Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '21

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Şehribahar

Şehribahar

Şarkın Modern Gelini

“NEYSE NAMAZA KALDIRMAYALIM. KAZA YAPSIN, BAKSANA NE KADAR BİTAP GÖRÜNÜYOR; İĞNE İPLİĞE DÖNDÜ YİNE. YEMİYOR NE YAPSAN NE PİŞİRSEN YEMİYOR… HADİ ÇIKALIM DA BİRAZ DAHA UYUSUN.”

Gece karanlık… Siyah. Çok siyah…

Sessizlik her tarafta…

Uzaklardan bir iki yaban kuşu, bir iki köpek havlaması sessizliği bozmaya çalışıyor… Ama gecenin sessizliğinde hiçte kötü gelmiyor uzaklardan gelen esintinin misafiri sesler…

İki katlı evin üst katındaki küçük pencerenin önünde bir mavi kuş…

Bir garip bir sessiz bir şaşkın!

Karanlıkta nöbetçi. Kime neyi bekler bilinmez.

Küçük bedenine aldırmaksızın büyük görmekte kendini besbelli ki…

Kabartmış mavinin tonlarını gecenin izbe karanlığında; uzaklardan bir yerlerden gelen ışıkta laciverte dönmüş şeklinde gururlu…

Gözü içeride sakince nöbette…

Karanlık odadan dışarıya ancak bir kuşun bir mavi kuşun duyacağı derin uykudan gelen nefes sesi ile minicik mavi veya şu haliyle laciverte huzur veriyor belli…

Zor seçiliyor karanlıkta, odada yatakta.

Bir melek derin uykuda…

Güzel görülüyor çok güzel…

Gece karın ağrısı ile uyandı, karnının içi yanıyordu, yatağından kalktığında başının da döndüğünü fark etti,

“Hayriye, Hayriye ölüyorum yetiş.”

Kapı hızla açıldı; uzun boylu, siyah saçlı, siyah gözlü genç bir kadın, uykulu içeri girdi.

“Ha kuzum ne oldu sana?” Hayriye’ye cevap veremedi…

“Sen kötüsün, Büyük Hanım’ı çağırayım…” Şehribahar:

“Hayriye gitme, kötüyüm midem bulanıyor yanıma gel” diye bağırdı…

“Karnın mı ağrıyor, ne dokundu sana?” Şehribahar kusmaya başladı. Öğürdükçe midesi ağzına geliyormuş gibi sesler çıkıyordu… Hayriye,

“Şehribahar böyle olmaz! Büyük Hanım’ı çağıracağım.” Koşarak dışarı çıktı… Bir süre geçti, kapı açıldı; orta yaşlı, iri yarı bir kadın telaşla içeri girdi. Hayriye de arkasından. Büyükhanım torununun yanına geldi.

“Şehribahar dur telaşlanma, yediğin çağlalar dokunmuştur sana, zaten midende de bir şey kalmamış, baksana safra gelene kadar kusmuşsun. Hayriye hemen nane limon kaynat şöyle çokça, çocuk içsin, bastırır midesini. Giderken Münevver’i de uyandır gelsin buraları temizlesin.” Büyükhanım Şehribahar’ın sırtını ovalamaya başladı,

“Daha iyi misin kızım? Sadece çağlayla olmaz, ince de giyiniyorsun, karnını üşütmüşsündür, şimdi nane limon iyi gelir.” Şehribahar biraz rahatlamıştı,

“İyiyim babaanne ağrı azalıyor, ama başım çok ağrıyor…” Büyükhanım bir yandan sessiz dualar okuyor, bir yandan da torununun sırtını ovalıyordu… Şehribahar yatağına uzanmak isteyince, Büyükhanım:

“Dur kızım yatağın, yorganın değişsin, elini yüzünü yıka, hatta iyiysen, Münevver seni iyi bir yıkasın, kokarsın şimdi, mutfakta kazanda sıcak su vardır.” Esmer yağız bir Arap kızı girdi içeri,

“Geldim büyükhanım.”

