Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '08

 
Kategori
Kültürler
 

Sarıkeçili yörükleri

Sarıkeçili yörükleri
 

Deve, at, eşek ve keçileri ile sahilden yaylaya, yayladan sahile göçerek Yörük geleneğini sürdüren Sarıkeçililer, kış aylarını Aydıncık sahillerinde, yaz aylarını da Konya'nın Seydişehir yaylalarında geçirmektedirler. Bu son Yörükler yılın üç ayını yolda, üç ayını yazın yaylada ve altı ayını da kışın sahilde geçirirler.

Bu göçerlerden 2003 yılı sonunda Aydıncık’a gelen 30 aile, Fidik, Tülüce, Bodur kalesi, Enişdibi, Kapız, Mandıra, Karaseki, Bayamalanı, Senit beleni, Sele ve Sarıyar mevkilerine dağılmış durumda.

Son göçer kardeşlerimizi daha yakından tanımak, sorunlarını dinlemek ve izlenimlerimi yetkililere iletmek suretiyle bu çekik gözlü insanlara elimden geldiği kadarıyla yardımcı olabilmek için onlardan birkaçı ile kendi mekanımda, bir aileyi de çadırında ziyaret ederek görüştüm.

“Ömrümüz dağlarda, yaylalarda ve sahillerde geçer. Gülnar- Mut-Karaman üzerinden Seydişehir yöresine kadar gider, Kasım ayında da geri döner ve kışı Aydıncık’ta geçiririz. Bizim hayatımız zor ve meşakkatlidir. Ama ne yapalım, ata mesleği; bırakamıyoruz” diyor Musa Gök.

Ne yaşlılık ne hastalık ne de hamilelik engel olabiliyor göçe. Musa Karadayı, “Göç sırasında aramızdan biri hastalanırsa, bir araç bulup hastane yetiştirebilirsek, ne ala. Yoksa kader der geçeriz. Ölümüzü en yakın mezarlığa götürüp gömeriz sonra yola devam. Biz böyle yaşıyoruz, buna da mecburuz. Göçün gereğini yerine getirmek gerek. Develer, keçiler bizim cenazemizle ilgilenmez” diyor.

Göç sırasında eşyaları taşımak için kimi deve kimi traktör kullanıyor. “Biz develerle göçeriz. Deve bizim kamyonumuz. Traktörlerle de göçenlerimiz var” diyor Musa Karadayı. Musa Gök traktör ile göçenlerden ve nedenini şöyle açıklıyor: “Eskiden develerle göçerdik; çocukları okula yollayınca onları güdecek kimse kalmadı. Ben de develeri satıp bir traktör aldım.”

Göç başlamadan gıda maddelerini satın alıp çuvallara dolduruyorlar: Un, bulgur, tuz, yağ, kefenlik bez, kazan, tencere, yayık, beşik, yatak yorgan, her şeyi develere yükleyip çıkıyorlar yola. Bir buçuk ay süren yolculuk sırasında, Şeyhömer, Çakır Deresi, Gıravga, Gök Gedik, Hacı Baba Dağı, Armusun Köyü, Abaz Dağı, May Köy, Çukur Çimen ve Seydişehir yolunu takip ediyorlar. Sarıkeçililer hep birlikte göçmez. İlk göçen ile son göçen aile arasında 20 gün kadar bir fark olur. Göç sırasında, bir ailenin konup göçtüğü yere diğer aile gelip konar. Konaklama yerlerinde bir veya iki gün kalınır. Mayıs sonunda bir tek çadır kalmaz sahilde. Yeni tarla oluşumlarından, dikili arazilerin çoğalmasından dolayı yol bulmakta zorlanıyorlar. Geçtikleri köylerden izin alıyorlar, izin verilmezse de konaklamadan geçiyorlar. “Dikim sahası ya da yasak bölgelerde konaklamadan 50-60 km gittiğimiz günler olur. Mayıs başlarında yollara düşer ve bin bir güçlükle haziran ortalarında Seydişehir yaylalarına varırız” diyor Musa Gök ve ekliyor “Hayvanlarımızı geçirecek yol bulamıyoruz; köylüler ‘keçileriniz tarlamıza zarar veriyor’ diye bize bağırıp çağırıyor. Millet tarlasına sahip çıktı artık. Yol boyu, adamlarımız devamlı davar kovalıyor; ‘Keçi ağaçlara zarar verdi, ormanı işgal ettiniz’ diyerek orman muhafaza memurları kesiyor cezayı.” Hasan Yagal söze karışıyor ve “Sadece ormancılarla değil aynı zamanda muhtarlarla da sorunumuz oluyor. Geçtiğimiz köylerden müsaade alırız; muhtar, ‘köy bütçesine katkıda bulunun yoksa sizi köy sınırlarına sokmam’ diyor; biz de veriyoruz.”

