Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '14

 
Kategori
Deneme
 

Otobüste giderken (sekizinci bölüm) devam edecek.

Otobüste giderken (sekizinci bölüm) devam edecek.
 

otobüste


Bu yol ince uzun dümdüz epey gider. Sanırım Afşar değirmenlerine kadar yirmi beş kilometre veya biraz da fazladır.

Buradan bakarsak bu ova enine otuz kilometre civarında boyu da Acıpayam’ın altından Yeşilyuva Yatağan sırtalarına kadar tabi Kızılhisar ovasını içine alan yaklaşık atmış kilometre yani 1800 2000 kilometre karelik bir düzlüktür.

Yani oldukça geniş ve çok bereketli toprakları olan geniş bir alan…

Bu alana serpişmiş dört beş köy var. Bunlar ova köylerinin bütün özelliklerine sahiptir. Yolun solunda ve sağında geniş otlaklarda yemyeşil örtünün üstünde kırmızı benekler halinde yayılan atları görürsünüz. Çünkü bu ova köylerin hepsinde her ailenin birkaç atı mutlaka vardır. Ovada işlerini bu atlarla sağladıkları ulaşımla yaparlar sonra boş zamanlarında da atları çayırlara otlaması için ayaklarında köstek bağlı bırakırlar.

Bilmiyorum başka bir yerde; örneğin en meşhur ovalardan Çukurova dahil diğer ovalarda bu kadar at bir arada var mıdır?

Bu köyler, daha doğrusu bu çevrede yerleşim yüz yıllar öncesi Osmanlıdan da önce Selçuklular kanalıyla Miryokefelon savaşı sonrası fetihlerden itibaren gerçekleşmiş.

Ve bu yörenin insanı hala ilk çıkıp geldikleri yerlerin bütün özelliklerini taşıyan Türkmenlerdir. Avşarlar ve diğer sarıkeçili Yörük boyları bu yörenin halkıdır.

Buralardan Korkuteli, Finike, Fethiye’ye kadar uzanan alana Teke yöresi denir. Dağ köylerinde oturanların koyun keçi, ova köylerinin de atı meşhurdu/r.

Yani bir zamanlar öyleydi. Bölgenin en büyük hayvan pazarı bu ovada kurulu Karahöyük pazarında kurulurdu.

O sıra bütün bölgeden üçer beşer veya sürüler halinde gelen hayvanlar pazarda satışa çıkardı. Pazaryeri sanki bir panayır yeri gibi insan kaynardı. Kebapçı dükkanları ve Karahöyük ekmeği çok meşhurdu.

Pazar dağılınca herkesin torbasında mutlaka üç beş Karahöyük ekmeği bulunurdu. Çünkü eve varınca özellikle çocuklar babalarına “Garayük ekme aldın mı?” diye sorar veya eline bakışırlardı.

O yıllarda özellikle köylerde ekmeği köylü kendisi yapardı.

Sabah namazından önce yakılan ocaklarda teknede hazır edilen ekmekle evin on beş yirmi günlük ekmek ihtiyacı olan yufka pişirilir ve mutlaka beş on ot ekmeği ve katmer yapılırdı.

Çocukların o sabah ellerine tutuşturulan ot ekmeği, katmer veya yufka içine daha çok Vita yağı sürülmüş ekmek dürümüyle keyfine diyecek olmazdı.

O ekmeğin o güzel tadına rağmen ‘Pazar ekmeği’ denilen fırın ekmeği de adeta bir hediye olarak getirilirdi kasabaya pazara giden babalar tarafından.

Hele fırın ekmeği sıcak ve tazeyse onu sıcak yufkanın içine dürünüp katık yapmanın keyfine doyum olmazdı.

İşte o yıllar Karahöyük pazarına gelen herkes evlerinde Pazar ekmeği keyfini yaşatmak için mutlaka Karahöyük’ün oraya özel ekmeğinden alıp giderdi.

Burada pazara katılan sürü sahipleri Avşar değirmenlerin altından Yeşilyuva ve Yatağan’ı pas geçip Kazık belinden Denizli’ye İzmir’e sürülerini götürürlerdi.

