Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Eylül '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (yirmi yedinci bölüm devam edecek)

Öykülerle yolculuk  (yirmi yedinci bölüm devam edecek)
 

Öykü demeti


Dayı “Üsküdar’da kendime iki katlı ev yaptık yukarıda. Geçinip gidiyoruz” deyip susunca Hastafendi “eee sonra” dedi.

Dayı şöyle bir bakıp “ne sonrası yiğen. Öyle işte hepsi bu” deyince hastafendi “dayı valla senin sohbetine doyum olmaz” deyince dayı biraz bozulmuştu; ama gülümseyerek “şimdi ne demek oluyo bu?” diye sordu.

Hastafendi bu soru üzerine gülümsedi ve “ne olacak? O kadar yılı iki cümlede bitirdin. Bunu ‘benim diyen insan’ başaramazdı. Özetin özetiyle hallettin” deyince dayı “sen niye merak ediyorsun benim hayatı? Gazeteci falan mısın?” diye sordu.

Dayı Hastafendiye bakmaya devam ediyordu. Onun böyle kendine dikkatli baktığını gören Hastafendi “ne şaşırdın dayı?” deyince yaşlı adam gülümseyerek “hakikaten gazetecimisin diye baktım. Gerçi hiç benzemiyorsun, ama belli olmaz tabi” dedi.

Bunu duyan Hastafendi “niyeymiş o? Şimdi benden gazeteci olmaz mı?” deyince dayı ağız dolusu güldü “sabah sabah kalkıp yanına geldiğime değdi. Seninle iyi vakit geçireceğiz” dedi.

Bu iltifat üzerine Hastafendi “sağol dayı. Aslında ben de sohbeti çok sevmem. Ama durduğum yerde başıma iş aldım. Onun için dolaşıyorum buralarda” dedi ve ‘onunla niye sohbeti sürdürmeye? Onu niye dinlemeye çalıştığını?’ anlattı.

Hele Temur efendinden bahsedince; onun ölümünü gördüğünü, çocuklarını, onun “beni memlekete gömün” diye vasiyetini duyunca yerinde biraz daha yayıldı “anlatayım dinle öyleyse. Bu çorbada benim de tuzum olsun” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Tren Haydarpaşa’da durunca etrafına ‘şöyle’ bir bakınmış. Trende gelirken ona yanaşıp önce hoş beş edip samimi olan, sonra “İstanbul’da sana iş bulmada yardımcı olayım” diyen o çakır gözlü adamı görünce baka kalmış. Çünkü o adam trenden inen yirmi yirmibeş kişiyi asker gibi sıralayıp peşine takmış geliyormuş.

Dayının kendine baktığını görünce onu görmezden gelip o sıraya dizdiği adamlarla yanından gelip geçmiş.

Dayı bunu anlatınca soluklandı; sonra “meğer adam simsarmış” dedi.

Hastafendinin “o da neymiş” gibi sorarak baktığını görünce gülümsedi. “Yeğen bu simsarlar trenlerde kompartımanları dolaşır İstanbul’a iş için giden, ama tanıdık kimi kimsesi olmayanları tespit eder sonra onlara ‘ben size iş bulurum’ deyip isimlerini yazarmış. Onları önceden danışıp anlaştığı mütahitlere götürüp pazarlarmış. Ve işçi başına da bir ücret alırmış. Ama işçilerden de ayrıca yevmiye başına ‘size iş buldum’ diye ücret alırmış. Tabi garipler yol bilmez, iz bilmez. Gelip inşaat şantiyesine teslim edildikleri için her denene uyarmış” diye uzunca anlattı.

Bunları dinleyen Hastafendinin aklına Temur efendinin kompartımanındaki karşısında şapkası önüne eğik adamla, oradakilere inşaatta çalıştığını söyleyen adam geldi. İçinden “belli ki onlar da simsardı” diye geçirdi.

Böylece kendi hayal dünyasının kurgusuyla dayının anlattığını örtüştürmüştü. İçinden “onlarla sonra ilgilenirim” deyip dayıya anlatmaya devam etmesi için bakıyordu.