Baharda keçileriniz yavruluyor ve birkaç ay sonra da sütlerini sağıyorsunuz. Elde ettiğiniz bu ürünleri nasıl pazarlıyorsunuz? “Bu da bir ayrı dert” diyor Musa Gök “Gelip alanlar oluyor; biz götürmeye kalksak, masrafını kurtarmıyor. Gelen olmazsa da peynir yapıp derilerde saklıyoruz.”

Yaşamlarını siyah kıl çadırda sürdürüyorlar. İki çadır arasında en az 500-600 metrelik bir mesafe bulunuyor. Her aile iki yüzden fazla keçiye sahip. “Aydıncık’ta Sarıkeçililer’in on binden fazla malı var” diyor Musa gök. Çadırlar genellikle suya yakın yerlere kuruluyor. Suyu da plastik bidonlarla taşıyorlar. Çamaşır yıkamak için kara kazanı ya dere kenarına ya da çadırın yakınına kuruyorlar. Yıkanan çamaşırlar taşların veya çalıların üstünde. Banyoları çalı arkaları, helaları çalı dipleri.

Çocuklarının okul durumu bir başka sorun. “Okul kapanmadan biz göçmek zorundayız, çocuklara ya izin alıyoruz ya da izinsiz çekip gidiyoruz. Göndermesek cezalı duruma düşermişiz.” diyor Hasan Yagal. “Doğru. Çocuklarımız okula düzenli olarak gidemiyor. Bazen geç başlıyor bazen de göç nedeniyle erken ayrılıyorlar. Bu yüzden eğitimleri eksik kalıyor. Cahil kalmalarını istemiyoruz ama kime bırakıp gidelim, bir arkadaşa bıraksak, ona yük oluyor. Bıraktıklarımız da çocukları ya suya yolluyorlar ya da sığır gütmeye. Ben bir ev yaptırdım, yazın giderken bazı arkadaşların çocukları da bizimkilerle beraber kalıyor ama yeme içme, çamaşır büyük sorun oluyor çocuklar için” diye ekliyor Musa Gök.

Her biriniz bir dağda, ilçe yöneticilerine sorunlarınızı nasıl aktarıyorsunuz, tek tek mi görüşüyorsunuz sorusuna ise Musa Gök’ten şu yanıtı alıyorum: “Geçenlerde Jandarma karakoluna hepimizi topladılar. Aramızdan temsilciler seçtik. Ben başkan oldum, bundan böyle Sarıkeçililerin sorunlarıyla ben ilgileneceğim.”

Her yönüyle çileli bir yaşantınız var: Kışın yağmur ve çamur. Yazın güneş altındasınız, hayvanlarınızı satıp yerleşik düzene geçmeyi düşünmüyor musunuz dediğimiz zaman ise, “Çileli ama ne yaparsın? Atalarımızdan gördüğümüz yaşam bu. Malcılığı bırakanlar oldu. Ama memnun değil yaşantılarından. Devlet Karaman’da Sarıkeçililer için ev yaptırdı. İki katlı, dört ailenin oturabileceği evler. Evli olanlara dağıttılar. Malını satan oraya yerleşti. Bir süre sonra sıkıldılar. İş veren olmadı. İşsiz ne yapsın? Orayı da terk edip malcılığa tekrar başladılar. Biz bıraksak ne yapacağız? Sera yapmaya kalksak, seracıların da durumu ortada. Ben sadece malcılıktan anlarım başka mesleğim yok, ben bırakamam. Çocuğumun okumasını, bir meslek sahibi olmasını istiyorum. Bir mesleği olursa, belki o bırakabilir” diyor Musa Gök.

