Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '07

 
Kategori
Öykü
 

Ruh dökümü

Ruh dökümü
 

Marketten bir karton sigara alıp geldim. Odanın tam ortasına, yüzüm Doğuya gelecek biçimde yerleştirdiğim tahta sandalyeye oturdum. Eskiciden satın aldığım küçük kahverengi sehpayı yanıma çektim. Kartonu boşalttım. Pencerenin denizliğinde unutulup çiçeği çoktan kurumuş fesleğen saksısını da kül tablası olarak kullanmak için yanıma aldım. Paketlerden birini açıp bir sigara yaktım. Sadece ilk sigarayı kibritle yaktım; sonrakileri birbirinin ateşiyle...

İlk paket bitince sandalyemi Güneye düşen duvara doğru çevirdim; aralıksız bir paketi de öyle içtim. Güneşi takip ederek üçüncü pakette yönümü Batıya döndüm. Gün batıp ortalık karardığında Kuzeye dönüp dördüncü paketi bitirdim. Arada bir-iki tuvalet yolculuğu dışında yerimden kıpırdamadım. Duvardaki sinek lekelerini saydım; hafif esen rüzgârda çırpınan perdeyi seyrettim; duvar saatinin saniye kolunu takip ettim. Dördüncü paketi bitirdiğimde başım ağırlaşıp dönmeye başladı. Dumandan gözlerim yandı. Dudaklarım uyuşmuş, dilim bir soba borusunun içini yalamışım gibi katranla kaplanmıştı. Kalktım. Kül tablasını boşalttım. Pencerenin bütün kanatlarını açtım. Banyoya girip küveti ağzına kadar doldurdum. Kafamı suya soktum. Ciğerim patlama derecesine gelinceye dek bekledim. Derin nefes alıp tekrar daldım; sonra bir daha, bir daha...

Giyinip dışarı çıktım. Amaçsızca, şehrin dışına varıncaya kadar yürüdüm. Mahallenin bitimindeki taş ocaklarına kadar geldim. Toprak kazılıp delik deşik edilmiş, sökülen kayaların yerinde uçurumlar oluşturmuştu. Sonbahar yağmurları o uçurumların dibindeki çukurları doldurup derin gölcükler meydana getirmişti. Manzara, ruh halimin tasviri gibiydi biraz da... Yükseltiler, derinlikler, dibi görünmeyen sular, karanlık…

Dolunay vardı. Bir çukurun kıyısına oturdum. Ayaklarımı sarkıtıp aşağıya baktım; ordaki göle. Yüzeyinden ay yansıyordu. Kocaman… Şair Li Po, acaba böyle bir gecede mi kucaklamaya çalışmıştı suyun yüzüne vuran ayı?


“neden oturuyormuşum yeşil dağda, bunu
soruyorsun;
susup gülümsüyorum, hiçbir şey umurumda
değil çünkü.
dereye düşen şeftali çiçeği nasıl süzülüp giderse
bilinmezliğe,
ayrı bir dünyam var benim de; insanlardan öte.” *

Çok sarhoş olduğu bir gece ayın sudaki yansımasını tutmaya çalışırken boğulmuştu Li Po. Neyse ki ben sarhoş değildim. Şair de…

Bir yandan kendimi uçurumun dibindeki suya bırakmayı düşünürken bir yandan da aniden çıkacak kuvvetli bir rüzgâr beni aşağıya yuvarlayacak diye korkuyordum. Sesleri dinledim bir süre. Yakındaki otoyoldan geçen araçların uğultusu; polis ya da ambulans sirenleri ve köpek havlamaları… Sonbahar gecesinin serinliği dişlerimi takırdatmaya başladığında kalkıp eve doğru yürümeye başladım. Yürürken bir köpek sürüsü çıktı karşıma. Seslenip yanıma çağırdım. Sürü etrafımı sardı. Durmadan, uzakta, benim göremediğim bir başka sürüye havlıyorlardı. Ama hiç de saldırgan görünmüyorlardı. Yanıma sokulan birinin kafasını okşadım. Ötekiler de sokuldu. Kiminin kulağını kaşıdım, kiminin boynunu okşayıp sevdim. Eve kadar eşlik ettiler bana. İçeri girerken arkamdan bakakaldılar. Mutfakta bulabildiğim yemek artıklarını ve ekmeği birbirine karıştırıp kapının önüne koydum, yesinler diye.

Yatağa uzandım, dünyayla bütün ilişkimi koparıp yorgana sadece bana ait küçücük bir dünyaymış gibi gömüldüm. Karanlık, ılık, sessiz, çıplak bir dünya...

