Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '08

 
Kategori
Edebiyat
 

Radyonun düğmesinde meraklı bir çocuk...

Pirinç kahve değirmeninde kavrulmuş kahve tanelerini öğütmek bize düşerdi; annem, ablam, ağabeyim ve ben…sırayla. Hiç de hoşlanmazdım bu sıkıntılı işten. Oysa babam Selâhattin bey için bir yaşam geleneği idi kahve... Kıvamınca kavrulacak, kahve değirmeninde öğütülecek, kendi biçemince közü küllü mangalda yavaş yavaş pişirilecek, köpüğü araya verilmeden fincana dökülecek. Sonra adı höpürtü olan bir sesle içilecek… Babamın en büyük keyfiydi. Aç karnına sabahın köründe neden kahve içerdi anlamazdım, bir tanım bulamazdım kendimce.


Yaz kış hep aynı alışkanlık devam ederdi. Kahve hazırlanırken ve içilirken radyo açılacak, önce arap radyolarından Kuran dinlenecek…Değişmez bir yaşantıydı bu. Cızırtılı, parazitli radyo sesi kimi zaman ne çok rahatsız ederdi bizi. Ama arap radyolarında bu parazit olmazdı. Merak ederdim, teknik bilgim, donanımım yoktu ki o günlerde. Özel antenlerle daha iyi dinlenme yolları denenirdi.

Radyo dünyaydı, yaşamdı, olanaktı, varsıllık göstergesiydi sanki. Öyle ya o suları, yeşili bol, nüfusu 5000 olan ilçemde herkesin radyosu yoktu.

Kahve içtiğim zamanlar, beni hep geçmişe götürür. Kahve içmek, sanki bana zamanın hatırını kırklatır yeniden. Daha elektrik gelmemişti ilçemize. Mum ışıkları, idare lambaları, gaz lambaları, lüks’ler usuma gelir. Ne şenlikli, ne coşkulu zamandı, düğmesine dokunduğumuzda odamızı aydınlatan ampul ve ışık!...

Sonra radyolu günler…Luxor marka küçük, bej renkli, arkasında berec marka kocaman pillerin bulunduğu radyolu zamanlar!...Düşünün televizyonun, bilgisayarın, telefonun adı sanı yok yaşamımızda. Varsa yoksa radyo.Sinemaya elektrik geldikten nice sonra kavuşmuşuz. Salt Antep’e indiğimizde Gönül ablamın götürürdüğü sinemaları biliyorum. En iyi filmler Nakıp Sineması’nda olurdu. Kimi kez Yıldız Sinemasına ya da Baydar’a giderdik.

Oğuzeli’ne dönünce her yer karanlık! Hamiyet Yüceses bu şarkıyı radyonun neresine gizlenip de söylerdi acaba? Sahi bu radyo sihirli bir kutu muydu? İçine minik adamlar, kadınlar yerleştirip bizi büyülüyorlar mıydı? Çocuk dünyamda yanıtını veremediğim ince sorulardı bunlar.

En çok Türk Sanat Müziğini dinlerdik. Babamın davudi, annemin tiz, ablamın usulüne uygun sesi, yorumu bana da geçmiş olmalıydı ki, radyodaki şarkılara da eşlik ederdim. Bir de yaşıma, başıma bakmadan, makamı ağır şarkılar söylerdim toplantılarda, okul müsamerelerinde. Hele okulun derme çatma sahnesinde şarkı söylemeye yetişeceğim diye koşarken, düşüp dizimi yaraladığım o geceyi hiç unutmam. Üstü başı toz içinde, dizinde acıları olan bir çocuğun “sevda öyle müşkül ki / onu çekenler bilir” şarkısını nasıl okuduğunu bir düşünün bakalım!

Ablamın Antep’e indikçe aldığı radyo dergileri de belleğimden çıkmaz. Radyo Haftası, Radyo Alemi, Radyo Dünyası, Radyonun Sesi… Kapaklarında Türk sanat müziğinin incileri; Perihan Altındağ, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Mualla Gökçay, Suzan Yakar, Radife Erten, Hamiyet Yüceses, Zeki Müren, Zehra Bilir, Gönül Yazar, Ahmet Üstün, Sabite Tur, Muzaffer Akgün ve daha niceleri…Onların giyimleri, kuşamları, üzüntüleri, sevinçleri, yaşantıları ne çok ilgilendirirmiş meğer bizi.

Radyo’da özellikle akşam ajansları da önemliydi babam için. Gong saat tam 19’da vurduğunda haberler bitene dek sessizlik egemen olurdu o tahta sandalyelerin, kerevetin, duvar halılarının süslediği odamızda. Ajanstan hem duvardaki kurmalı saatimizi ayarlardık, hem memleket haberlerini, dünyadan olan biteni tok sesli spikerlerden öğrenirdik. Radyo Tiyatrosu deyince Fazıl Hayati Çorbacıoğlu ve efekt Tahsin Temren adları hiç belleğimden çıkmaz. Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kendine özgü sunumuyla tarihi sohbetlerini de unutmadım. Saz Semaileri, Fevzi Aslangilin Piyano soloları, Celal Şahinden Sesle Çizgiler, Secaattin Tanyerli den Tangolar, Orhan Hançerlioğlundan Edebiyat Programları, Arkası yarınlar, Uğurlugil Ailesi, Orhan Boran ve Yuki’ler, reklam kuşaklarındaki izlenceler… Muzaffer Sarısözen’in “Yurttan Sesleri” bir radyo klâsiği idi. Tüm bu izlenceler, kişiler, gündelik yaşamımızda önemli bir yer alırdı. Bizden biri gibiydiler sanki.

Günde bir kez Türk kahvesi içiyorum. Çalıştığım kurumunun çaycısı Mahmut’un tüplü ocağından çıkma, bakır kalaylı cezvesinde pişen az şekerli kahvemi içerken, bir kez daha sevgiyle anıyorum babamı. Kasabamı, radyomuzu, radyonun yarattığı canlı havayı, çevremizi, ilişkilerimizi, komşularımızı, dostluklarımızı…

Radyo kuşkusuz yaşamımızdan çıkmadı. Üstelik biçim olarak çok büyük değişimlere uğradı; ama işlevselliği de gelişti. Radyo istasyonlarının sayısı çığ gibi arttı. Müzikle her an iç içeyiz artık. Yaşımızdaki sayısal artış, geçmişe özlemi, arayışı kamçılıyor sanki. Bunca radyo istasyonu var; beğen beğen dinle. Seçenek çok. Ne ki o ahşap kutular bizi gene geçmişin doğal, kirlenmemiş havalarına, köylerine, kasabalarına, kentlerine götürüyor. Bellek Pazarı bu denli şirin, sıcak, içten, sevimli dostlarla dopdolu. Belki çoğumuzun evininin bir köşesinde, çatı aralarında artık “antika” olan bu radyolardan bir ya da bir kaça tane vardır. Hatta bunu bir koleksiyon tutkusu haline getirenlerin de olduğunu duyuyorum.

Ne diyordu Sezen Aksu? “Çok geç kalmışız canım, vakit bu vakit değil. / Eski radyolar gibi, çatıya saklanmış aşk.”

Aşkınız, sevginiz, ezginiz bol olsun.

OĞUZ TÜMBAŞ

 
Toplam blog
: 178
: 1483
Kayıt tarihi
: 01.06.08
 
 

1946 yılında Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinde doğdum. İlkokulu aynı ilçede, ortaokulu Ceyhan’da, li..