Tabi bunlar çok eskiden yaşananlar. Ama bu ova köyleri ilk geldikleri zamandan bu yana ne yaşamlarını ne kültürlerini terk etmemiş nerdeyse birebir aynı şekilde yaşarlar. Bu yörenin en gözde sporu at yarışlarıdır. Her yıl yapılan yarışlar adeta gelenekselleşmiştir.

Bizim adam otobüsün içinde aklından benzeri düşünceler geçirirken otobüs yoluna devam ediyordu. Arada ayaktaki yolculardan biri durup durup “ben Garayükte ince ha” deyince muavin kızmış “tabi dayı. Gız olsan seni gaçırıdık emme. Bu halinle tabi seni Garayük’te mecbur indiriz” demişti.

Garayük’ dedikleri Karahöyük köyü. Ama kestirimden konuşma alışkanlığıyla öyle deyip geçiyorlar. Bizim adam muavinin bu sözlerini gülümserken gözü yanda çayırda bağlı dört beş ata kaydı.

Çünkü at onun en sevdiği hayvandı. Onların güzelliğini seyre doyamazdı. Şimdi de çayırda yakından gördüğü ve ilerde benekler halinde yayınlar atlar bakarken bunları düşünüyor içinden “Dünyada bunlardan güzel ne var ki?” diye geçiriyordu.

Gerçekten Dünyanın en güzel kadınını güzel doru bir kısrakla yan yana getirin. Bizimkini daha iyi anlarsınız. Çünkü doru kısrağın güzelliği yanında o güzelin lafı bile olmaz.

Hele ‘yürüyen, koşan atın zerafeti kimde vardır ki?’. O incecik ayak bilekleriyle toprağa ve çayıra basarkenki zarifliği. Koşarken ayak bileklerinin kıvrılışı… Bir gün mutlaka bir at yarışı veya koşan bir atı izleyin o zaman bizim adama kesin hak vereceksiniz.

Hele atın duygusal önsezisi hangi canlıda vardır ki? Onun için biri bir şekilde düşünce ve değer kaybedince “eşekten düşmüşe döndü” deriz. Ama “attan düşmüş” diye kötü örnek yoktur.

Çünkü at düşen sahibini terk etmez. Eşekse anırır kaçar.

Bir at gördüğünde hep bizim adamın yıllar önce yaşadığı anısı aklına gelir. Burada atlara bakarken yine onu Murat’ın azgın sularından çekip alan atı aklına geldi, o sımsıcak duygularla bakıyordu atlara. Herkesin olmasa da çoğun insanın en lüks araba sahibi olma gibi bir tutkusu vardır.

Onun en büyük tutkusu da bir ata sahip olmak ve atla birlikte yaşayacağı böyle bir ova köyünde yaşamaktı. Bu özlemi şimdi içinde bulunduğu koşullara rağmen hiç bitmemişti.

Bizim adamın aklında duygularla ova köyleri geçilip Karahöyük’e gelindi. Muavin o yolcuya “dayı en bakam Garayüğe geldik” deyince adam “sağ ol” deyip indi. Bu sırada aşağıda binmek isteyen üç kişi vardı. Muavin olmazlanmadan onları da araya sıkıştırdı. Otobüs yürüdü.

O sıra bizimkinin aklı Karahöyük pazarına takıldı.

Yıllar önce bizim adam küçücük çocukken mahallede en samimi arkadaşı Karabaş isimli bir köpekti. Hemen her gün o köpekle haşır neşir olurdu. O sıra babası Karahöyük pazarından bir boynuzu kırık yanında buzağısı olan bir inek alıp gelmişti.

Bizimkinin evleri o sıra tepe mahallesinde iki odalı bir evdi. Arkada sonradan kapattıkları ve icabında banyo olarak kullanılan çok geniş bir de mutfakları vardı.

Evin önünde de tahta parmaklıklarla çevrili küçük bir bahçeleri vardı. Bahçede bir armut, bir dut birde vişne ağacı vardı. Babası ineği o küçük avluya yanında buzağısıyla koymuştu.

O inek gelince annesi, kardeşleri ve tabi bizimki çok sevinmiş ineğin önüne acele komşudan tedarik edilen yonca konmuş buzağısı sevilmişti. O sıra ağacın dibinde uyuklayan Karabaş ineğe ve buzağıya gösterilen sevgiyi kıskanmış gibi bakıyordu. Bunu fark eden annesi gidip onu sevmiş, başını okşarken “sana yeni arkadaş geldi” diye Karabaşın gönlünü almaya çalışmıştı.