Dayı Hastafendinin bir an duraklayıp bir şeyler düşündüğünü fark etse de üzerinde durmayıp anlatmaya devam etti.

“Yani yeğen senin anlayacağın o yıllar işler böyle yürüyordu. Birileri çalışıyor, birileri de hiç çalışmadan kurnazlık yapıp o çalışanların sırtından para kazanıyordu. Gerçi şimdi de işler böyle yürüyor ya” dedikten sonra ona “sen televizyon izlemiyor musun? Hani o çıkıp ‘ben de o işçilerin içinden geldim. İnşaatlarda çok çalıştım’ deyip bunu şimdi yaptıracağı büyük konutlarda reklam için söyleyen bilmemne oğulları var ya; sermayeyi hep o simsarlıklardan tuttular.

O zaman her simsar önce kendi hemşerilerine dadanırdı. Yani ilk ekibi onlardan kurardı. Sonra başka yerlerden gelenlere el atardı. Bu yüzden bu simsarlar arasında az savaş olmadı. Az insan ölmedi bu kavgalarda.

Neyse benim onlarla hiç ilgim olmadı. Elimde tahta bavulum koynumda babamın yazdığı mektup trenden indim. Garın dışına çıkınca denizi gördüm.

Şaşırmadım desem yalan olur. Çok şaşırdım. Hiç böyle kalabalık su görmemiştim. Bu kadar su nerden toplaştı deyi çok hayret ettim.

Sonra babamın asker arkadaşının tarif ettiği gibi oradaki kayıkların yanına gittim. Kadıköy’e gideceğimi söyledim.

Yanaşan kayıktaki kayıkçı ‘gel hemşerim ben oraya gideyrim’ deyince bindim o kayığa. Üç kişi daha bindi. Kayıkçı kayık paralarını toplayıp, asıldı küreklere. Geldik Kadıköy’e. Kayıktan indim. Etrafıma bakındım adres soracağım. Biri bana yanaştı ‘ne bakınaysun hemşerum’ dedi. Ona ‘Ferhat’ın kahveye gideceğim, onu bakınırım’ dedim. Bana ‘sen işçumusun?’ diye sorunca ‘hayır ustayım’ dedim. Ben öyle deyince adam bana şöyle bir baktı. ‘Hiç te benzemeysun ama, hiç te pelli olmaz. Kepenek altunda yiğit yatarumuş’ deyip bana kahveyi tarif etti. ‘Ha şuradan şoyle git. Dön sağa. Biraz daha git. Sonra sola dön’ dedi. Sonra bana ‘ne bakınaysun da? İşde orda kahve karşındadur’ deyince ben tarifi anlamış gibi ‘sağ ol’ deyip yürüdüm.

Ama bir şey anlamamıştım. O arkamdan ‘anlamaduysan bi daha anlatayum’ dediyse de ben sağ ol deyip yürüdüm. Epey gittim. Geriye baktım o arkadaş gözükmüyordu. Orada bir faytoncu vardı, ona yanaşıp Ferhat’ın kahveyi sordum. O güzelce tarif etti. O tarif üzerine gittim kahveyi buldum.

Kahvenin çok bahçesi vardı. Bahçede tahta masa ve sandalyeler vardı. Oralarda tek tük de oturanlar vardı.

Kahvenin içi ise çok genişti. Her tarafta tahta masa ve sandalyelerde dolu insan oturmuş. Vağıl vuğul bir gürültü. Herhalde sohbet ediyorlardı. İçerisi sigara dumanıyla dolu göz gözü görmez haldeydi.

Ben içeri girince hiç kimse benle oralı olmadı. Bakındım çay ocağının yanında bir masada pala bıyıklı biri nargile içiyor. İçimden ‘herhalde patron bu’ deyip yanına gittim. Çünkü babamın asker arkadaşı kahvenin patronuna gidip kendini sormamızı istemişti.