Nüfus cüzdanınızda il, ilçe ve köy olarak ne yazıyor? Musa Gök gülüyor ve “Devlet kimlik vereceği zaman, Sarıkeçilileri nerede bulduysa oraya kayıt etmiş. Bizimkiler, Gülnar’da kayıt olmuş. Aydıncık’a kışlamaya gelenler genellikle Mut- Gıravga, Gülnar ve Silifke’de kayıtlı. Nüfus cüzdanımızda, köyümüz yazılı ama çoğumuz o köyünün muhtarını bile tanımaz. Oralarda ne evimiz ne de toprağımız var. Otlakiye parası olarak bacak başına yerliler daha az para ödüyor. Bu yüzden hem de kışı burada geçirdiğim için, işlerimi kolay halledeyim diye ben kaydımı Aydıncık’a aldırttım” diyor.

Sarıkeçililer aynı yere konmaz derler, oysa sen her sene aynı yere konuyorsun neden diye sorduğumda, Musa şu cevabı veriyor: “Eskiden aynı yere konmazdık. Bir yıl önceki yere konarsak, hayvanlarda kene olur, keçileri o zaman ilaçlamak lazım; ilaç hayvana zarar verir, bir de ilaç parası ödemek gerek. İkincisi aynı yere konarsak, orada çıkan otlar keçiye zarar veriyor: hayvan ya yavrusunu atar ya da doğan yavru kolay büyümez. Ama şimdi aynı yerde konaklamaya mecburuz. Hayvanları otlatacak yer daraldı, ekim sahaları arttı, bazı ağaçlara aşı yapıldı. Kısacası iyice sıkıştık.”

13/12/2003 tarihinde Aydıncık Enişdibi mevkiinde konaklayan Sarıkeçililer’den Musa Karadayı’yı ziyarete gittim. İçtenlikle karşılandığım siyah kıl çadırda 12 m2yi geçmeyen bir alanda yaşıyor yedi kişiden oluşan bu aile. Karaman’da okumak için kalan Naim de aralarında olsaydı, sekiz kişi barınacaktı bu dar mekanda.

Çadırın kapısı güneye bakıyor. Girişin sağına yataklar üst üste dizilmiş; yerde desenli bir çul. Yataklardan oluşan duvarın önüne bir minder attılar ve yaslanmam için de arkama bir yastık yerleştirdiler. Girişin hemen solunda, oturduğumuz yerin karşısında bir ocak içinde bir sacayağı var. Ocağa hemen çaydanlığı koydu genç Eşşe; “Bununla ısınır, bununla aydınlanırız” diyor Musa Karadayı. Kapının karşısında diğer eşyalar arasında, asılı bir heybe içerisinde beş altı tane pilli el feneri.

“Bizim derdimiz çok, nerden başlasak bilmem ki» diyor «Çocukların okulu en büyük sorunumuz. Oğlanı Karaman’da bırakıp geldik. Alışamamış. Bizleri, keçileri ve develeri özlemiş… Kızları nasıl okutalım? Sonra develeri, keçileri kim güdecek? Gönlümüz istiyor ama şartlar uygun değil. Bize toprak verseler, oraya yerleşsek, işimize gücümüze bakarız ama sadece dört duvar bizi sıkar sonra ekip dikmezsek ne yer ne içeriz? Bir mesleğimiz de yok. Karaman’da Sarıkeçililer evi var. Yerleşenlerimiz oldu ama meslekleri olmayınca iş veren de olmadı. Onlar da tekrar hayvancılığa başladı.”

