Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Parmağımda mürekkep yarası…

Parmağımda mürekkep yarası…
 

Parmağımda mürekkep yarası…

Kışları özlem tüter Ermenek’in bacalarından. Rüzgar, hikayeler döndürür sokaklarında kah bugünden kah unutulmaya yuz tutmus eskilerden. Zaman, kalın bir buz tabakası altında, kışlarını büyük şehirlerde yaşayan genç nüfusun, gelirken yanlarında getireceği baharı bekler. Bense, çocukluğumun yaz başında bir öğle sonrası, kendimi Ermenek otogarında bulurum; midem ağzımda. İstanbul’dan on iki saat sürer Konya, on iki bitmez tükenmez saat. Çocukluğun yavaş geçen zamanından, gecenin karanlığında hiç uyumadan uzayan on iki ağır saat. Konya’dan sonrası Mut; yola yazılmış bir beş saat daha. Orta Anadolu’da otobüs garları nasıl kokar anlamak için başını, senden önce oraya dayanmış onbinlerce kafanın terinden ve yağından kararan duvara yaslayıp, bir somunun yarsına yapılmış tostunu çok kaynamaktan morarmış çayına banarak bir iki saat geçirmelisin. Kederden sararmış yüzlerinde hayat boyu hiç fırçalanmamış ağızların kara bir delik gibi esnediği, kısa ve kavruk bedenlerin uykulu duraklarıdır Anadolu garları. Tezekle karışık insan kokar. Ötesiz berisiz, sorgusuz sualsiz, buram buram yaşam tüter ortalık. Nefes alıp vermeyi sahip olunacak en değerli nimetten sayan, hayata, aldıkları soluktan başka verecek hiçbir şeyleri olmayan insanlar kokar. Havadaki çaresizlikten burnunuz sızlar, ağzınız kurur. Midesi tıka basa dolu olduğu halde hala doymamış, adam yiyen bir canavar gibi soluyan yaşam, derinizden girip nefesinizi keser.

On iki yaşımın, yollara düşmüş, kolay sevinciyle Mut’da gözüme kestirdiğim her çocuğa nereli olduğunu soruyorum. Hepsi de Mut’lu olduklarını söylüyorlar, sebepsiz bir gülme tutuyor. Çocukların çakır gözlerinin içine, acımasız kahkalar atıyorum. Kimisi sonsuz ovadan bile zeki,

‘Ne gülüyorsun?’ diye soruyor kırgın.
‘Mutlusun, ha?’ diyorum, ‘Ne iyi…’, gülüyorum.

Annemin tüm ısrarlarına rağmen, önünden geçerken bile insanın ilkelliğini koklayabildiğim tuvalete girmiyorum. Kaç saat sürdüğünü hesaplayamadığım beklemenin ardından, en nihayet yola çıkmaya karar veren Ermenek otobüsüne biniyoruz. Hava sıcak, aracın içi daha sıcak, yanımda oturan annemin bedeni sımsıcak. Toros’lara tırmanmaktan ibaret olan yolumuza düzülüyoruz. Mut çayının kenarından kıvrılarak uzuyor yol. Kavrulan ovaya dayanamayıp çevre yaylalardaki mağaraları mesken tutan yerli halkla beraber, yaşayan herşeyi kurutmaya azmetmiş sıcağın ısrarıyla koca çayın suyu bile terketmiş kasabayı. Otobüs, Mut düzlüğünü bir an önce ardında bırakmak için inleyerek ilerlerken, etrafımızdaki dağların serinliğini bize taşıyacak olan yükseklere çıkmayı sabırsızlıkla bekliyorum. O zamanlar, büyümek için bile çok sabırsızım.

