Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '08

 
Kategori
Öykü
 

Seher

(Telif hakkı TRT Kurumu’na ait olup, Türkçe EVİNDE YABANCI, İngilizce Stranger in Own Home, Almanca Hemd in eigenen Haus isimleriyle batırılıp olup, 2008 Frankfur Kitap Fuarı’nda söz konusu kitaplar sergilenmiştir.) 

Köyün horozları, kendi aralarında düzenledikleri yarışmada finale kalabilmek için kanat çırpıp öterken, güneş de, jüri başkanı edasıyla Emirdağları’nın arkasından yavaş yavaş yükseliyor, yakacak odun için acımasızca traşlanmış yamaçları bir süre seyrettikten sonra, kahvaltı için yakılan ocaklardan yükselendumanlarla tanışıyordu. 

Türkmen yatakları içinde bile romatizmalı bacaklarının sızıları geçmeyen ihtiyarlar erkenden kalkmış, duvar dibine oturmuş, içi kıtırlı sütten oluşan kahvaltılarını beklerken ayakları dibinde eşelenen tavukları bastonları ile kovalamaya çalışıyordu. Tavuklar, kendilerine baston sallayan ihtiyarlara, “ Ne yaptık ki?..” dercesine, bir o gözleriyle bir diğeriyle anlamaz anlamaz bakıyor, sonra da öfkeli bir “ Gııkkk!..” çekip, uzaklaşıyorlardı. 

Güneş, erozyonun kısırlaştırdığı yamaçlara dudaklarını yapıştırır yapıştırmaz köyün minibüsü eksozundan siyah dumanlar çıkararark köyün küçük meydanındaki yerini aldı. Bugün, Bolvadinli’ye, “ Karımın öldüğüne değil, Emirdağ Pazarı’nı kaçırdığıma yanarım, ” dedirten ve Avrupalı gurbetçilerin izin ayına rastlayan bir gündü. Minibüs, erken saatlerde birkaç sefer yaparak Emirdağ Pazarı’na yolcu götürecek, geç saatlerde de götürdüğü yolcuları tekrar köye getirecekti... 

* * * 

Seher, bir haftadır yapıp biriktirdiği peynir tenekeleriyle yoğurt helkelerini kapının önüne çıkarırken on dört yaşındaki kızı Hasret’i de uyandırdı. Minibüsün ilk seferine yetişmeli ve pazarda iki ayrı sergi açmalıydılar. Yatağında doğrulup gerinen kızının irileşmiş göğüslerindden gözlerini kaygıyla kaçırıp, hemen arkasındaki aynaya döndü. Alelacele tarak vurduğu siyah saçlarına bir atkı atıp, onu da alnından kırmızı bir yemeniyle bağladı. Türkmenler’e has kıvır kıvır kirpiklerinin altındaki gözkapakları, doyumsuz geçen gecenin sabahında yorgundu. Siyah gözlerinin altından pembeleşerek beyaz boynuna doğru inen yanaklarının çevrelediği iri dudaklarının etrafında erken beliren tazecik birer kırışıklık vardı. Biçimli burnunun kanatları, aynadaki görünmeyene birşey söyleyecekmiş gibi öfkeyle açılırken gözpınarlarından süzülen iki damla yaşı orta parmaklarıyla sildi. Bu silişte, geçmişini de silip-silmeme kararsızlığı, parmaklarının kesik hareketlerinden okunuyordu. 

* * * 

Minibüs, üç ay önce atılan ‘seçim yatırımı’ asfalt üzerinde ilk yolculşarını pazara taşırken Havva Nine, etrafı kaba taşlarla çevrili bahçesinden çıktı. Bastonu mu O’nu, O mu bastonunu taşıyordu, belli olmuyordu. Sırtındaki kamburu, seksen yılın anılarını saklar gibiydi. 

Üç ev ötedeki bir bahçe kapısını bastonuyla itti. Bahçeyi saran yaban otları ve kangal dikenleri, güneşin altında ışıl ışıl yanan kırmızı bir otomobille, otomobile binme hazırlığında olan Rıza ile karısı Dudu’yu gizlemeye yetmiyordu. Hoş, onların da gizlenme gibi bir niyetleri yoktu ya... 

Havva Nine: 

“- Gız Dudu!.. Teyzeni çiğneyip de nereye gidiyorsun? Belçika’ya gideli başın mı büyüdü!?” diye, frekansı düşük sesiyle bağırırken, beli hizasındaki sol eli titriyordu. 

