Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (beşinci bölüm)

Öykülerle yolculuk (beşinci bölüm)
 

Öykü demeti


Ben Hastafendiyle ilgili bunları düşünürken yemek saati geldi. Yemek buralarda hep saatinde gelir. Hastalar da bu saatlere alıştığından yemek saati yaklaşınca kıpırdanmalar başlar. Buralarda kala kala bunları öğrendik.

Koridorda araba tıkırtıları başlayınca Hurşit ‘yemek geliyor’ dedi. Bu sırada berber hala çalımlıydı, eşine ve çocuklarına talimat yağdırıyordu. Sanırım hemen yanındaki hastaya özenip o da perdesini çektirdi. Oğlu dışarı çıktı elinde ördekle geldi.

Yalnız zamanlamayı iyi yapmamışlardı. Tam yemek saatinde ördek, ne kadar alışkın olunsa da hoş karşılanmaz. Perdenin öte yanında sanırım ördeğe idrarını dolduruyordu. Yanlarında gelen yakını berberin bu davranışına kızmış gibiydi. Yanımızdan geçerken ‘Şişenin dibini bulucem diye vurdu rakıyı vurdu rakıyı. Şimdi sanki sebep oğlanlarıymış gibi onlara çalım satıyor’ diye söylenerek dışarı çıktı.

Yemekleri getiren görevli hastaların refakatçilerıne ‘hastaların yemeklerini alın’ diye seslendi. Refakatçi olup yemek alacak olanların da refakatçi kartlarını göstermelerini istedi.

Hastafedi gözlerini araladı. Kızı ‘baba yemek alayım mı?’ dedi. Çok halsizdi. Kızına ‘olur’ der gibi başını salladı. Kızı onun yemeğini alıp getirdi önünde ki sehpaya koydu. Sehpayı tam onun önüne gelecek şekilde koydu. Hastafendi yemeklere baktı. Canı hiç yemek istemiyordu. Kızına ‘sen ne yiyeceksin?’ dedi. Kızı ‘ay baba ben yerim bir şeyler. Şimdi senin yemen lazım’ deyince bir lokma ekmek koparıp ağzına götürdü. Kaşığı eline alıp yemekten bir kaşık aldı, ağzına götürdü. Ama çok halsizdi, lokma ağzında büyüdükçe büyüyordu. O lokmayı çiğnedi, çiğnedi sonra suyla zor zahmet yuttu. Kafasını yeniden yastığa koydu.

Üzüntüyle bakan kızının elini tuttu ‘uykusuz olduğum için canım istemiyor’ dedi. Bu sırada perdeleri çekili yerlerde ve Hurşit hummalı bir karın doyurma faaliyetine girmişti. Gelen seslerden onun dışında herkesin iştahla yemek yediği anlaşılıyordu. İçinden ‘ee can boğazdan gelirmiş’ dedi.

Kızı o yemek yemeyince çok üzülmüştü. Gözünün kuyruğuyla bakınca bunu fark etti. Yine elini kızına uzatıp onun elini tuttu, cansız bir şekilde sıkmaya çalıştı. Kızının elleri küçücüktü. Adeta avucunda kaybolmuştu. Ne zaman kızının elini tutsa içinden hep ‘teknoloji çok gelişse de ışınla bunu küçültüp gömlek cebimde taşısam, sonra gerektiğinde büyütsem’ diye geçirirdi. Şimdi de aynı şey aklına geldi gülümsedi. Kızı da babasının ne düşündüğünü fark etmiş, gülümsüyordu.

Kızına ‘yardım et de tuvalete gideyim’ dedi. Kızı telaşla ‘baba halin yok ördek getireyim istersen’ deyince kızına ‘olmaz tuvalete gideceğim. Sen bana bir araba getir’ dedi. Hiçbir zaman ördek kullanmayı tercih etmez, ona sanki ayıpmış gibi gelirdi. Çok halsiz olduğu, iki kişiyle zor götürüldüğü halde tuvalete giderdi. İçinden ‘zaten millete yük oluyorum. Bir de pisliğimi taşıtmayayım’ derdi.