Yaşıma göre fazla okuyan bir çocuğum. Önceleri, yapacak daha iyi başka bir şey bulamadığım için okuyordum. Sonra karşıma Jack London çıktı; ilk aşkım. Yok! Ondan önce Martin Eden vardı. Jack sonra geldi. Ermenek’in kitap sayısı üç haneli rakamların sınırına bile yaklaşamayan kütüphanesinde karşılaşıyorum çocukluk aşkımla. İlkin kışlarını konforlu şehirlerinde geçirip, yazın bir iki haftalığına kasabayı ziyaret ederek ‘oralı’ olma statülerini korumaya çalışan bazı eli para görmüş Ermenek’liler, sonraları gönüllü bir sürekliliğe mahkum ettikleri mahçup terkedişlerini affedebilmek adına küçük ama vicdan rahatlatan bağışlar yapıyorlar Ermenek’in şirin, moleküler kütüphanesine. Böylesi bir şahısa birileri, Jack London’ın tüm eserlerinin masrafsız ama göze görünür bir bağış olacağını önermiş olmalı ya da o zamanlar pek moda olan ‘Vahşetin Çağrısı’ romanını çevresinin ısrarlarına dayanamayıp zar zor okuyabilen adam, ‘fena değilmiş, alayım şunun bütün kitaplarını, okusun halkım…’ diye düşünmüş olabilir. Sebebi ne olursa olsun, ben gittiğim zaman Can yayınlarının o klasik beyazlığında parlayarak gözüme doluveriyor Martin Eden. O kadar masum ki, üzerinde hiç kimsenin el izi yok daha. Ermenek’li tarafından henüz keşfedilmemiş bakir bir güzellik.

Martin ile tomurcuk veren çocukluk aşkım, Jack’i tanıdıkça kırmızı bir meyvaya dönüşüyor, ondan Stendhal’e, Hemingway’e, Dostoyevski’ye, Chechov’a ve yazın sonuna doğru Oscar Wilde’a atlayarak ağacımı tutkuyla sarıyor. Arsız bir iştahla kütüphanenin bütün kitaplarını okumak istiyor, bir yazardan öbürüne geçtikçe, kendimi bir türlü tatmin olamayan isterik ve sanrılı bir sokak kadını gibi hissediyorum. Okuduklarım, konudan konuya değişen, kahramandan kahramana renklenen dünyalar açmakla kalmıyor, kendimi de açıyor önüme. Ve ben onu tanıdıkça daha çok bağlanıyor, ta içime inip kendi cevabımı almadan aklıma gelen hiç bir soruyu baştan savmamayı öğreniyorum. Cevaplandıkça sorular artıyor; bazıları bir süre cevapsız kalıyor ve bu yüzden mideme ağrılar girdiği oluyor.

Sancılı günlerimden birinde yazmaya başlıyorum. Gözümün ardına düşenlerle başlıyorum önce, kimseye söyleyemediklerim, cevabını alamadığım sorular, sonra gözümün önündekiler giriyor resmimin içine. Hayalindeki manzarayı boyayan bir ressam gibi hissediyorum kendimi. Kimse beni rahatsız etmesin, manzaramın içine kimse girmesin istiyorum. Evdekiler ne zaman uyandığımı, ne zaman yatıp uyuduğumu, uyuyup uyumadığımı bile bilemez oldular. Anneannem, annem, yengemler, dayımlar, evin en ücrasında kendime sahiplendiğim odanın kapısına gelmeye cesaret etseler bile, kor olmuş kızgın bakan gözlerimi görünce içeri giremiyorlar. Ellerimde, yüzümde mürekkep lekeleri ile dolaşıyorum. Annemin zoru ile haftada bir kez yıkanıyorum. Şunun şurasında yaz tatili üç ay ve okunacak çok fazla kitap var. Kağıda akacaklar ise gün günden debisini artırıyor, içimde çağlayıp duruyorlar.

Ermenek’de yazlar kışa hazırlanarak, kışlar ise tekrar hazırlıklara başlamak üzere bir önceki yazı tüketerek geçer. Yazın içinde ise zaman, kuruması için damlara serilen dometesin cızırdayan teslimiyeti ile kaynayan bulgur kazanı arasında sallanır durur. Yine bulgur zamanı. İnsanlar yorgun, yaz yorgun; gitmeye hazırlanıyor. Bir ay sonra okullar açılacak. Bizim de gözü yaşlı vedalarla dönüş günümüz yaklaşıyor. Dorian Gray’in Potresi’ne başlamak için sancılı bir sabırsızlık duyuyorum ama elimdeki Arzu Tramvayı’nı da gideceği yere kadar takip edeceğim, hiç başka yolu yok. Annem bir hışım odama giriyor.