“Şehribahar’ın suyunu hazırla, bir güzel yıka, yatağını yorganını değiştir, şu pencereleri de aç içeriye hava girsin… Münevver, “Olur hanımım” dedikten sonra,

“Ben suyu hazırlayayım” dedi, dışarı çıktı… Büyükhanım:

“Rengin açıldı, biraz önce yeşil gibi olmuştu suratın…”

“İyiyim babaanne ölüyordum, bir daha çağla yemem.”

“Yersin ama az yersin, biz de yedik, neyse şimdi seni Münevver seni yıkar, yatağın yorganın tertemiz, lavanta kokuları içinde nane limonunu da içtin mi; yeni doğmuş gibi olursun, bugün yataktan çıkma iyice bir dinlen.” Münevver içeri girdiğinde, Şehribahar babaannesinin yardımı ile yataktan yavaşça kalkmaya çalıştı. Babaannesi:

“Şehribahar kendini kapıp koyuverme, altı üstü mideni bozdun,

Genç kızın koluna girdi, oldukça kuvvetli görünüyordu. Münevver’de diğer koluna girdi, kapıdan geçerken Şehribahar tökezler gibi olunca Büyükhanım:

“Şehribahar doğum yapmadın, kustun kızım topla kendini.” Genç kız:

“Babaanne helâya gitmem lazım” dediği anda ellerinden kurtuldu, ceylan gibi sekerek helâya gitti… Büyükhanım güldü;

“Ah deli kızım, şimdi çıkabilirsen çık bakalım oradan” Münevver’e döndü,

“Ben odama gidiyorum, kız sana emanet Hayriye de gelir akça pakça yıkayın, yatağına yatırın, garibim uyusun da kendine gelsin.” Münevver:

“Olur, hanımım sen merak etme” dedi; helânın kapısında beklemeye başladı. Şehribahar helâdan çıktığında, daha bir rahat görünüyordu… Münevver:

“Gel hanımım” dedi; koluna girdi. Küçük hamamlarına gittiler…

Şehribahar’ı soydu; yerdeki tahtadan küçük oturtmalığın üstüne oturmasına yardım etti. Hayriye geldi...

“Münevver sen git yatağın çarşafını değiştir ben yıkarım kuzumu.” Münevver tası kazana koydu, odadan çıktı. Hayriye Şehribahar’ı yıkamaya başladı… Yıkanması bitince onu amber kokulu havlulara sardı... Yattığı odaya getirdi. Münevver kirli çarşaflar elinde odadan çıkıyordu,

“Mis gibi yaptım, gül yağları sürdüm çarşaflara” Hayriye, kızı giydirdi… Saçı tarandıktan sonra, yatakta oturur şekle getirip yorganla etrafını destekledi. Münevver elinde tepsi ile geldi. İki bardak üst üste nane limon içen Şehribahar” yatacağım” dedi. Yatağına uzandı, yorganı kafasına çekti. Hayriye ile Münevver ona bir süre baktılar. Münevver’in esnemeleri, Hayriye’yi kızdırmıştı, “git yat” dedi sert sesle. Münevver yavaşça dışarı süzüldü… Hayriye yatağın karşısındaki sedire geçti oturdu. Bir süre daha Şehribahar’a baktı; kalktı, yüklükten yorgan, yastık aldı. Sedire uzandı, ortalık ağarıyordu…

Şehribahar’ın mavi kuşu yine pencere kenarında bir garip, bir meraklı içeri bakıyor, belli ki Şehribahar’ı görmek istiyordu…

Hayriye “şimdi ezan okunur, namaza kalkarım” dedi. Gözleri ağırlaştı, uykuya daldı… Kapının açılması ile uyandı. Büyükhanım kapıdaydı. Hızla yerinden kalktı. Büyükhanım:

“Ezanı duymadın mı? Çoktan okundu. Şehribahar’a baktı,

“Bir daha ağrısı olmadı değil mi? Hayriye yataktan kalkmış; saçını, başörtüsünü düzeltirken

” Yok, hanımım hiç ağrısı olmadı, uyudu” Büyükhanım:

“Neyse namaza kaldırmayalım. Kaza yapsın, baksana ne kadar bitap görünüyor; iğne ipliğe döndü yine. Yemiyor ne yapsan ne pişirsen yemiyor… Hadi çıkalım da biraz daha uyusun.”

