Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

22 Mayıs '19

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Ramazan Köyde Yoktu

Bazı Köylerimiz Çalışmak ta Bir İbadettir Diyerek, Ramazan’ı Buyur Etmemişler…
 
Biri Burdur ilinin Karamanlı köyü, öteki Isparta’nın Senirkent ilçesine bağlı Garip köyü. Garip ama adından dolayı, isminin aksine çok zengin bir köy. 
Ya Burdur’un Karamanlısı, inanın Burdur’dan çok daha güzel, sürekli yaşanılası yer. 
 
Bir köylü değilim, ama olmak isterdim. Köyleri ve köy insanını oldum olası çok severim. Köyde yaşayan da ve köylüde bir bozulmamışlık vardır. İnsanının ve tabiatının natürelliği hayat iksiri gibidir. 
 
Köylere ve köylüye bakış açım hep olumlu olduğundan köye seyahat fırsatlarını hiç kaçırmam. 
Geçtiğimiz hafta sonunda iki gün üst üste böyle bir fırsat çıktı. Balıklama atladım. İlk gittiğim köy Senirkent ilçemizin Garip köyüydü. 
Bu köy Isparta’ya kaç kilometredir, nasıl gidilir, nereleri görülür, gibisine konulara değinmeyeceğim. Nihayetinde bir gezi programı hazırlamıyorum… 
 
Köylü Komşum tarlasını sulatmak ve barbunya ekimi yaptırmak için köyüne gidiyormuş, beni aradı.
“Hadi sen de gel bir değişiklik olur.” dedi. Onun ısrarıyla peşlerine takıldım. Garip köyü inanılmaz güzel, yeşili bol. Her yer elma ve şeftali ağaçlarıyla dolu. Kirazı da var, hatta Uluborlu’dan daha fazla kirazcılık yapılıyormuş önceleri. 
 
Kirazı elmasından meşhurmuş ve nefaseti Uluborlu kirazından önde gelirmiş. Ama festivallerle ününe ün katan Uluborlu ilçesi, kirazı tekeline alınca Garipliler de birer ikişer sökmüşler kiraz ağaçlarını, yerine elma dikmişler. Barbunya yetiştiriciliğine başlamışlar. Tarımcılık gelişmiş vaziyette, ekilen yetişse, emekler yemeğe dönüşse sevindirici olacak.
 
Bir zamanlar bu köyün Eğirdir gölünün altında kaldığını söylüyorlar. Köyün arazisi bu yüzden suya doygun, ne ekersen bire beş alıyormuşsun. Köylü varlıklı, çok çalışıyor. Şehir insanı yatarken sabahın köyünde tarlasında, bahçesinde ekip dikiyor. Emeğin karşılığını maddi olarak alamasalar da "Allah gayretimizin bereketini veriyor."  diyorlar. Kanaatkâr kazançlarıyla şehirdekiler kadar rahat yaşıyorlar. 
Herkesin evinde büyük ekran renkli televizyonu, tam takım beyaz eşyaları var. Artık bunlar yadırganmaktan çıktı zaten. 
Her evde birer ikişer bilgisayar ve İnternet oluşuna, herkeste son model cep telefonu bulunuşuna biraz şaşırdım. “Bu teknoloji ne ara bu kadar hızla köylere kadar yayıldı.” dedirtiyor. 
 
Garip köyü insanı gündüzünü tarla da, bahçede harıl harıl çalışarak geçiriyor. Ramazan ayı ile pek samimiyetleri yok. Orucunu tutanların geneli yaşlılar, gençler tarla işinde çalışırken oruç tutmanın zorluğundan yakınıyorlar. 
Orta yaşlı olanlarda onları destekler gibi: “Çalışmakta bir ibadettir. Allah bizi de böyle hoş görsün.” diyorlar masumca… 
 
DİKKUYRUKLARIN SESİ KESİLMİŞ
Ertesi gün Burdur’a gidiyoruz, Karamanlı köyüne. Bu defa ki yolculukta da, bir arkadaşımın yol arkadaşıyım. Bu arkadaşım da uzun yıllardır Isparta’da yaşayan şehirleşmiş bir köylü. Havalı ve güzelce de bir hanım. 
O bakımlı halini, bebek cildi gibi narin ellerini, ojeli tırnaklarını görseniz, imkânı yok onun bir köy kökenli olduğuna, günü birlik gittiği köyünde, tarlaya dalıp nohutların arasındaki otları yolduğuna inanmazsınız. 
 
