen daha yemeğini yemedin mi? Çabuk çabuk bir şeyler ye, az sonra sana serum takacağım’ deyip gitti. Hastafendi hemşirenin arkasından eşine ‘abu bu pek sert’ deyip yemeği hızlandırdı. (devam edecek)

 

 


 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..