Hele şimdi kızını hiç kıyamadığı için tuvalete gitmek istemişti. Kızının getirdiği arabaya kızı ve Hurşit’in yardımıyla bindi. Tuvalete on metre kala kızına ‘sen burada kal’ dedi. Kendi arabayı tuvaletin önüne kadar götürdü. Orada kızının ilerde endişeli bakışları arasında arabadan inip tuvalete girdi. Şansından alafranga tuvalet boştu. İşini görüp çıktı. O sırada yanına gelen kızının yardımıyla arabaya bindi. Kızıyla birlikte koğuşa geldiler. Yine Hurşit de yardım etti. Arabadan inip yatağına yatırdılar. Kızına ‘ben uyuyacağım, sen de kantine in bir şeyler ye’ dedi. Kızının ‘uf baba ben yerim. Sen nasılsın?’ diye gösterdiği tepkiye gülümsedi.

Kızı hep böyleydi. Gözlerini yumdu oksijen kavanozunda suyun çıkardığı sesi dinlemeye başladı. ‘Lırlrlrlrlr’ diye içinden sesi tekrar ederken uyumuştu.

Bu sırada camdan taraftaki berberden ve kendine özel bir bölüm yaratmış hastanın tarafında hastalar ve refakatçıları yemeklerini yiyordu. Hastafendinin kızı babasının ‘bandakladığı’ yemeği kapatmış tekrar kendi koltuğuna oturmuştu. O da uykusuzluktan çok halsizleşmişti. Karnı da acıkmıştı. Ama babası bir şey yemediği için kafasını ona takmıştı. ‘Acaba babası çok mu hastaydı?’ Bu düşünce ve endişelerle o da gözlerini kapadı. Aklındaki soruya cevap bulmaya çalışıyordu. Babasının durumunu anlaması olanaksızdı. Sorsa ondan doğru bir cevap da alamayacağını biliyordu.

Aklına doktora gidip sormak geldi. Bu düşünceyle kalktı. Babasının gözleri kapalıydı. ‘Uyuyor’ diye düşünüp doktora babasının durumunu sormak için odadan çıktı. Bu sırada hastafendi oksijen kavanozundaki suyun sesine dalmış oda arkadaşı berberi ve öteki hastayı düşünüyordu. Berberi görüp tanımıştı. Ama onun hemen yanında perdeleri çekili hastayı henüz görmemişti. Onun Hurşit’e söylediklerini duyunca onu temelli merak ediyordu. ‘Acaba kim? Nasıl bir hasta?’ diye düşünürken o taraftan sesler geldi. Berberin hanımıyla o hastanın hanımı birbirine nereli oldukları sorarak tanışmaya çalışıyorlardı. Söylediklerinden her ikisinin İstanbul’a en fazla göç veren illerden birinden hemşeri oldukları anlaşılıyordu. Hurşit de Ordu’lu olduğunu söylemişti.

Hastafendi bunları duyunca İstanbul’un kalabalığı aklına geldi. O kalabalıklar hep aynı endişe veya umutlarla bir yerlerden, yurtlarından kopup gelmişlerdi bu şehre. Milyonlarca insan, milyonlarca birbirine benzer veya çok az farklarla ayrışan yaşam öyküleri.

O İstanbul’a ilk olarak askeri lise imtihanı için 64 de gelmişti. O yıllar İstanbul’un nüfusu bir buçuk milyon civarındaydı. Öğrendiğine göre o yıllar günlük olarak nüfus iki yüz kırk kişi artıyormuş. O yıllara ilişkin bildikleri bunlardı. 1971 de tekrar gelmişti. O yıllar İstanbul’un nüfusu iki milyona yakındı. İstanbul’a her gün katılan nüfus hızlanmıştı.

Şimdi sanırım on yedi milyon. Ve bu kalabalıkların on altı milyona yakını hep dışarıdan gelip yerleşen insanlar. Ötekiler de yani doğma büyüme olup kendilerini İstanbul’lu kabul edenler bile aslında hep bir yerlerden gelmişti. Çünkü İstanbul’u kuranlar Bizanslılardı. Bir tv programında izlemişti. Birine ‘aslen nerelisin?’ sorusunun sorulduğu tek şehir İstanbul’muş. Gerçekten çok uzun yıllar İzmir’de kalmıştı. Orası da dışarıdan göç alarak büyüyen bir ildi. Ama hemen hiç kimse kimseye ‘aslen nerelisin?’ diye sormaz ve bu soruyu sorma gereğini duymazdı.