Son model özel arabası da var ve direksiyonda artistleri kıskandıracak bir edayla oturuyor. Çok sigara içen biri olduğundan, arabanın içinde de sürekli sigara içiyor. Aslında dış görünüşünün aksine, namazında niyazında bir hanım ve içinde bulunduğumuz ay da orucunu hiç kaçırmadan tutan biri. O gün nohut tarlasında ot yolmaya gidiyor olduğundan niyetlenmemiş. 
 
“Atalarınız uzun günlerde bile tarlada çalışırken oruçlu olurlarmış, iftar vaktinde bile tarlada bulunduklarından domates ekmekle oruçlarını açarlarmış.” diyorum. 
 
Ağzında keyifle tellendirdiği sigarasıyla: 
“O eskidenmiş canım.” diye cevap veriyor. 
 
Ben üsteliyorum: 
“O eskiden dediğin günlerde insanlar tarladaki ekim, söküm işlerini de hep el gücüyle yaparlarmış, şimdi teknoloji var, biçerdöverler var. Bir günlük işi bir saatte yapan makineler var. Köylü de rahata erdikçe bazı değerlerini yitiriyor olmalı.” diyorum. 
 
Sigarasından bir nefes çekip dumanını yüzüme doğru savurarak: 
“İnsansız makine bir işe yaramıyor tatlım, köylü yine bütün gün tarlada sıcağın altında.” diyor ve ardından bana sitemkâr laf yetiştiriyor. 
“Sen niye böyle her şeye muhalifsin, ondan sana herkes kızıyor. Valla senin için Kemal Kılıçdaroğlu diyorlar, haberin olsun.” 
 
“Hayda, nerden çıktı bu sıfatlama şimdi anlayamadım.” 
Şoka girmiş gibi gülüyorum. Gülmemi frenlemek içinde konuyu değiştirmek istiyorum.
 
Tam da o sıra Burdur gölünün iyice çekilmiş halinin tablosu gözlerimize seriliyor ve ben: 
“Sizin dikkuyruklara ne olduysa, görünmez oldular. Ramazanda davul sesinden korkup kaçtılar mı?” diyerek soğuk bir espri atıyorum ortaya. Arkadaşımın cevabı da esprili oluyor: 
“Zavallılar çok hızlı yaşadılar, çabuk öldüler.” diyerek o da kendi söylediğine gülüyor. 
 
Ben gölün durmadan çekilmesini ve çevresindeki sessizliği endişe verici buluyorum ve Burdurlu çevrecilerden gölü yakın takibe almalarını istiyorum. 
Göçmen kuş olarak bilinen dikkuyruk ördekler bu gölün çevresine konaklarlar ve sesleri ve görüntüleriyle Burdur gölünü canlı tutarlardı. 
 
O günlerde Burdurlu çevrecilerde hava raporu tutar gibi sık sık dikkuyruk ördeklerinin üreme dönemlerini, kuluçkaya yatışlarını gözlemler rapor ederlerdi. 
Şimdi göl çevresi resmen ölü bölge haline dönüşmüş, ama kimsenin umursadığı yok… 
 
Karamanlı köyüne varıyoruz, öğle ezanı okunuyor. Caminin önüne geldiğimizde görüyoruz ki bir tek Allah’ın kulu camiye girmiyor. Caminin imamı da cemaatin olmamasından şikâyetçi oluyormuş da, köylü kendisine: 
“Sen devletten maaş aldığın için camiye gidiyorsun, biz de paramızı tarladan aldığımız için ezanla çağırdığın zamanlarda da tarlada oluyoruz.” diyorlarmış. 
 
KÖYDE RAMAZAN ADI BİLE YOK 
Tezek kokusunun bile rahatsız etmediği, havası ve suyu temiz, yemyeşil Karamanlı köyünde gerçekten herkes tarlasında, ürününün başında. Kimi ekin ekmekle meşgul, kimi ot yolmakla. Tarla da kadınlardan çok erkek oluşunu görmek artık köylü kadınının çok bilinçli olduğuna delil gibi. 
 