Ertesi gün de annesi ve eteğinden tutan bizimki ineği Koyunlar çeşmesi denilen yerde toplanan ve çobana teslim edilen sığırların arasına katıp gelmişti.

Akşama doğru da telaşla “eyvah sığı gelmiştir” deyip dışarı ineği bakmaya çıkınca parmaklığın önünde ineğin beklediğini görünce çok şaşırmıştı.

Siz olsanız sokak aralarından götürülen epey uzaklıktaki yere bırakılan bir ineğin akşam adresi hiç şaşırmadan eve gelişine şaşırmaz mısınız? İşte bizim adamın annesi de öyle şaşırmış sonra ineğin buzağıyı yaladığını buzağının da ineği emmeye çalışmasını görünce  “ay dayanamam. Bu buzağının kokusunu duyup gelmiş” demişti.

Karahöyük’ten geçerken bizimkinin aklında bunlar çağrıştırırken otobüs de Avşar değirmenlerinin altından yoluna devam ediyordu. Bizim adam Güney’e yaklaştığını fark edince içinden “bu arkadaş az sonra Güney’de inince raprahat oturacağım” diye geçirip keyiflenmişti.

Yukarıda ‘Afşar değirmenleri’ dedim. O değirmen değirmenlikten çıkalı yıllar oluyor tabi. Sadece adı kalmıştı.

Solda yıllar önce önünde at arabalarının eşeklerin kaynaştığı değirmenin yukarısında bomboş sallanıp duran su oluğu sanki yıllar öncesinin selamını veriyor gibiydi.

Gerçekten bu harabe halindeki değirmenin değirmen olduğu yıllarda bu oluktan su gürül gürül akan suyuyla taşı döndürülen değirmenin etrafında kaynaşan hayvan ve insanıyla fıkır fıkır bir yaşamın en güzel örneklerini yaşatırdı gören gözle bakana.

O yıllarda yaşayan hemen herkesin az veya çok bu değirmenlere un öğütmek için gittiği o çağlayan suyun ve inim inim inleyen değirmen taşının sesiyle çağrışan bir anısı mutlaka vardır.

Siz değirmen deyip geçmeyin. O yıllar bir değirmen sahibinin itibarı kimsede yoktu. Oğluna kız isteyen değirmenciye hemen kız verilirdi. Çünkü herkes aç kalsa değirmencinin aç kalmayacağı düşünülürdü.

Afşar değirmenleri de bu bölgenin en ünlü değirmenleriydi…

Bizim adam bunları düşünürken ilçesinde bir mahalleye ismini veren değirmenler aklına geldi. Onun ailesi çiftçi değildi; ama çift çubukla yakından ilgiliydi ve o yıllarda değirmene buğday öğütmeye ailesi veya akrabalarıyla çok gitmişti İğdeli değirmene ve Baş değirmene.

Aklından bunlar geçerken otobüs de “Tahtallı gabirliği” denen yerden geçiyordu.

Şimdikiler bilmez yolun hemen altında Tahtallı köyünün mezarlığı vardı. Tepelerin ardındaki köyün hangi akıl mezarını buraya yapmış kim bilir? Belki köyün yakınlarında kolay mezar kazılmıyor belki de tepelerin ardında inin cinin anca bildiği köyün insanı ‘dirimiz görmüyor, ölümüz görsün medeniyetin izlerini’ diye mezarlığı buraya yapmıştı.

Kim nasıl düşünmüşse düşünmüştü; ama kışta kıyamette beş on köylünün omuzlarında tabutu buraya kadar taşımak hiç kolay olmasa gerek.

Ama yaşam böyle bir işte… İnsanoğlu her türlü güçlüğe rağmen yaşama tutunmaya çalışıyor.

Kışta kıyamette bu mezara o kadar dere tepeyi sırtta cenaze taşıyarak geçip ölüyü yolun altındaki bu mezarlığa getirip gömmek sanırım bunun en özgün örneklerinden biridir.(devam edecek)
 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..