Dudu, sabah ayazından korunmak için giydiği hırkasının sağ kolunu sıyırırken, dirseğine kadar dizilmiş altın bilezikler, güneş ışığında Havva Nine’nin fersiz gözlerini kamaştırdı. 

Dudu: 

“- Vaa! Teyzem, dalgınlığımı hoş gör. Görmedim. Emirdağ’a pazara gidiyoruz da, acelemiz var. Akşam sana gelmeyi düşünüyorduk; hiç seni unutur muyum?..” deyip, teyzesinin elini öptü. 

Havva Nine’nin sık sık yaladığı ince dudaklarının gerisinden dişsiz ağzı gözüküyordu. 

“- Öyleyse yolunuzdan alıkoymayım. Benim senden bir isteğim olacak. Torunum Osman’ı evlendirip, Avrupa’ya salalım, diyoz. Sürmeli Elif’le senin aran iyiymiş. Pazarda görürsen hele bi sor; kızını bu ay gelin etmeyi düşünüyor mu?..” 

“- Seki Yaylası’nda koyunlar kuzlar, onbeş bin Euroya çıktı permili kızlar. Basarsınız başlığı, alırsınız kızı..” 

“- Kız sen bizi Çöp Mehmetler mi sanıyorsun?! O kadar para bi araya gelir mi?” 

“- Teyze, şimdi kızı olan Avrupalılar, çürük dişlerinde çir bulmuş gibi sevindirik delisi oldular. Geçenlerde Kaufhof’ta Sürmeli’yle beraber alış-veriş yaparken Karacalarlı Hatçe yanımıza geldi. Oğluna Sürmeli’den kız istedi. Sürmeli’nin öfkesini bir görecektin!.. ‘Gedeler azgın olur, çalımı düzgün olur; gedelere kız veren kızından bezgin olur!.’ deyip, Hatçe’yi al al yuyup, mor mor serdi. Avrupalılar’ın adları büyük, dişleri kovuk. Hem Avrupa’ya giden kız olsun, oğlan olsun, mutlu olamıyor. Oğlunuz Emirdağ’da sebze satsa karnını doyurur. Eskisi gibi Avrupa’nın tadı kalmadı.” 

“- Sap kabarır, sahibi kubarır. Sen hele Sürmeliyi gör, konuş. Bilirsin, bu işleri kadınlar görür. Gölgede duranın gölgesi olmaz. Bizim istediğimizi biraz duyur sen hele.” 

“- Konuşayım ama pek umutlanmayın.” 

Havva Nine, Dudu’nun değişmiş ve kendisinden çok uzaklaşmış olduğunu sezdi. O’nun arkası açık ayakkabılarının noktaladığı çorapsız bacaklarına bakarak: 

“- Topuğunun yarığına karınca saklanıyordu; Belçika’ya gideli topukları cıgara kağıdına dönmüş, ” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı... 

* * * 

Gerek Emirdağ’ın, gerekse köylerinin nüfusu yurdun ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine iş kurmak ya da bulmak için gidenlerden dolayı, yılın on bir ayı azdı. Pek çok köyde kalıcı veya geçici göç, okulları kapatmıştı. Yedinci ay, Anadolu esnafının ‘Gâvurcu ayı’da dediği, gurbetçilerin izin ayı geldiğinde gurbettekilerin en az yarısı dönüyor, emlak alıyor, düğün yapıyor, bol para harcıyor, birbirlerine otomobilleri ya da kollarındaki bileziklerle hava atıyordu. İlçe ve komşularının esnafları, hesaplarını bu ay için, ‘gâvurcu ayı’ üzerine yapıyordu. 

Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden 

Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden çok, yerli plakalı otomobiller vardı ve bunların hemen hepsi Avrupa’dan izine gelen işçi ve patronlarındı. Gurbetçiler, Yugoslavya’daki değişimden dolayı otomobille değil, genellikle uçakla gelir-gider olmuşlardı. Buradan da bir otomobil alıyor, izin süresince kullanıyor, sonra da garajlarına kapatıp, gidiyorlardı. 

Temmuz güneşi, bir köşeye atılan kavun kabuklarını kıvırırken, birbirleriyle karşılaşan tanıdıklar, ya kahvede, ya da ayaküstü sohbet edip hasret gideriyorlardı. Gurbetçiler, hayatın tüm yükünü Kapıkule’de, ya da havalimanlarında bırakmış gibi mutlu, hem de çok mutluydular... 