Stendhal’den Hemingway’e atladığımda, annemle beraber dayımlardan babaanneme taşınmistik. Ermenek’te olduğum süre içinde bavulumda yaşarım, onu hiç boşaltmam. Benim için Ermenek’te yaşam, bir akrabadan diğerine giden, her hafta başka bir yastığa baş koyan, kendi gidişinden sürekli daha minik başka seyehatler çıkaran bir Matruşka bebeğidir. Şu anda en küçük ve son bebekteyiz, babaannemden çıkıp İstanbul’a geri döneriz artık. Sabahtan beri annemin zehirli fısıltılarını duyuyordum kapımın önünde, benim için birşeyler planladığından emindim, şimdi çıkacak herşey meydana.

- “Kendine küçük bir çanta yap.” diyor annem, itiraz kabul etmeyeceği tonundan belli, kararlı bir sesle. “Babaanne’yle köye, bulgura gidiyorsun.” Gözlerimden dudaklarıma inmekte olan isyanımi daha gözümdeyken farketmiş olmali ki, onlar ağzımdan çıkmadan o odamdan çikıyor. Annemin iyi niyetli kötülüğü sessizce yankılanıyor duvarlarımda. Hiç birşey söyleyemiyorum.

Ertesi gün babaannem, gün iyice yükselmeden köye varmak konusunda ısrarlı, gunes daha Toroslar’ın ardında oyalanırken çıkıyoruz yola. Hacı Metin Ağa karısı Fatma-Nur Hanım’ın hiç yardım almadan, azimli bir zerafetle atın üstüne tırmanışını seyrediyorum. Çevresinde bir şey istermi acaba diye bekleşen üç adamına, gözleriyle bana yardım etmelerini emrediyor. Bineceğim at o kadar yüksek ki, birisinin beni kucaklayıp hayvanın üstüne koyması lazım. Oturup, eğerin iki yanına dengeyi sağlamak için eşit ağırlıklarla sallandırılmış, içi ıvır kıvır dolu kocaman sepetlerin üstüne atıyorum bacaklarımı. Çok yüksekteyim, oturduğum pozisyon çok rahatsız, yol çok uzun ve çok taşlı, üstelik bir de inişli yokuşlu. Sessizce ağlmaya başlıyorum, annem yanıma kitap almamı istemedi, babaanneme de bana kağıt kalem vermemesini tembihledi; midem çok ağrıyor… ağlıyorum.

Köye yaklaştığımızda, kitapsız ve yazısız geçirmek zorunda bırakıldığım bir haftaya değil de eğerin üzerinde oturmaktan iyice ezilmiş popomun acısına ağlıyorum artık. Göksu’nun kıyısından ilerliyoruz, yol daha düz ama daha taşlı. Atım, suyun yazın kuruyup çekilmeden önce bir güzel yıkayıp yuvarlaklaştırdığı taşlara bastıkça durmaksızın bir o yana bir bu yana savuruyor beni. Cebimde hiç durmadan salınan kocaman bir hacıyatmaz var sanki. Göksu’nun kıyısı boyunca yer bağlar uzuyor içerilere doğru, ortalık yosun ve tozan kokuyor. İki yanımızda dağlarla yükselen, önümüze doğru nehir boyunca açılan hava bile akarın ve üzümün renginden yemyeşil. Bu renk, Toros’larda o değişik çamlarla işbirliğine girip toprağa değince morarıyor. ‘Ermenek’in mor dağları’ söylemine anlam yüklüyorum iki yanımdaki yücelerden. Başka bir yerde bu kadar yüksek ve çok dağ görmedim ben. Göksu’nun iki koca kayalık arasında sıkışıp bel verdiği bir sığlıktan karşıya geçiyoruz. Babamın dedesinin ağalık döneminden kalan ve aileye ait Karalar köyüne giriyoruz bir on dakika sonra. Hanım Ağa’nın geldiğini duyan köylüler koşarak yanımıza geliyor, babaannemin atının başını tutabilmek için birbirleri ile yarışıyorlar. Babaannemin bu kimliğiyle yeni tanışıyorum, şaşkınım. Köylüler bana merakla ama uzak bakıyorlar. Aralarında konuştuklarının bir kısmını duyuyorum.

