Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Temmuz '14

 
Kategori
Öykü
 

Rutubet böcekleri

Rutubet böcekleri
 

Bir tek ben tanık oldum o geceye. Düşlerimi sakladığım, en kıymetlim olan yarınlarımı kaybettiğimi söyleyemedim kimseye. Umutlarım vardı benim, en az senin kadar en az onlar kadar karanlıkların eşliğinde karartılıncaya kadar... Bazı yaralar vardır iyileşmez hiç. Ölüm bile elini eteğini çeker sizden, yaralarının kanamasına destek verircesine karıştırır, en sadist ve en zalim olmak için yarışır kendiyle.

Sonlandıramazsınız hayatınızı, bırakıp gitmek istersiniz size emanet verilen ömrü, bir evcilik beşiğinde sallayıp büyüttüğünüz, ninniler söyleyip ağzına biberonla süt verdiğiniz, kucağınızda sımsıkı tuttuğunuz hayallerinizdir yok edilen. Acının, uçurumu andıran korkusunda, bir boşluk açılır ki uçsuz bucaksız kaybeder sizi. İntikam almak için adarsınız ömrünüzü ama ne fayda… Eli kolu bağlı bir zavallı gibi olduğunuz yerde sayar, çıkış yolunu kaybetmiş otoban yolcusu gibi döner durursunuz. Acıdır, ahlaksızlıktır yaşadığınız, yaşamak zorunda kaldığınız.

Bir gönül yolcusuydum ben, çocukluğumu genç kızlığımla takas etmek üzere olan. Sırtımdaki çıkınımda saklı duran, onurumdu, namusumdu. Düşler kurardım gökyüzünün mavilikleri gibi, düşler kurardım o maviliklerdeki kuşlar gibi. O zamanlar benimde yarınlarım vardı doğmayı bekleyen güneşlerim, bereketli yağmurlarım vardı. Biriktirirdim düşlerimi. Kimseye zararı olmadan benle büyürken, büyütürken beni, yerle bir oluverdi her şeyim. Oysa ben onu kendim için sevmiştim, kendim için inanmıştım aşka. Ne engindi benim yarınlarım! Çünkü benimdi yaşadığım bütün zorluklara rağmen.

Bir babalar gününde yazmaya başladım bu satırları, babasız kalabileceğimi düşünemediğim bir babalar gününde. Üç kardeştik biz: iki erkek ve ben. En küçük kardeşim Soner altına yakın sarı saçıyla, gözlerinin kömür karalığıyla ışık saçıyordu bakan herkesin gözüne,. Dudakları küçücüktü. Hatta öylesine küçüktü ki yemek yerken kaşık içine girmezdi. Yanaklarından kan fışkırırdı. En son o kalkardı masadan. Evimizin, masamızın maskotuydu. Onu her sevdiğimizde çocuk olmasının getirdiği hakla şımarır, hepimizi parmağında oynatırdı. Annemin gözünün son nuru, büyümesine izin vermediğimiz kıymetlimizdi. Babam işten geldiğinde, onunla salonun ortasında oyunlar oynardı.

İri yarı bir adamdı babam. Kaşlarının arası bitişik, gözleri sürme çekilmiş gibiydi. Bakınca yüzüne, etkilerdi insanı. Kollarındaki kaslar gömleğinden bile belli olurdu. Sert görünümlü ama çalışkan bir adamdı. Kendinden de oldukça emindi. Hep kendi dediği olsun isterdi. Aile reisliğinin hakkını verirdi. Soner ile oyunlar oynarken kan ter içinde kalırdı. Sonunda “Haydi, yeter!” diyerek her akşam oturduğu koltuğuna oturur sonra da“Oh be! Dinlendim işte.” derdi. Anlayamazdım nasıl hem yorulduğunu hem de dinlendiğini! Soner’e göre Can daha büyüktü. Sanki babamın kopyasıydı. Sokakta babamı tanıyanlar Can’ı gördüklerinde anlarlardı onun babamın çocuğu olduğunu. Babam onunla büyük adammış gibi ilgilenir,karşısına alıp sohbetler ederdi. O da çocuktu ama kabul etmezdi babam. Oysa Soner ile aralarındaki dört yaş onu ağabey yapıyordu.  Ama adam olmak için daha çok küçüktü Soner, babam ile oyunlar oynarken Can kapkara kaşlarını daha da çok çatarak onları izlerdi. Kim bilir kaç kere içinden bende halının ortasına atlayıp babamla oynayabilsem diye düşündüğünü, iç geçirmelerinden anlayabiliyordum. Babam ona karşı daha otoriter davranırdı. “Derslerini yaptın mı Can? Okul birincisi olmalısın.  Benim oğluma okul birinciliği yakışır.” derdi. Sürekli, yaşından büyük beklentileri olurdu ondan. Çocukluğunu yaşamasına izin vermezdi. Annem,  bir kulağı salonda mutfaktan  olan biteni izler ve anlam veremediği beklentileri için babama tepki gösterirdi. Annelik içgüdüleriyle, canının acıdığını söyler, “Böyle davranma, dayanamıyorum. Onlar daha çok küçük.” derdi. Babamın cevabı hazırdı: “Sen yüz veriyorsun. Şımartma! Adam diyorsam adam işte.”. Annem çaresiz çocuklarının yanında tartışma büyümesin diye susardı.