Şehribahar gözlerini açıp camdan dışarı baktığında,

“Namaz! Namaz vaktini geçirmişim!”  Yerinden fırladı, iki adım attı, başı döndü yere yığıldı… Münevver içeri girdiğinde, Şehribahar’ı yerde baygın görünce çığlığı bastı;

” Koşun! Şehribahar Hanım bayılmış yerde yatıyor!” Kahvaltı yapılan yerde sesi çınladı… Hayriye ok gibi merdivenlere fırladı, koşarak çıktı… Büyükhanım da arkasından…

Hayriye kızın odasına girdiğinde, Münevver’i Şehribahar’ın başucunda ağlıyor buldu… Koşarak kızın boğazına, şah damarına parmağını tuttu. Derin bir nefes aldı... Büyükhanım içeri girdi.

“Ne oldu yine mi düştü kız? Ey Yüce Rabbim, ne oluyor garibime?” Hayriye’ye bağırdı

” Kaldırın yatağına!” İki kadın Şehribahar’ı omuzlarından, ayağından tuttular, yatağına yatırdılar. Büyükhanım:

“Söyle Mihrali’ye gitsin hekimi getirsin. Bu günlerde kaçıncı bu kızın düşmesi, kendini bilmemesi? Münevver sen de git, soğan getir, burnunda ezip koklatalım.” Münevver soğanla geldi, Büyükhanıma verdi. Büyükhanım soğanı yere koydu, elini yumruk yaptı, soğana vurdu; soğan parçalandı. Şehribahar’ın burnunun ucuna getirdi, soğanı parmakları ile sıktı; içinden çıkan gazlı suyun burnuna kaçması için çalıştı… Şehribahar öksürerek kendine gelmeye başladı… Soğandan nefesi açılmıştı ama genzi de yanmıştı; gözleri yaşarmıştı… Büyükhanım:

“Şehribahar topla kendini kızım, böyle olmaz; elimde eriyip gidiyorsun.” Şehribahar babaannesine baktı,

” İyiyim babaanne açıldım, namazı kaçırdım diye hızla kalktım, başım döndü, bir şeyim yok merak etme.” Büyükhanım torununun başına elini koydu,

“Üşüttün sen kızım, kendine dikkat etmiyorsun. Babaannenin sinirleri bozulmuştu, oğlu gelmişti aklına;

“O aslanlar gibi civan oğlum nasıl dağ gibi devrildi gitti; iki alçak kurşun aldı elimden, kara toprağa soktu…

Şehribahar’ın sırtını ovalarken daldı gitti…

Ümmügülsüm’le evlendiği gün demişti bana;

“Ana sana torunlar vereceğim, bu boş büyük evde çocuk sesleri çınlayacak her köşeden duyacaksın.”

Ama her istediğinde olduğu gibi, onda da felekle köşe kapmaca oynamıştı; evlendi, savaşa gitti, arada geldi. Ümmügülsüm döl tutmadı, az beklemedi karısı gebe kalsın diye; sonra Ümmügülsüm gebe kaldı... Ne çok sevinmişti… Sevinci çok sürmemişti. Ümmügülsüm kızını doğururken bağıra bağıra öldü… Civan Necef’im ağlayarak kapı önünde karısının sesini duymamak için kulaklarını kapatmıştı… O gün ilk defa görmüştü oğlunu katıla katıla ağlarken…

Şehribahar anasını hiç göremedi; helal sütünden içemedi. O gün ebenin kucağından Hayriye’nin kucağına verildi, ondan değil mi ki! Hayriye hep anası sanır kendini; hani haksız da sayılmaz, kendi çocuğu olsa bu kadar emek vermezdi.