Gözlerimi açtığım ertesi günün mü yoksa daha sonraki günün ikindisi miydi bilmiyorum. Çok uzun bir uyku olduğu kesindi ama... Nerde olduğumu, ne yaptığımı hatırlamaya çalıştım. Rüya mı görmüştüm? Rüya olmadığını ağzımdaki katran tadından anladım. Bir şeyler atıştırıp dışarı çıktım. Yoruluncaya kadar yürüdüm. Dönerken birkaç kutu bira aldım. Hepsini içip uyudum.

Günler öylece geçip gidiyordu. Kafamın içi bir sis tabakasıyla kaplanmış gibiydi. Kendime acı çektirmenin değişik yöntemlerini denedim.

Ne kadar içki içebileceğimi ölçtüm. (Bu deneyde az daha ölüyordum).
Ne kadar sigara içebilirdim? (Birbirinin ateşiyle yakılmış seksen sigara)
Ne kadar aç durabilirdim? (İki gün... Ülserim olmasa belki daha fazla dayanabilirdim; bilmiyorum)
Elimi mum alevinde kaç dakika tutabilirdim? (Fazla değil)
Hiç dinlenmeden kaç saat yürüyebilirdim? (Altı saat)
Kafamı suya sokup kaç dakika durabilirdim? (En fazla bir - iki dakika)
Ne kadar yemek yiyebilirdim? (Bir günde beş ekmek, altı tabak yemek, otuz bardak çay)
Odanın içinde volta atarak kaç saat yürüyebilirdim? (Dört saat)

İnsanlardan uzaklaştım. Dünyada hiç kimsem olmasa, hiç kimseyle konuşmasam yaşayabilir miyim diye düşündüm. Yaşayabileceğimi gördüm. Bir ay boyunca hiç kimseyi aramadım. Kimse de beni aramadı. Bütün arkadaşlıklarımı bitirmeye karar verdim. Çoğunu da bitirdim. Telefon defterimi yırttım. Bir hafta hiç kimseyle konuşmadım.

Dağa çıkıp bir mağarada yaşamayı, kendimi bir ırmağın akıntısına bırakmayı, bir ormanda kaybolmayı düşündüm. Geri dönmek zorunda kalmayacağıma emin olsam yapardım.

O zamanlar da ölüm haberleri yağıyordu her taraftan. Şehit haberleri, karakol baskını haberleri, “yirmi terörist ölü ele geçirildi” haberleri, trafik kazası haberleri, yargısız infaz haberleri, keyfi cinayetler, namus temizleme ayinleri, saçma sapan ölümler, iş cinayetleri, amansız hastalıklar, milyonda bir rastlanan hastalıklar, insanı adım adım felç eden hastalıklar, beynini ıslak bir süngere çeviren hastalıklar, ruh hastalıkları, açlık haberleri, açlıktan karnı davul gibi şişmiş Afrikalı çocukların görüntüleri, soykırım anıları, kitle katliamları, anlam verilemeyen intiharlar...

Hayat insanın içini oyan bir burguydu.

Ebedi hüznün kaynağı "entropi"yi öğrendim o günlerde. Hayat geri dönüşü mümkün olmayan bir yolculuktu.

Bu acı dolu dünyada bile bir fazlalık, istenmeyen bir misafir gibi görüyordum kendimi. İşsiz, parasız, yalnız, umutsuz... Her şeye gecikmiş, çok fırsatı kaçırmıştım. Hayatım rotasından sapmış, okyanusta dümeni bozuk bir tekne gibi başıboş sürüklenip gidiyordum. O zamana kadar intihar edenleri hiç anlamaz, yaptıklarının büyük bir sorumsuzluk ve bencillik olduğunu düşünürdüm. Şimdiyse intihar fikri aklımın bir köşesine yerleşip orada demlenmeye başlamıştı. Hayatıma son vermenin yöntemlerini gözden geçirdim. Yüksek bir yerden atlamak, kafama bir kurşun sıkmak, denizde boğulmak, gazla zehirlenmek... Hiçbiri sevimli gelmedi. Cansız bedenimin etrafında birikmiş meraklı kalabalığın hakkımdaki yorumlarını geçirdim aklımdan.

Vazgeçtim. “Hayat” dediğin uzun, zamana yayılmış bir intihardan başka neydi ki zaten. Tek farkı yavaş yavaş gerçekleşmesi ve ölmek için senin ilave bir çaba göstermene gerek bırakmamasıydı. İntihar düşüncesini aklımdan sildim. Her şeye boş verdim. Çoktandır görüşemediğim, telefon numarası ezberimdeki bir arkadaşımı aradım. “Taşlıtarla’da, Babacan’ın orada ikişer bira atar mıyız?” dedim. “Olabilir abi, hem de iyi olur” dedi.


Oldu... Dereye düşen şeftali çiçeği nasıl süzülüp giderse bilinmezliğe…


............

* Çeviri: Cevat Çapan

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..