* * * 

Seher, yoğurt pazarının bir köşesine yaydığı mallarına müşteri beklerken, gelip-geçen gurbetçi kadınları gözlüyor, ara sıra iç geçiriyor, isyankâr bir çığlık atmamak için dudaklarını sıkıyordu. Kocasının bir Belçikalı kadınla anlaşmalı evlenebilmesi için rızasıyla boşandığını, O’nun Belçika’da işçi olmasına rağmen kendisini ve kızını nasıl olur da dokuz senedir aramadığını hazmedemiyordu. İşçi olunca kendisiyle tekrar evleneceğine ve kendilerini Belçika’ya götüreceğine söz verdiği o geceyi garip bir özlemle anımsıyor, içi acı ve öfkeyle doluyordu. Komşularının dediği gibi, boşanmadan önce bir güvence almalı mıydı gerçekten?.. Ama sevgiden öte güvence mi olurdu... 

“- Bu helkeye ne diyorsun?” 

İrkildi. Gözlerindeki nemi, birkaç kez açıp-kapadığı gözkapaklarıyla içti. 

Köylüsü, Dudu’ydu. Kızlıklarından beri anlaşamıyorlardı. Aklına ilk gelen rakamı söyledi: 

“- Dört milyon.” 

“- Git bacım vaa!.. Avuç içi kadar helkeye bu kadar para mı olur!?” 

“- Burnuma sinek kaça kaça ineklerin altına çömüyorum. Hazır ayağınıza şu yoğurt geliyor da, kıçınızı-başınızı oynatıyorsunuz!” 

“- Gir kız öte; Avrupa’da parayı sokaktan mı süpürdüğümüzü sanıyorsun? Sorup-soracağıma pişman ettin! Yoğurt mu yok!? Ihı, köpeğe dök!” 

“- Ot iki çatal iken kıra çıktıydım. Sıcak odanızda oturduğunuz değil.” 

“- Avrupalılar gidince yüzünüze bakan olmaz! Ne başınızı büyütüyorsunuz! Yarın köpek yemez yoğurdu!..” 

“- İt gursağı tereyağı kaldırmaz! Gir; başım götürmüyor...” 

“- Kız kıçı eğri, şemiği kirli, duluğu bitli! Kimi kovuyorsun sen?!” 

“- Kız sen yoğurdu ne yapacaksın!? Anadan karaya yuma ne desin, anadan kuruya yeme ne desin!?.” 

“- Aklın böyle olduğuna elindeki kocayı Belçikalı’ya kaptırdın! Öl arından öl; kara yere gelesice! 

Bu sözle, protokol evliliği de olsa, kocasının evlenmesine izin verdiği için pişmanlık gözyaşları döken Seher’i can evinden vurmuştu. Söyleyeceği kakınçlar. boğazına dizilip kalırken, hasmına ‘başıma gelen, başına gelir inşallah!..’ dercesine baktı. Dudu, bu sessiz ama etkileyici bakışların altında ezildi, eridi ve yavaşca kalabalığın arasına karıştı. Sürtüşmeyi yakından izleyen yaşlıca bir kadın, arkasından: 

“- Çalımınız taş yarıyor, çakıldağınız baş yarıyor, ” dedi. 

Ne var ki, yaşlı kadının Seher’e arka çıkması, Seher’in yılgın, pes etmiş gözlerinden yaşların boşalmasını engelleyemedi... 

* * * 

Yirmi adım ötedeki sebze ve meyve satıcılarının avazları, sıcaktan bacaların gölgesine sığınmış güvercinlerin uyuklamalarını engelliyemiyordu. 

“- Domatees! Üç kilo bi milyon!.” 

“- Bursa şeftalisii!..” 

“- Kesmece bunlaar!..” 

Güneş, tüm gölgeleri cüceleştirdiğinde Hasret, boş helke ve tenekelerle anasının yanına geldi. Bir tenekeyi ters çevirip, üzerine oturdu. Rengi solmuş fistanının cebinden bir tomar para çıkarıp, anasına uzatırken: 

“- Hepsini sattım ana; bene o yeşil elbiseyi alırız artık.” 

Seher, paraları gelişigüzel cebine sokarken, diliyle dişi arasından: 

“- Olmaz, ” dedi. 

Hasret, hırçınlaşarak: 

“- Asılıp öleyim de, kurtulayım bari, ” diye sitem etti. 

Sabahki münakaşadan dolayı zaten canı burnunda olan Seher: 

“- Yelli günde asılasıca; ne duruyorsun? Çabuk olda ikindi namazına kaldıralım, ” diye, kızgın bir kaz gibi tısladı. 

Hasret, anasının bu kadar acımasız olduğunu o zamana kadar görmemişti. Başını kaldırıp baktığında anasının yüzünün kirli yeşil bir hâl aldığını gördü, korktu. Yeşil elbise birdenbire aklından çıkmıştı. 