Bunlar aklına geldi. Bu odadan, bu hastaneden gelip geçen onca hastanın hemen hemen tamamının bu şehre bir yerlerden geldiği aklına geldi. Gözlerini aralayıp duvarlara baktı. Sanki o insanların görüntüleri duvarda belirmişti. Bu düşünceyle duvarlara hayretle bakarken gülümsedi.

Tam bu sırada doktora babasının durumunu sorup gelen kızı babasının gülümsediğini görünce sevindi. Zaten doktor da ona ‘babanız coah hastası. Onun daha iyi olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece fazla sorun yaşamaz. Onun bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir tehlike yok’ demişti.

Doktorun bu soğuk da olsa gerçeği anlatan cevabıyla babasının kötü durumda olmadığını öğrenen kızı babasını gülümser görünce ‘doktordan geliyorum. Durumun kötü değilmiş. Doktor baban durumunu kabullenirse daha rahat eder dedi’ diyerek doktora gittiğini söyledi.

Hastafendi kızının bu sözlerini duyunca az önce düşündüklerini unuttu ‘aferin beni rahatlattın’ dedi. Kız anlatımındaki soğukluğu fark etmişti. Ona sarıldı ‘yanlış anlama babişko. Senin durumunu sorunca bunları doktor söyledi’ deyip öpüyordu. Hastafendi kızını öperken ‘canımın içi ben sen ne söylediysen onu anladım’ diye onunla dalga geçiyordu.

Onlar böyle muhabbet içindeyken aşçılar boşları alıp gitti. O sırada içeri giren bir hemşirenin ‘burası ne olmuş böyle herkes perdeleri çekmiş. Açın perdeleri ilaç saati’ diye biraz öfkeli sesiyle irkildiler. Sanırım hemşire haremlik selamlık görüntüsünde rahatsız olmuştu.

Hemşirenin bağırışıyla cam kenarındaki hem berberin hem öteki hastanın refakatçıları perdeleri çekti. Perdeler çekilince Hastafendi ‘hah şöyle ya. İçimiz kararmıştı’ diye mırıldandı. Onun bu mırıltısını duyan hemşire gülümsedi. Sonra öteki iki hastaya ve refakatçilerine ‘işiniz bitince perdeleri açın da hastalara kasvet çökmesin’ dedi. Her iki hastanın refakatçileri perdeleri ‘hastanın ihtiyacını karşılamak için’ çektiklerini söylemeye çalışırken, hemşirenin son sözü üzerine sustular.

Perdeler çekilince odanın büyüklüğü ve balkon ortaya çıkmıştı. Balkona bakan pencerelerden gözüken manzara hava hafif sisli de olsa oldukça güzeldi. Hemşire öteki hastalara doktorun önerdiği tedaviyi yaparken balkona doğru bakan Hastafendinin yanına gelen Hurşit ‘balkon adalara bakıyor. Hava iyi olunca şahane manzarası var’ diye açıklama yaptı. Perdeler çekilince sanırım o da kasvetlenip yatmıştı. Hemşirenin uyarısıyla perdelerin açılması onu da canlandırmıştı. Halinden öyle anlaşılıyordu.

Hemşire diğer iki hastaya uygulanacak olan ilaç ve serumu uygulayıp Hastafendiye geldi. Gündüz damar yolu açılmıştı. Ona da serum takıp, gerekli iğneleri yaptı, Hurşit’e de tedavisini uygulayıp gitti.

Bu sırada Hastafendi gözünü o merak ettiği hastaya dikmişti. O hasta siyah saçlı, tokur kafalı kütülek biriydi. Görüntü olarak hastaya benzemiyordu. Coah hastalarında insanı şaşırtan bir özellik. İlk bakışta hasta gibi değillerdir. Ama akciğer tükendiği için hemen hepsi ‘alacanlı’ yaşarlar, ama bu pek belli olmaz.

O hastanın eşinin hemşerileri olan berberin eşiyle konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla emekli öğretmenmiş. İki oğulları varmış. Kadın gündüzleri, oğulları da gece bekleşiyorlarmış.