Güzel bir kadındı annem, benim annem olduğu için değil gerçekten güzeldi. Sülün gibi boylu, sapsarı saçlı, sarı tenli, sanki bir asilzade gibi hanımefendiydi işte. Göçmen olduklarını söylerdi ailesinden söz ederken. “Bütün yakınlarımı kaybettim, bir tek ben kaldım bir başıma.” diye anlatırdı evimize gelen arkadaşlarına.  Babamın tavırlarını o da kabul etmezdi. Çocuklarına eşit davranmadığını düşünür ve üzülürdü. Bir başka sever, bir başka düşerdi üzerimize. Biz annemizin gözünde hep küçük ve savunmasızdık.Aslında öyleydik zaten.

Ben  en büyükleri de olsam dokuz yaşındaydım daha. O yaşımda bazen çocuk bazen genç kız olurdum.. Annemin yanında ona yardım ederken genç kız oluverir, ev işlerini öğrenmeye çalışırdım.Onu her gördüğümde bir şeylerle meşgul olup kendine hiç zaman ayıramamasına dayanamaz, yükünü hafifletmek isteğiyle çırpınırdım adeta. Ana-kız iyi de geçinirdik. Fısıl fısıl ağzımız kapanmazdı hiç. Babam sanki kıskanırdı bizi. İş yapmamı, anneme daha yakın olmamı…

Yine annemle yemek sonrası iş bölümü yapmış, mutfakta uğraşıyorduk ki yüksek bir ses tonuyla babam yanına çağırırdı beni birdenbire. “Işık, gel benim biricik kızım. Anlat bakalım bugün neler oldu okulda?”dedi ve ardından beklentisini dillendirdi: “Şimdi sen büyüdün, kocaman genç kız oldun ama önce okul bitecek, sonra sende annen gibi iyi bir anne olacaksın.”. Bizleri istediği gibi kodlardı hayata karşı. Ailesini elinde tutmak istercesine iş bölümü yapardı. Listeler gibi hayatı yazardı beynimize. Oysa planlanamazdı ki hayat, hiç beklemediğiniz bir anda tepe takla değişiveriyor her şey. Kurduğunuz, adına düzen dediğiniz şeyler, bir buhar gibi kayboluyor ortalıktan. Büyükler aile olabilmek için çaba sarf ederken yok oluveriyor bütün emekler. Hayat sizi yönetiyor, siz hayatı yönetemiyorsunuz.

Üç çocuklu bir ailede birer oyuncu gibi akışına bırakarak kendimizi mutluluk arıyorduk zor zamanlarda. Uyulması zorunlu olan bir kurallar bütününü programlıyordu babam kendine göre. Aile reisi olmak hoşuna gidiyordu. Annem bu sistemi en önce benimseyenimizdi. Kurulu bir robot gibi ara vermeden çalışıyordu. Güzel bir kadındı güzel olmasına da kendisi için hiçbir şey yapamazdı. Öncelik her zaman bizlerdeydi. İyi bir anne, iyi bir eş asli göreviydi sanki. Onun gözünde sadece ailesi vardı. Yorgun olduğu her halinden belliydi ve gözlerinde saklı duran keder, suskun yapısı ve hep ağırbaşlı oluşu onu daha da gizemli kılıyordu. Onun için belki de mutluluk, çocukları ve eşiydi. Onların ihtiyaçlarını yerine getirdikçe mutlu oluyordu işte. Bizde annemin, babamın varlığından mutlu oluyorduk. Tam bir klasik aile tipi... Ta ki…

DEVAM EDECEK

 
Toplam blog
: 111
: 161
Kayıt tarihi
: 24.12.11
 
 

1965 Zonguldak doğumlu ve halen Zonguldak'ta yaşamaktayım.Yazarım ve çeşitli platformlarda sunucu..