* * * 

Kalabalık, alıp-satma zevkinin doyumuna ulaşıp, arkasında bir sürü atık bırakıp, Pazar yerini boşaltmaya başladığında onlar, köy minibüsüyle yol alıyorlardı. Beyninin yürüttüğü mantıkla, - ki; çoğu kez böyle durumlarda başkaları mantık yürütür, - Seher’in yüreği yumuşamış, kızına istediği elbiseyi almıştı. Şimdi Hasret, elbiseyi kırışmaması için dizlerinin üzerinde taşıyordu. 

Genç şoför, iç dikiz aynasının üzerine yerleştirilmiş radyoyu açtı. Kulaklara çarpan müzik, ağızları kapattı. Günün kaygı ve yorgunluklarının keskinleştirdiği yüz çizgileri yumuşadı. Bazı dudaklar tebessümle gerilirken, bazıları da müziğe eşlik ediyordu: 

“- Evlerini önü yoldur, yoldan geçen karakoldur,  

Kurban olam topak gelin, gel testini bizden doldur; 

Al Fadimem, bal Fadimem, yanakları gül Fadimem,  

Uyan uyan sabah oldu, namazını kıl Fadimem...” 

Bu, yörenin yurt dışına taşmış türküsüydü ve Emirdağlılar, bu türküyü ne zaman duysalar havas olduklarını anımsarlardı. 

Şoför, aynadan ana-kızı dikizlerken: 

“-...Bravo şu Seher’e. Sağlıklı, güzel. Dokuz yıldır adı çıkmadı. Oysa çoğunun kocası askere gittikten üç ay sonra adı çıkıyor.. Hasret de pek güzel oldu. Bir elbir gönder- 

sem de, gözü açılmadan gönlünü çalsam iyi olacak. Atalarımızın, ‘kenarına bak bezini, anasına bak kızını al, ’ sözü boşuna olmamalı, ” diye, düşünüyordu. 

Seher’in düşünceleri de kızı üzerineydi: 

“-...Gün geçtikçe serpilip-güzelleşiyor. Televizyon kanalları çoğalalı ben bile bazen neyin doğru, neyin eğri olduğunu şaşırır oldum. ‘Civcili kuşlar, gördüğünü işler.’ Hasret gibilerin aklı bir karış havada olur. Televizyon dizilerindeki birisini örnek alıp da bir yanlışö yapmadan, yolu yolsuza çatmadan, helâl süt emmiş birisi istese de, başgöz etsem...” 

“- Al Fadimem Gürcü müsün, sen yaylanın burcu musun,  

Kurban olam sarı gelin, sen kötünün harcı mısın; 

................................................... . 

................................................... . 

Ve minibüs, yol kenarında otlayan koyunların rahatsız olmalarına aldırmadan, son sürat köye gidiyordu... 

* * * 

Dünün orman köyü, bugünün dağ köyü, sanki kendisi Emirdağ Pazarı’na gidip-gelmiş gibi, iki vadinin arasına yorgun-argın oturmuştu. Sığırtmacın köyün alt tarafından sürüp getirdiği inekler, köyün düzensiz sokaklarına dağılmış, sonra da herbiri ahırlarındaki yerlerini almış, bir kadın ya da kızın elleriyle sağılmayı bekler olmuşlardı. Güneş, göreceklerini görmüş, Adaçalı’nın üzerinden aşıp gitmişti. 

Hasret, anasının burnunun bulut çizdiğini sezmiş, kendisini yeşil elbiseyle aynaya kopyalarken O’nu konuşmaya zorlamak için espriler yapmıştı. Ama Seher, üç ineği sağıp, sütleri kaynatıp, yoğurtları çalarken ağzını açmamıştı. 

* * * 

Hasret, ay ışığının aydınlattığı odadaki yatağında kendisini yeşil elbisesiyle bir düğün alayının ortasında hayâl ederken, yanında yatmakta olan anasının bu zamana kadar hiç duymadığı kesik iniltiler çıkardığını duydu. Anasının tavana doğru kalkıp inen kolları, kasıklarına doğru çekilip sonra da üzerindeki ince yorganı yay gibi fırlatan bacakları O’nu korkuttu. Anasının kâbus gördüğünü zannederek, “ Ana, ana!..” deyip, yavaşca omuzundan sarstı. Anasının inleme ve sert dirsek darbesinden sonra kalktı, elektriği yaktı. O’nun bir kasılıp bir gevşeyen vücudunu, yuvasında dönen gözlerini örtmeye çalışan yarı açık gözkapaklarını görünce paniğe kapıldı. Tekrar, “ Ana, anaa!..” diye, bağırdı. O’nun sımkısı yumruk olmuş ellerini görünce de, beyaz geceliğinin üzerine birşey almayı düşünmeden telaşla evden çıktı. 