Eskilerde erkekler köy kahvesinde pineklerken, kadınlar tarlada, sırtlarında çocuklarıyla ekim- dikim yaparlarmış. Karamanlı köyü kadınlarının pek çoğu günümüzde artık modern yapılı evlerindeler. Atmışlar çamaşırı makineye, bulaşığı makineye kimi televizyon karşısında kadın programları seyrediyor, kimileri de bilgisayar başında çhetleşiyorlar. Gözlerini açan, zihinlerini parlatan donanımlara sahip olmuşlar ya, ezdirirler mi kendilerini bu saatten sonra. Bu köyde kadınların 'çok şükür' dayak falan yedikleri de yokmuş. Evde kadın ne derse o oluyormuş, ne pişirirse o yeniliyormuş. Yani neredeyse erkeğin bir adım önüne geçmişler, rahatlıkta zaten çok çok öndeler. Evlerinde gölge ortamında yan gelip, çaylarını keyifle yudumluyorlar. 
 
Kahvehaneler bomboş, erkekler ellerinde tırmık- orak, bütün gün sıcağın altındalar. Başlarında sıcaktan korunmak için sarındıkları ıslak mendiller ha bire ekinin arasında çalışıyorlar. Beden güçlerini seferber etmiş bu erkeklere isimlerini soruyorum. Çoğu Ahmet, Mehmet, Durmuş, Ali. Bir kişi de bile Ramazan adına rastlamıyorum. 
 
“Ramazan’la aranız nasıl?” diye sorduğumda da aldığım cevap beni tatmin edici olmuyor. 
“Biz çalışarak zaten oruç tutmuş sayılıyoruz. Oruç sadece aç kalmakla tutulacak bir olay değil, biz işimizle meşgul olduğumuzdan, başka şeylerle meşgul olmuyoruz. Dedi- kodu yapmayız, kimsenin kadınına, kızına yan gözle bile bakmayız. Dürüstlükten şaşmayız. Hak yemeyiz, hukuk çiğnemeyiz. Demek ki boğazımız dışında diğer her uzvumuzla oruç tutuyoruz, çalışmak zaten başlı başına bir ibadettir." diyorlar. 
“Ama oruç farz, Allah’ın emri. Bu emre karşı gelmek değil mi sizin bu davranışınız,“ diyorum. 
Onlar da samimice:
“Allah tembeli ve gıybetçileri sevmez. Kendisi demiş önce rızkını ara diye, bizde rızık peşindeyiz. Kul hakkı yemiyoruz, helal kazanç uğruna gayret ediyoruz. Allah oruç tutmayışımızı affeder.” diyorlar. 
 
Beni, yanında köyüne götüren arkadaşım biraz kaşlarını çatarak susmamı işaret ederek, kinayeli bir ses tonuyla bana: “Kemal Kılıçdaroğlu!” diye sesleniyor. Anlıyorum ki muhalefet yapmamam gerekiyor. 
 
Konuyu değiştirip, köyün güzelliğinden, yeşilinin bolluğundan söz ederek biz de nohut tarlasının içine ot yolmaya dalıyoruz. Ben beceremiyorum da; arkadaşım uzun, ojeli tırnakları olan elleriyle tutum tutam ot yoluyor. Yan tarladaki, yeni gün yüzü görmüş taptaze domatesleri, salatalık ve çıtır çıtır yeşil biberleri gördükçe ve kokularını genzimde hissettikçe, o gün günaha girdiğimi bile bile oruçlu oluşuma yanıyorum. Nefsim şeytanlık ediyor. 
“Boz orucunu bir günden bir şey olmaz” diyor. 
Nefsime bir gün için de olsa uymuyorum, ama her gün bu ortamın içinde bulunmak gerçekten nefsin oyununa getirir insanı. Köylü, karnı acıkınca o kıpkırmızı domatesi dalından koparıp ağzına atınca, imrenmemek, yerinde olmayı istememek mümkün değil doğrusu… 
 
Köylünün oruç tutmamasına birazda bu yüzden hak veriyorum. Ama onları haklı bulmadığım bir konu var ki, cevabını bulamadığımdan hala rahatsız oluyorum. Her şeyiyle sıcacık bu güzelim yerleri neden bırakır da köylü şehre göçer? 
 
Akşamın alacasında Isparta’ya dönerken bu soruyu arkadaşıma da soruyorum verdiği cevap şöyle oluyor: 
“Şehir de gezip tozma var, köy yerinde nerde giyinip kuşanıp gezecek?” 
Bu soru yöneltici cevap içimi acıtıyor, bu defa içimden kendime soruyorum.
“Bir gezip tozma uğruna cennetten vazgeçilir mi?” 
 
Cevap yoruma açık, köylerimiz de her insana açık. Fırsat buldukça arzu ettiğiniz bir köyü gidip görün, mutlaka mutlu döneceksiniz. 
 
Ayfer AYTAÇ
ayferaytac.com
 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..