- “Bu çocuk kim ki?”
- “Ağamın torunu zaar”
- “Hee, öyleymiş. Metin Ağa’mın torunuymuş.”
- “Hangının ki?”
- “Yüksel Ağa’mınmış bu.”
- “Göççük de bişeymiş, canııım…”

Göbeğinde koca çınarıyla klasik bir ‘köy meydanı’ tanımının yanından geçip, ara sokaklardan birinin sonunda, Göksu’nun sesine kulak kabartmış bir evin önünde duruyoruz. Babaannem aynı zerafetle, bindiği gibi iniyor attan, benimse değil attan inmek kıpırdayacak halim kalmamış. Birileri kucaklayıp alıyor beni aşağıya. Kötü kötü bakıyorum atıma. Arka tarafımda hissettiğim bu dayanılmaz acının bir sorumlusu olmalı, değil mi?.. Bir hafta boyunca burada kalacağımızı söylüyor babaannem, köyün muhtarıymış evsahibimiz. Evin, Hadise adında ben yaşlarda bir kızı var, seviniyorum. Onu arkadaş yerine koyabileceğimi düşünüyorum. Sadece ben, Hadise’yi yaşıtımmış gibi görüyorum oysa; herkes ona koca adam gibi davranıyor. Yoksa bana küçük kız gibi mi davranıyorlar, bilemiyorum...

- “Hadise gız, bi gaave yap müsafirlerimize de içek.”
- “Hadise, hayvanlara anız verdin mi gız?”
- “Hadise, bahçaya in de tomatis, büber topla gel.”
- “Hadise, OrtaEvin Ayşa’yı bul gel de Hanım Ağa’nın elini öpsün.”
- “Hadise, gardaşlarını yu da, yatsınlar gari.”

Hadise aşağı, Hadise yukarı; Hadise 15 yaşındaymış meğer, erken gelişmiş bir 12 gibi duruyor oysa. Hadise’yle tanışır tanışmaz kalpten kalbe giden bir yolda buluşup göz göze kalıyoruz. O bana hayranlıkla bakıyor, ben ona acıyarak ama ikimiz de birbirimizden birseyler öğreneceğimizi hissediyoruz. Madem ki köyde yaşayacağım, köylü olmalıyım diye düşünüyorum, taze bitirdiğim ‘Suç ve Ceza’ etkisiyle. Hadise bana kendi şalvarlarından veriyor. Bu sıcakta bir de hırka giymeyi reddediyorum, o kadar da değil artık. Akşamları, ahırın üzerindeki sundurmada, yer yatağında uyuyoruz Hadise’yle yanyana. Güneşin kıskançlığından kaçıp gelmiş dünyanın bütün yıldızları, Karalar köyünün göğüne doluyor sanki geceleri. Bir keresinde arka arkaya kayan üç yıldız birden sayıyorum.

Gündüzleri çelimsiz bir kuyruk gibi Hadise’nin peşine takılıyorum. Buğday biz gelmeden toplanmış ve bir kısmı da düvenden geçmiş. Geriye kalan az bir buğdayı ezerken ben de bu şerefe kısa bir süre için nail oluyorum ve hayatımda ilk defa, kocaman bir atın arkasına koşulmuş düvene biniyorum. Bana çok zevkli bir şeymiş gibi geliyor ama uzun süre yapınca tabanlarını hissetmemeye başlıyorsun diyor Hadise. Sonra, bütün gün düvenin etrafında rüzgara buğday üflüyoruz. Düvenden geçmiş buğday, eğer varsa kalan kabuğundan da ayrılmak için eleklerle rüzgara savrulur. Ağır olan çekirdek yere düşerken artık onun işine yaramayacak olan tülden kabuk, nankörce rüzgarın acımasız ellerine bırakılır. Kabuğun terkettiği mağrur buğday çekirdeği, yıkanmak için Göksu’nun mışıl mışıl akarak uyuyan bir bölgesine götürülür. Artık günler boyu kazanlarca kaynayıp bulgur halini almak için temizlenmiş, aklanmıştır buğday.