Adamın yanına gidip selam verdim. Adam nargile tokurdadırken bana gözüyle ‘ne var?’ der gibi işaret edince koynumdaki mektubu çıkarıp verdim. Adam mektuba şöyle bir baktı ‘ha sen Remzi ustaya geldin öyle mi?’ dedi. Ben hiçbir şey demeden öyle şaşkın bakıyorum. Ama adamın tavrı değişmişti sanki. Bana ‘yeğen Remzi Usta akşama gelir. Sen bavulu ocağın içine koy. Gez dolaş, akşama gel. Korkma bavula bir şey olmaz. Remzi ustanın misafiri benim de misafirim sayılır’ deyince rahatladım. Bavulu çay ocağına bıraktım.

O bana ‘sen şimdi in deniz kenarına. Hava fena sayılmaz. Tanı bakalım etrafı’ dedi sonra gülümseyerek ‘ama kaybolma ha’ dedi” dedikten sonra dayı biraz soluklandı.

“Yeğen senin merakın beni de ateşledi. Sanki o günleri yeniden yaşıyor gibi oldum” dedi.

Bu sırada Hastafendi de adamın anlattıklarını sanki bilgisayara kayıt eder gibi kafasına yazıyordu. Adamın anlattığı simsarlara kafayı takmıştı. Gerçekten İstanbul’la ilgili yaptığı bütün araştırmalarda karşısına hep bu simsarlar çıkıyordu. İnşaatta öyle, kayıkçılıkta öyle, hamallıkta öyle kahvecilikte öyle, o yıllarda paytonculukta, sonraları dolmuş ve taksicilikte öyle, hallerde öyle; hep birileri suyun başını tutup avantadan kazanıyordu.

Öyle ki bu suyun başını tutanlar siyasi hayatımızı da belirleyenler oluyordu. Çünkü hepsi de farklı farklı partilerin delegesi veya belli yerlerinden görevli insanlardı aynı zamanda. Ve bunlar farklı partilerde olsalar da, kendi aralarında sürekli çatışsalar da ortak menfaatleri söz konusu olunca hemen bir araya gelebiliyordu. Bu da en çok büyük şehirlerde rant paylaşımında görülüyordu.

Hastafendinin aklından bunlar geçerken dayı da epey soluklanmıştı. Hasafendiye “nasıl? Sana bir faydam dokunacak mı? İstersen devam edeyim” deyince Hastafendi uykudan uyanır gibi oldu. Dayının ne dediğini önce anlamamıştı. Anlayınca gülümseyerek “çok sağ ol dayı. Devam edersen ben de zevkle dinlerim” dedi.

Dayı anlatmaya devam etti.

Akşama kadar deniz kenarında oyalanmış. Bunu anlatırken “sana bir şey diyeyim mi? dedikten sonra denizin nasıl temiz olduğunu anlattı. Öyle ki içinde yüzen balıklar görünüyormuş. O sıra oltasıyla balık avlayanlar varmış. “Hepsinin önünde içi balık dolu balık sepeti vardı” dedi.

Onlara ve denize bakarak vakit geçirirken karnı acıkınca hemen orada balık kızartıp satan birinden ekmek içine balık koydurup yemiş.

“Ömrü hayatımda ilk kez balık yiyordum. Sonraları da balık yemeye alıştık, ama o balıkçıdan yediğim ekmek arası balığın tadını hiçbir zaman bulamadım” dedi.

Akşama kadar o şekilde oralarda oyalandıktan sonra tekrar kahveye gelmiş. Sabah gördüğü adamın elinde hala nargile varmış. Onun yanına gidince adam “yeğen Remzi usta daha gelmedi. Az bekle. Gelmeyecek olursa ben seni gece evine götürürüm. Çünkü ben de orada oturuyorum. Asker arkadaşlığı kardeşten ileridir” demiş.