Sevimli küçük kıza adını soruyorum, cevap vermediği gibi hemen babasının arkasına saklanıyor. “Meral” diyorlar. Meral oldukça çekingen, kendisine bakıldığını hissedince gözlerini kaçırıyor. Bunun dili yok galiba diyorum; annesi Havva, “Ürkek de ondan. Hele bir alışsın, o zaman gör sen” cevabını veriyor. Benim kızım olur musun? Sana oyuncaklar alırım ve seni okuturum diyorum. Babası, “Haydi git kızım, kurtulursun bu hayattan” deyince bir daha sıkı sarılıyor ona. Diğer kıza adını soruyorum, o da suskun. Adının Emine olduğunu öğrenince benim anamın adı da Emine, istersen sen gel; anamın evini sana veririm, okula gidersin diyorum. Cevap vermeden annesinin arkasına gizleniyor. “Bunlar hep ürkek. Onların her şeyi keçi, oğlak ve develer” diyor babaları.

Ne kadar malınız var, keçileriniz komşunuzun malına karışır mı, karışırsa nasıl ayırt edersiniz? Aranızda bu yüzden kavga çıkar mı? “200 kadar keçi, 5-6 devemiz var. Onları çocuklar güder. Çocukları okula yollarsak, mala kim bakacak? Yollamasak bunlara, yollasak bize yazık” diyor Musa Karadayı. “Kavga çıkmaz. Herkes kendi malını tanır. Kimse kimsenin malına sahip çıkmaz bizde” diye cevaplıyor eşi Havva.

Tek eğlenceleri hayvanları ve onların yavruları. Yaşam tarzları teknolojinin sunduğu nimetlerden çok uzak. Çadırlarında ne televizyon ne gazete ne de kitap var. Çocuklar dış dünyaya tamamen kapalı bir kültür içinde yetişiyor. Hiçbir sosyal güvenceleri yok. Geçici bir olgu da değil bu. Bir ömür boyu sürecek.

Eşşe bardakları doldurup ürkek değil ama bir genç kız mahcubiyetiyle sunuyor çayları ve sadece gülüyor kız kardeşlerinin davranışına. Israrla bir şeyler yememi istiyor bu çekik gözlü, bakışları art niyetsiz Sarıkeçili Musa Karadayı.

“Nüfus cüzdanına göre Gülnarlıyım ama orada bir karış toprağım yok. Bizi ziyarete gelenler, sizin dertlerinize ortak olacağız diyorlar; bizi kameraya alıyorlar, fotoğraflarımızı çekiyorlar. Ama bize bir faydası dokunmuyor, götürüp satıyorlar mı bilmem. Gelip gidiyorlar ama biz fayda görmedik. Bazen Turistler de geliyor. Onlar da bizi çekiyor. Bizi onlar bari Avrupa’ya falan alıp götürseler” diyor Karadayı sitem edercesine ve ekliyor “Göç ayrı bir dert. Ömrümüz yollarda geçer. Oğlaklar yürüyemez. Yavaş gitmemiz gerek, bir bir buçuk ay sürer yaylaya varışımız; üç ay sonra tekrar dönüş yolculuğuna çıkarız.”

Dokuma işiyle uğraşmıyor Karadayı ailesi. “Çadırı satın alırız. Kendimiz keseriz kapısını penceresini, sonra da dikeriz. Yağmurlu havalarda üstüne naylon geçirir, sağından solundan bağlarız” diyor genç Kenan. Sorulan sorulara da içtenlikle cevap veriyor. “Biraz okuma yazma biliyorum. Şehre gittiğim zaman pek sıkıntı çekmiyorum ama ileride bir traktör alırsam, diplomam olmadığı için nasıl ehliyet alırım bilmem.”

Göçerlik bir yaşam tarzı Sarıkeçililer için. Başka bir yaşam biçimi, onlara dar bir elbise gibi gelir. Ama bu çağda, bu zor koşullarda yaşayan insanlar bizim insanlarımız. Sıcak bir evi, evinde suyu, elektriği kim istemez? Onlara, insana yakışan yaşam koşulları sağlamak devletimizin görevi olmalı. Büyük bir içtenlikle ağırlandığım Sarıkeçili çadırından kafamda cevapsız kalan bir yığın soruyla ayrılıyor ve tüm Sarıkeçililere kolaylıklar diliyorum.

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..