Bulgur kaynarken bize pek iş düşmüyor, bol bol konuşup, gülüşüyoruz Hadise’yle. Sokaklarda dolaşmamıza izin yok; alımlı birer genç kız olmuşuz çünkü, yakışık almazmış. Ancak sarp yamaçların en uzak köşelerinde bile yiyecek birşeyler bulabilen keçileri otlatmak için ıssız yaylaya gidebiliriz, ona izin var. İnsanların bulunduğu köy meydanı, hayvanların mekanı dağlardan daha tehlikeli demek ki bizim için; öğreniyoruz. Gerçi Hadise, insanlardan, özellikle birlikte yaşadığı köylülerden korkması gerektiğini uzunca bir süredir biliyor ama benim için yeni bir konu; hoşlanmıyorum. Keçileri otlakdan indirdikten sonra teker teker sağıyoruz. Sağmak dedim de, ineğin altına yatarak ağzımın içine süt sağabiliyorum artık, aslinda gozumun icine demek daha dogru. Aklımda, bu olağanüstü tecrübeyi yazabileceğim beyaz bir sayfa, kara bir kalem var… Parmaklarım acıyor. Yazamadığım için söylüyorum. Hadise ona anlattığım hikayelerden hem benim hakkımda hem de o güne kadar okuduklarımından damıttığım bir sürü şey ögreniyor; durmadan soruyor. Onun sorularına cevap aramak hoşuma gidiyor, bulunca seviniyorum ama bu, parmaklarımın acısını azaltmıyor.

Hayatın, benzer halkaların birbirine geçmesiyle uzayan bir zincir gibi, bugünün öncekini kopyalayarak geçtiği köyde tek değişiklik, birisi evlenirse, doğarsa, ölürse ya da sünnet olursa yaşanıyor. Sene içinde böylesi olayların istenilen sıklıkta yaşanma olasılığı yok, onlar da olduğunda, süresini uzun tutuyorlar. Mesela birisi evlenecek diyelim, yok ‘ev görme’ydi, yok ‘kına gecesi’ydi, yok ‘bohça açma’ydı derken bir iki günde olup bitmesi gereken olay, yaklaşık bir on güne yayılıveriyor.

Hadise’nin emmi oğlu evlenecek biz ordayken. Döneceğimiz günün bir akşam öncesinde de kına gecesi olacak. Hadise, kaşık oynamayı çok seviyor. Folklorik bir dans bu, her iki elin baş ve orta parmakları arasına sıkıştırılan iki tahta kaşık birbirine vurularak oynanıyor. Bu dansı yapabilmek için kaşık çalmayı bilmek gerek. Hadise bana dansı öğretmeye çalışıyor ama kaşığı çalmaya uğraşırken adımlarımı şaşırıyorum, adımlarıma dikkat ettiğimde de kaşığı unutuyorum. Sonunda, önce kaşık çalmayı öğrenmem gerektiğine karar veriyoruz, dans kısmı sonra gelecek. Bilen biri yaparken izlendiğinde, kolaymış gibi görünen bir işin aslında çok zor olabileceğini öğreniyorum. Kendime tutamayacağım sözler vermeden önce konu hakkında bilgi edinmem gerektiğini, boş atıp dolu tutmaya çalışarak, herşeyden çok öz güvenime zarar vereceğimi biliyorum artık. Ev halkı uyuduktan sonra sundurmada, yataklarımızın içinde, ses duyulmasın diye pamuktan yorganlarımızı başımıza geçirerek kaşık çalışıyoruz. Hadise bana, melodiye göre kaşığı vurma ritmini nasıl değiştireceğimi öğretiyor.