Hastafendi bunları duyunca öğretmenin öğretmenlik yaptığı günler gözünde canlandı. İçinden ‘bu iyi volaybol oynuyordur’ diye geçirdi.

Geçmişte tanıdığı özelikle köylerde öğretmenlik yapan tanıdıkları aklına geldi. Onların okulun bahçesindeki voleybol sahasında köyün gençleriyle vakit geçirmek için voleybol oynayışı gözünde canlandı. Arada bir futbol maçı yapsalar da genelde hep voleybol oynarlardı. Bu maçlar duruma göre lokumuna veya gazozuna ama oldukça iddialı olurdu. Yenilenle bol bol dalga geçilmesi de oyunun ’bonusu’ olurdu.

Tanıdığı öğretmenlerden biri vardı. Gençlerden oluşan beş kişilik voleybol takımına karşı tek başına maç çıkartır, onları genelde yenerdi.

Emekli öğretmen olan hastaya bakarken bunlar aklına geldi. İnsanların birçok yanlarıyla çok benzeştiğini, bunun en kolay doğrulanacağı alanın İstanbul’da yaşayan insanların yaşam öykülerinde gezinmek olduğunu düşündü.

Aklına geçtiğimiz yıl Ortaköy’de tanıştığı bey geldi. Seksenini geçen yaşına rağmen oldukça dinç Ortaköy’ün yerlisi olduğunu söyleyen bey kısa sohbetlerinde çok iyi anlatıcı olduğunu kanıtlamıştı. Bir bankta otururken yanındaki kişiye nasıl lakerda yaptığını anlatırken, hiç lakerda yemeyen Hastafendinin canı Lakerda çekmişti.

O sırada o beye ‘sizinle daha iyi tanışıp sohbet etmek istiyorum. Sizden Ortaköy’ün, İstanbul’un bildiğiniz geçmişini öğrenmek istiyorum’ deyince o bey büyük ilgiyle ‘bundan memnun olacağını’ söylemişti.

Ama bizim Hastafendinin her işi genelde hep lafta kalıyordu. O sırada hastalığı artınca kaldığı şehre dönmek zorunda kalmış, o beyle düşündüğü sohbeti yapamamıştı. İstanbul’a bu gelişinde o beyi arayıp yarım kalan sohbetlerine mutlaka devam etmeyi kararlaştırmıştı. Ama hastalanıp buraya tedavi için gelince o kararı yine aksamıştı. ‘Öykü yolculuğu’ diye başlattığı çalışma için buradan taburcu olunca o beyi mutlaka arayıp bulacaktı. Şimdi buradaki insanları tanımaya çalıştıkça bunlar aklından geçiyordu.

Bu düşüncelerle günler geçerken o hastayı daha yakından tanıma olanağını bulmuştu. Buraya geldiğinin üçüncü günü, hafta sonuydu. O sırada berberin oğulları babalarının ısrarına dayanamamış başhekimi nasıl ikna ettilerse babaları için özel oda bulmuşlar ve oraya taşınmışlar, onun yattığı yatak henüz boştu.

O gün günlük muayenesini yapan doktor öğretmene ‘sizin için psikiyatristen randevu aldık. Öğleden sonra ona muayene olacaksın’ demişti. Söylendiği gibi öğleden sonra öğretmen oğluyla beraber psikiyatriste gidip geldi. Onun niçin psikiyatriste sevk edildiği akşamüzeri doktorun gelip açıklamasıyla anlaşılmıştı.

Doktor ona ‘psikiyatristin de söylediği gibi sorunun biraz psikolojik. Burada size yapılacak tedavi yapıldı. Sizin durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz. Sizi muhtemelen Pazartesi günü taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde kendiniz devam edeceksiniz. Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha kadar kullanacaksınız. Sabah iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı kalacaksınız. Buna uyduğunuz takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz. Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu kabul etmeniz lazım.’ diye ayrıntılı açıklama yapınca öğretmenin durumunu, yaşadığı sıkıntıların nedenini anlayan Hastafendi çok üzülmüş, öğretmen hakkındaki olumsuz düşünceleri için utanmıştı. (devam edecek)

 

 


 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..