Hasret’in beyaz geceliği, iri ayva büyüklüğündeki göğüslerini ay ışığından gizlemekte zorluk çekerken Seher, krizin kollarında çırpınıyordu... 

* * * 

Rıza, dün eşekle geliip-gittiği bu yoldan şimdi gıcır gıcır bir otomobille gelip-gidiyor olmasına şükrederken, böyle zora düşmüş zavallı köylüsünün imdadına yetişmiş olmaktan da haz duyuyor, ön koltukta Hasret’i, arkada Seher ve karısı Dudu’yu taşıyan otomobili hiç 

acele etmeden köye doğru sürüyordu. Yolcularına birer çikolata ikram ettikten sonra, kasetçalara bir kaset itti: 


“- Meşeler güvermiş varsın güversin,  

Söyleyin huysuza durmasın gelsin,  

Varmasın kötüye asılsın ölsün,  

Kötü adamın var ömrünü yok eder...” 

Seher’in vücudu, devlet hastanesi nöbetçi doktorunun yaptığı iğne ve içirdiği bir sıvıyla gevşemiş, beyni de yaşamı pek ciddiye alan çalışırlığını bırakmıştı. 

İki kadın gözgöze geldiklerinde bir an gözlerini kaçırmışlar, sonra da gözyaşları birbirine karışmıştı. Bu, sebebini kendilerinin de bilmediği aralarındaki buzların eridiğinin göstergesiydi. 

Şimdi Seher, kendisini Dudu’nun ihtimamına bırakmış, O’nun kolonyayla alnına, şakaklarına masaj yapmasından, göğüslerini oğmasından derin haz alır olmuştu. 

Dudu, Hasret’in: 

“- Anam çok hasta; doktora gitmesi gerek!.” Diye, bağırarak odalarına girmesinden bu yana suçluluk duygusu altında ezilmekteydi. Seher’in doktora varıncaya kadar şuurlu mu, şuursuzca mı söylediği belirsiz, “Gâvur karısına ben kaptırmadım, kendisi kapıldı, ” sözcüklerini tekrarlayıp drması Dudu’yu kahrediyordu. Kendisini affettirmek için sözcüklere sığındı: 

“- Kocana o kadar da kahretme. Avrupa’nın binbir türlü hâli var. Kimbilir, iş mi bulamadı, bir eroin şebekesinin eline mi düştü, yoksa hastalandı mı?.. Belki üç kuruşu bir araya getiremedi. Öyle olunca da sizi aramaya yüzü olmadı. Avrupa’da para aslanın ağzında. Para arttırmak çok zor. Bakma sen bizim otomobille gelip, har vurup harman savurduğumuza. Çoğumuz bankadan kredi çekip geliyor, geri ödemek için de bir sene çalışıyoruz. Başında bir hâl olmasa mutlaka arardı kocan. Ama sen kaygılanma; izin dönüşü O’nu arayıp, bulacağız. Değil mi Rıza!?” diyor, iyi niyetini kocası da vurgulasın istiyordu. 

Rıza, bir an aynadan iki kadının birbirine karışmış siluetlerine bakıp: 

“- Kanım altıma aksın ki varınca ilk işim kocanı bulmak olacak. Zaten izi belli. Fransa’da görmüşler. Bize güven sen. Değil mi kız!?” diye, umut dağıttı anayla kızına... 

“- Sanki kızımızın adını Hasret koymakla geleceğimizi çizmişiz, ” diyen Seher’in sesi, yuvasında dönmekte olan kasetin sesi arasında kayboldu. 

“- Emirdağı bir geçmeyle yol olmaz,  

Altın yere düşmeyinen pul olmaz,  

Bir güzelle bir gecelik yatmayla,  

Adı çıkar ama kendi dul olmaz...” 

Rampa çıkmakta olan otomobilin farları ufku tararken, Seher’in umutları da otomobilin ışıklarıyla birlikte uzuyor, uzuyordu. Lâcivert gökyüzündeki yıldızlar, çaresizin yemekle bitmeyen tek ekmeğinin umut olduğunu bilirmiş gibi, göz kırpıyordu... 

 
Toplam blog
: 119
: 629
Kayıt tarihi
: 01.10.08
 
 

Eğitimci- Gazeteci-Yazar İlköğrenimini Emirdağ'da, ortaöğrenimini Bolvadin, Eskişehir, Afyon'da..