Necef’im karısının ölümünden sonra deli divaneye döndü; kızını görmek istemedi, aynı yerde baba kız birbirine hasret, ömür geçirdiler… Zavallı oğlum çareyi afyonda aradı, afyona vurdu…

Son zamanlarında iyice bilmez olmuştu kendini. İtle, kopukla arkadaş olmuş, doğru yoldan çıkmıştı. Bir gün de, bir kavgada, iki serseri kurşuna gitti… Eve getirdiklerinde çoktan ölmüş olması gerekti; vücudunda kan kalmamış, balmumuna dönmüştü suratı… Bana emanetini teslim etmek için direnmiş Azrail ile belli ki pazarlık yapmıştı… Ölmeden az önce aklı biraz başına gelmiş,

“Ana seni üzdüm; ben gidiyorum, hakkını helal et anam” demişti. Benim içimi, canımı da yanında götürdüğünü bilmeden… Hakkım mı; ne hakkı! Evladına ananın hakkı ne zaman haram olmuş ki?

“Helal olsun, helal olsun ak sütüm kadar helal olsun” demiştim. Yüreğimden dışarı kan aktığını, içime dağıldığını hissettiğimde bahtların içinde bahtsız oğlum bana baktı, baktı…

“Kızım sana emanet; babalık yapamadım. Ben Ümmügülsüm’e gidiyorum anam... Sen sen ol, kızımı gönderme yanımıza, hep seninle kalsın. Benden emanettir sana… Anam o da anası gibi, babası gibi bahtsız olmasın; sen hep yanında ol, hakkını helal et” demişti, emanetini teslim edip gitmişti… Ben ağlaya ağlaya,

“Tövbe de oğlum günaha girme, Allah’ın bileceği iş; ah oğlum...´ demiştim. Sesim kısılana kadar bağırmış, gözümden akacak yaş kalmayana kadar ağlamıştım; tövbeler olsun, karşı mı gelmiştim Yüce Rabbime…”  Şehribahar’ın “babaanne” sesi ile daldığı geçmişinden silkelenerek uyandı.

” Şehribahar’ım ne oldu?”

“Babaanne açım, ben çok açım.” Büyükhanım hemen ayağa kalktı,

“Hayriye neredesin bak torunum ne diyor? Kadın hangi cehennemdesin?” Hayriye:

“Geldim hanımım geldim.” Büyükhanım:

“Yemek hazırlayın, Şehribahar “yemek yiyeceğim açım” diyor hadi durmayın…” Hayriye’nin yüzü aydınlandı sanki Şehribahar’ın gülen yüzünü görünce,

“Tamam, hanımım.” dedi. Koşarak çıktı. Şehribahar:

“Babaanne o kadar merak etme beni, bak on beş yaşını bitiriyorum neredeyse, artık büyük biriyim. Hasta olsam da iyileşirim, hem benim akranlarım…” Babaannesi derin bir iç geçirdikten sonra,

“Senin akranların gelin oluyor onu mu söyleyeceksin? Eğer onu diyeceksen…”

“Yok, Vallahi onu demiyorum, babaanne ben hemen evlenmek istemiyorum; benim akranlarım çok kuvvetli, ben neden değilim? Onlar evlendiler, ama ben evlenmek senden ayrılmak istemiyorum, Hayriye’den ayrılmak istemiyorum.”

“Bu nereden çıktı? Biz canımızın derdine düşmüşüz, sen evlenme derdine! Senin canın benden iyi bir dayak istiyor anlaşılan!” Şehribahar’ın yüzüne kan gelmişti, keyifliydi de.