Her gece, uykuya dalmadan önce bir süre Göksu’yu dinliyorum, kafamda kaşıklar nehir ritminde vuruyorlar. Parmaklarımın acısı geri geliyor, bir beyaz sayfa beliriyor yine gözümün önünde. İçimden nehirler akıyor. Göksu da karışıyor onlara; çağlıyor, çağlıyorlar, beyaz sayfa yazılarla kararıyor ama hiçbir şey okuyamıyorum, yavaş yavaş silikleşip iyice siliniyorlar sonra. Nehirler duruyor, akmıyorlar artık; elimden birşey gelmiyor. Parmaklarımı bacaklarımın arasına sıkıştırıp ağrıyı azaltmaya çalışıyorum. Bi uyuyabilsem! Unutacağım belki.

Ertesi akşam, kız evine kınaya gidiyoruz. Evin büyücek bir avlusu var ve içinde de minik tahta sandalyelere oturmuş bir sürü insan… hepsi kadın. Etrafta koşturan çocukların gürültüleri ve genç kız kahkalarıyla coşkulu bir dişi kalabalık. Gelinin kız kardeşleri ve arkadaşları insanların arasında dolaşıp sürekli birşeyler ikram ediyorlar. Derken kadınlardan biri elindeki tefi çalmaya başlıyor, sonra bir başkası ona katılıyor, derken iki kişi daha tef çalmaya başlıyor, belli ki gecenin tek entrümanı bu tefler ve kadınlar bir ağızdan notasız bir türküye ses veriyorlar;

‘Kekliği düz ovada avlarlar’
‘Kanadını, kanadını yolarlar’…

Hadise, kenardaki masanın üstünde duran tahta kaşıklardan dördünü aldığı gibi fırlıyor, bir yandan da gözleriyle beni davet ediyor. Önce utanıyorum ama sonra ritim beni çağırıyor, dört kaşık da kendime alıp geçiyorum karşısına. Öyle uyumlu oynuyoruz ki, arka arkaya bir sürü türkü söylüyorlar bizi oturtmamak için. Azimle, vazgeçmeden ve istekle çalışarak elde edilen başarının mutlaka takdir göreceğini öğreniyorum. Köyde bulunduğum on gündür ilk defa parmaklarımın acısını hissetmiyorum. Yaşadığım saati hatıradan bir kareye çektiğimi düşünüyorum. Biliyorum ki, ne zaman istesem, o kareye bakıp bu an’ı tekrar yaşatabileceğim ve yazabileceğim. O gece uyumadan önce ve uykumda, içimdeki nehirler hiç durmuyorlar.

O sene, biz köyden ayrılırken Hadise’yle sözleştik, o evlendiğinde düğününe gelecektim ve karşılıklı yine kaşık oynayacaktık. Bir sevdiği vardı, bilirdim. Onunla evlenemezse başka kimseyle evlenmeyeceğini söylerdi. Geceleri anlattığım hikayelerde, seven gençler ne yapar eder, birbirlerine kavuşurlardı; insanlar hayalleri için yaşarlar, onların peşinde koşarken ölürlerdi. O hikayelerde hiç vazgeçmek yoktu, yoktu geri dönmek. Gerçek diye bir şey de yoktu; zindanları bile rüyadandı o hikayelerin. O da vaz geçmeyecekti sevdasından ve rüyasını gerçek yapacaktı, kendi hikayesini kendi yazacaktı. Öyle kararlaştırmıştık, bir gece sundurmanın üstünde. İki sene sonra, babası vermediği için kaçarlarken, Hadise ile sevdiği gencin Göksu’da boğulduklarını öğrendiğimde hikayelerin yalan olduğunu biliyordum artık. Herşeye rağmen, onları yazmak zorundaydım. Bir daha hiç kaşık vurmadım ama parmaklarımdaki mürekkep yarasını geçirebilmek için mavi mavi kanattım onları.


Sept. 18th 2007.

 
Toplam blog
: 18
: 545
Kayıt tarihi
: 24.12.08
 
 

Göze uzak, gönüle yakın olmaktır dileğim. Keyifli okumalar dilerim. ..