O da adamın ilerisine bir sandalye çekip oturmuş. Çünkü bütün masalar tıklım tıklım doluymuş. Kendine bir çay söylemiş. İçerken o adamın ilerde ayakta duran birine el edip “Remzi usta” diye seslendiğini duymuş. O sırada o adam da duyup nargile içen adama doğru gelince nargile içen adam dayıyı işaret edip bir şeyler söylemiş. Remzi usta bunun üzerine gülümseyerek dayının yanına gelmiş. Çok yakınlık göstererek “hoş geldin yeğenim” diye sarılıp öpmüş.”O kadar çağırdım. Baban akılsızlık edip gelmedi. İyi ki sen geldin” demiş.

O'na “hadi bakalım eve gidelim. Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince dayı da çay ocağındaki bavulunu alıp Remzi Ustanın peşinde onun evine gelmiş.

“Hanımı da anam olsun çok muhterem bir kadındı. İkisi de hakkın rahmetine kavuştu. Ama şu an neye sahipsem hep Remzi ustanın sayesindedir. Nur içinde yatsınlar” dedi.

Remzi usta onu ertesi gün kendi mütahitliğini yaptığı inşaata götürmüş.

Dayı burada durakladı. Sonra “o yıllar İstanbul’un her yerinde inşaat vardı. Bizim usta Bağdat Caddesi üzerinde üç villa almış onları yapıyormuş” dedikten sonra Hastafendinin baktığını görünce “ne bakıyon yeğen. O yıllar Bağdat Caddesi boydan boya hep bağ bahçe içindeydi. O yıl hükümet oralarda yolları genişletse de bazı yerlerde yapılaşma devam etmiş. Ama üç kata kadar. O bağ bahçenin sahipleri de bu karar üzerine oralarda daha çok villa olmak üzere ev yapmaya karar vermişler. Orası boydan boya, Caddebostan her yerde inşaat vardı. Karşıda da öyleymiş. Taksim’de Nişantaşı’nda yani İstanbul’un her yerinde inşaat varmış. Simsarların işçi kavgası da bu yüzdenmiş. Çok işçi lazımdı yani. En çok da amele ihtiyacı vardı. Çünkü şimdiki gibi teknik yok. Her şey elle. Beton elle karılıyor. Sırtta tenekelerle taşınıyordu.

İstanbul’a taşı toprağı altın diye gelenler taşın toprağın içinde bir lokma ekmek için sürünüyordu.

Herkes benim gibi şanslı değildi. Benden fazla ne ustalar vardı, ama aynı simsarların elinde harcanıp gitti. Onun için ben babama çok dua ederim. Benim elime mektup verip asker arkadaşına gönderdi diye. Remzi usta sayesinde Üsküdar’da Fikirtepe’de iki katlı ev yaptım. Çoluğu çocuğu everdim.

Gerçi şimdi evin başına, daha doğrusu Fikirtepe’nin başına baykuşlar üşüştü. Onlarla mücadele ediyoruz ya” deyince Hastafendi “nasıl?” dedi. Onun “nasıl?” demesine gülümseyen dayı “az sabret yeğen. Oraya gelene kadar anlatacak daha çok şey var” deyince Hastafendi keyif olmuştu.

Sabahleyin evden deniz kenarında hem kendini dinlemek hem de o yıllar trenle gelip, kayıklarla Kadıköy’e geçenleri; İstanbul’un geçmişinin hayalini kurmak için gelmişti. Ama hiç ummadığı bir şeyle, o yılların canlı tanığıyla karşılaşmıştı. Bu arada suyu da bitmişti.

“Dayı burası güneş oldu. Gel şu ilerdeki çay bahçesinde çekilelim bir kenara; sen yaşadıklarını anlat. Ben de zevkle dinliyeyim” deyince dayı hafiften gevrek bir gülüşle “Olur yeğen. Sana ne yaşadıysam dipden tırnağa anlatacağım. Ben birçok sabah buraya gelirim. Ama sayende bugün ben de ilk kez farklı bir şey yaşıyorum ” dedi.

Birlikte kalkıp deniz kenarındaki çay bahçesinde deniz kenarında bir masanın yanına oturup iki çay söylediler. Hastafendi kendine bir de su söyleyip dayıya “dinlemeye hazırım” der gibi baktı. (devam edecek)

 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..