“El insaf Babaanne, ben ne demek istedim, neler oldu? Valla anlamadım”. Kapı açıldı, önde Hayriye, arkasında hekimden çok hocaya benzeyen biri, içeri girdiler... Büyükhanım:

“Gel bakalım Maksut Efendi; senin ilaçların benim torunuma hiç yaramıyor. Bugün yine düştü, üstelik çağladan da karnı ağrıdı, kustu. Ama şunu bil Maksut Efendi, bu sefer vereceğin ilaçlara dikkat et; andolsun eğer ilaçlar iyi gelmezse… Maksut Efendi mahcup;

“Büyükhanım elimden geleni yapıyorum, ama kızımız benim dediklerimi yapmıyor ki! Ne kadar zayıf baksanıza; Gücü yok, o zaman da hastalık bitmiyor... Büyükhanım kızmıştı;

“Maksut Efendi; hadi bakalım konuşacağına torunuma bak. Maksut Efendi, Hayriye’nin yardımı ile Şehribar’ın sırtını açtı, kulağını dayadı,

“Öksür, daha yüksek, derin nefes al.” Şehribahar dediklerini yaptı. Maksut Efendi gözlerine, boğazına baktı…

“Büyükhanım, daha iyi buldum Şehribahar Hanım kızımızı, ama neden düştü anlamadım”. Büyükhanım:

“Sen anlamayacaksın ben mi anlayacağım Maksut Efendi? Sen ilaçları hazırla, getir hadi git durma zaman kaybetme… Maksut Efendi başı ile selam verdi çıktı… Büyükhanım:

“Kocamış bunak; bir halttan anladığı yok, biz yine kendi ilaçlarımızı hazırlayalım…”

“Hayriye… Hayriye sesim gelmiyor mu aşağıya?” Hayriye yine koşarak geldi,

“Buyurun büyükhanım.”

“Bir fincan zeytinyağının içine bir kaşık bal koy; biraz da karabiber at; iyice karıştır, az bir şey ısıt, bir beze yay, getir. Şehribahar’ın karnına koyalım, yemeğini de getirin artık, Maksut efendi gitti nasıl olsa, yer cücesi bir halttan anlamayan şifacı…

Yemekten sonra, bir de ballı ıhlamur yapın torunuma bir şeyi kalmaz.”

“Babaanne hiç canım istemiyor, ben sadece ıhlamur içsem?”

Babaannesi bu sefer kızmıştı,

“Şehribahar bana bak kızım; seni bu hale bu evdeki üç kadın mı getirdik? Hay Allah ne yapsak bu kıza?” Söylenirken iki kadın içeri girdiler. Büyükhanım:

“Nane limon içirin.” dedi. Dışarı çıktı… Yukarı odasında çarşafına büründü… Sokak ayakkabılarını ayağına geçirdi. Sokak kapısına çıktığında, evin hizmetlilerinden Mihrali,

“Büyükhanım, hayırlar olsun, nereye gidiyoruz?” Büyükhanım sert bir şekilde,

“Sen eve sahip ol, ben yalnız gidiyorum” …Hızla uzaklaştı.

Şehribahar, pencerenin dışından onu izleyen mavi kuşuna bakıyordu. Uykuya daldı. Genç kızın başörtüsü açılmış, omuzlarına düşmüştü. İpek gibi simsiyah saçları yüzünün bir kısmını örtüyordu. Hayriye saçlarını alnından, yüzünden kaldırdı okşadı;

“Ey yeri göğü yaradan Rabbim, Şehribahar’a şifa ver” ...Kıza baktı, içi acımıştı.

“O kadar takatsiz ki; Rabbim ondan gücünü, dermanını eksik etme…” Kapıyı yavaşça çekti, mutfağa gitti. Münevver yemek yapıyordu. Hayriye’nin yüzüne baktı, iç çekti…

“Hayriye abla, Şehribahar Hanım, niye böyle hep hasta?” Hayriye hışımla döndü,

“Sen işine bak, burnunu her şeye sokma; büyükhanım şimdi yemeği sorar.” Münevver:

“Yok ki! Gitti o.” Hayriye:

“Büyükhanım mı gitti?” Münevver başını salladı,

“Gitti, Mihrali söyledi” Hayriye:

“İyi ya, çabuk tut elini, daha yukarılar temizlenecek. Kilere git, et çıkar. Sütü mayaladın mı? Yoğurt bitmiş, akşama lazım.” Münevver

“Sütü mayaladım.”

Hayriye yine sinirliydi, çatacak adam arıyordu. Münevver hızla işlerini bitirdi; koşarak mutfaktan çıktı. Hayriye içeride başladığı kısık ağlamasına yüksek sesle devam etti. Sokak kapısının tokmağının vurulduğunu duyunca yerinden sıçradı; gözyaşlarını sildi, koşarak kapıyı açtı. Büyükhanım önde, bir sürü kadın arkada içeri girdiler. Gelenlerin arkalarından Şehribahar’ın odasına doğru yürüdü. Büyükhanım çarşafını çıkarttı, sedire fırlattı...

Kadınlar da çarşaflarını çıkarttılar… Büyükhanım genç kızın yanına gitti, gürültüleri duymamış olan torununa,

“Kalk kızım, uyan.” Şehribahar o zaman gözlerini açtı, etrafındaki kadınları görünce

“Yine mi? Babaanne yine o tütsüleri yakacak mısınız? Onlar benim başımı ağrıtıyor bana iyi gelmiyor…” Büyükhanım kızın söylediklerini hiç duymamışçasına Hayriye’ye;

“Büyük çarşafı getir, önce kurşun dökülecek! Hadi git getir!”

Hayriye yüklükte yorganların üstündeki büyük çarşafı indirdi… Kadınlar yüksek sesle dua okuyorlardı, Büyükhanım:

“Kalk kızım şöyle sedire gel, ortaya otur da kurşun dökelim”.

Şehribahar isteksiz kalktı, yataktan çıkınca üşüdü titredi. Hayriye orada duran yün şalı kızın omuzlarına örttü. 

Kadınlar dua okuyorlar, ellerindeki tütsüleri yakıp odanın içinde dolaşıyorlardı… Kadınlardan biri;

“Mangal lazım, kurşun dökülecek.” Hayriye kapıda içeriyi merakla gözetleyen Münevver’e,

“Mangalı getir!”, diye emretti… Hayriye Şehribahar’a baktı; ne kadar zavallı görünüyordu bu iri siyah gözlü, güzel Arap kızı…

Odadaki kalabalığın farkında değilmiş gibi pencereden dışarıyı gözetliyordu. Yine mavi kuş gelmiş, dışarıdan Şehribahar’a bakıyordu…Münevver mangalı getirdi, odanın ortasına koydu; kadınlardan biri sert sert Münevver’e baktı, mangalı aldı, duvar dibine götürüp bıraktı. Elindeki çıkından kulplu tasını çıkarttı, içine bir miktar kurşunu attı, erimesini bekledi. Münevver yine gitti; bu sefer ibrikle geniş bir sahan getirdi, kurşunu eriten kadının yanına koydu… Kadınlar hep bir ağızdan yüksek sesle dualar okuyorlardı… Elinde tütsü olanlar, duaların bitiminde tu, tu, tu diye önce Şehribahar’a, sonra odanın her tarafına tükürüyorlardı…

Hayriye Şehribahar’a bakıyordu. Doğduğu gün geldi gözlerinin önüne… Zavallı Ümmügülsüm nasıl bağırıyordu; canı acıyor, yer gök sesini duysun diye haykırıyordu…

 

Nazan Şara Şatana’nın İPEK MANTOLU ARAP KIZI kitabından…

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....