Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '14

 
Kategori
Felsefe
 

Sevginin kaynağı var mıdır?

"Sevginin kaynağı nedir?" diye sorduğumuzda, birinin başka bir kişiye yönelik olarak hissettiği olumlu duygunun, diyelim, kaynağı ya da kaynakları nelerdir diye soruyoruz. Kaynak derken kastettiğimiz şey ise sevgiyi sevgi yapan özsel ilk çıkış noktasıdır.

Açıkçası bu özsel ilk çıkış noktası, felsefenin de çok çeşitli alanlardaki temel sorusudur, burada fazla yapmaktan kaçmaya çalışsak da, kısaca şu söylenebilir ki, aslında bu tür sorular yanlıştır ve felsefe problemlerini üreten de yanlış sorulardır, yanlış sorulardır derken doğru sorular vardır demek istemiyorum, doğru soru yoktur, belki tutarlı soru olabilir, ki tutarlı sorularda ise cevap aramak anlamsızdır, doğru soru yoktur çünkü kullandığımız dil, Türkçe, İngilizce anlamında değil, soyut olarak beyinsel üretim olan düşünme, ortaya çıkan düşünce ve onun formu olarak hem imgesel hem sessel araç/dışavurum, bizzat soruyu ortaya koyarken bizatihi sorunu yaratmaktadır. Sevgi nedir, aşk nedir, bunların ilk kaynakları nedir gibi sorular sorduğumuz anda, cevap arıyormuş gibi görünüyorken aslında sorunu üretiriz ve üstelik bu çözümsüzdür, çünkü dil konuştukça, çözüm adına bile konuşsa, sorun yaratmayı sürdürmektedir.

Konuya tekrar dönersem, özsel ilk çıkış noktası bir hayal ürünüdür, gerçeklikle bağlantısı yoktur ve böyle soru sormak asla cevaplanamayacak bir sürü dilsel üretimin önünü açmaktır.

Bugüne kadar aşk ve sevgi ile bir türlü tanımın yapılmış olması ve hiçbirinin kesin, tam vs. olmaması, sorunun yanlışlığından, benim düşünceme göre ise dilin varoluşunun, varolmakla yarattığı sorundan kaynaklanır.

Ancak, düşünce dünyamız böylesine kendi kuyruğunu yiyerek beslenen ama hiç tükenmeyen sonsuz bir yılan gibi olsa da, gündelik hayatta, biz hiç bu çıkışsız sonsuz sürece dahil olmaya, soruyu doğruymuş gibi, cevabı gerçekmiş gibi yaparız ve devam ederiz. Hayat bizim düşüncemizin toparlamasını, yola konmasını bir formu vs. olmasını beklemez o akıp gider ve biz de akıp gideriz. Hayat aslında sadece budur. Salt bir oluştur. Oluş demek bile onu indirgemektir, ama insanız ve indirgemekten başka yapacak hiçbir şey yok. Varlığımızı önemsemeseydik, sadece susmamız gerekirdi, ama bari susmuyoruz, o zaman söylenebilecek en kısa kelimeyi söylemekle yetinelim, hayatı açıklamak için.

Kuyruğumuzu yemeye devam edelim: Sevginin özsel ilk çıkış noktası genelde, ulvi bir şeylere atfedilir. Böyle ne olduğu belirsiz bir derin sevgi, aşk diye bir şey vardır. Bir şekilde bir insan başka bir insana tutulur. Niye tutulmuştur, ilk özsel nokta nedir pek bilinmez ve açıklanamaz, ama bir şekilde herkes bu sevgiyi tanır ve onu yüceleştirir ve hayatta bir kez bile olsa yaşamak gerekir diye övülür.

Peki ama aşk nedir diye sorulduğunda bin farklı cevap verilir ya da verilmiştir.

Sevgi nedir sorusu da, benzer ve belki aynı sorudur.

Birini sevdiğinde niye seversin?

Cevaplar o kadar da kolay değildir aslında.

Örneğin, ailenden birini seversin, peki niye? Annem-babam olduğu için cevabı anlamsızdır, çünkü zaten aile kavramında içerilir. İnsan niye sever aileden birini? Bunun iki cevabı olabilir, birisi kalıtımsal olarak, yani biyolojik vs. olarak aynı yapıda olduğumuz için zorunlu olarak severiz. Diğeri ise ruhani bir cevaptır. Bunun pek çok açıklaması olabilir. İşte kader birliği yapmışsındır, çok yakınlaşmışsındır vs. Bu tür cevaplar üretilebilir, ancak yine de her cevap için, yeniden soru sorulabilir. Nihayetinde gelinecek bir ilk ve özsel nokta yoktur. Ama biz sadece varmış gibi yaparız ve orda kalırız. Çünkü hayat akıp gider ve biz de onla gitmek zorundayız. Bu işle mesleki olarak uğraşanlar bu işlere daha çok zaman ayırır, ama ne kadar zaman ayırırsa ayırsın, hasta gidicidir bir bakıma, daha çok cevap üretilir, ancak kuyruğunu yiyerek yaşayan yılan olgusu asla çözümlenemez, dediğim gibi bu aslında varolmaktan kaynaklanan, diğer deyişle, dil sahibi olmanın kendisinden kaynaklanan bir durumdur.

Ruhani boyutta biz yine de hayatla akıp gitmek adına bir cevapta kalabiliriz. Bu da bence şudur; varolmanın temel hedefi varolmayı sürdürmektir. Bu bir kavramsal zorunluluktur. Varlığın varlığını sürdürme eğiliminin en güçlü merkezi ise ailedir aslında. Varolan bir şey olarak beni, kendi varoluşunu sürdürmek adına beni varetmek üzere varlığını sürdüren varolanlar olarak ailemden daha yakın varolma olanağı olamaz. Evet, ailemizi hem onların varolanlar olarak varlıklarını sürdürmeleri açısından hem de onların varolanlar olarak varlıklarını sürdürürken, bununla hem eş zamanlı hem de art zamanlı olarak bizim varolanlar olarak varlığımızı sürdürmelerinin nedeni olarak severiz.

Burada yaptığım ayrım, bence, tüm ikili, üçlü ilişkilerde, doğayla, hayvanla, nesnelerle olan ilişkilerimizde yatan temel ayrımdır.

Çok iyi giden bir ilişki tüm karşılıklı çıkarların en iyi dengede olduğu ilişkidir.

Diyelim hayvanlarla ilişkiniz çok iyi, ama bunun hem hayvanlar için hem de insan olarak varolan hayvan için bir sınırı vardır. Sen onun alanına geçmeyeceksin, o da senin, yoksa birbirinizi parçalarsınız, buna hiç kuşku yok, çünkü varolanın temel eğilimi varlığını sürdürmektir ve varolan olarak varlığının bütün gücü buna odaklıdır, bu ise kavramsal zorunluluktur.

Bu izahı yaparken, çıkar sözünü dar anlamda anlamamak lazım. Dar anlamda çıkar, birinin biriini sahtekarlık yaparak kandırması ve kullanmasıdır, buradaki kasıt böyle bir anlam içermez.

Aşkın ya da sevginin özsel kaynağına ilişkin bir küçümseme de değil bu, sadece niteliğini anlamaya çalışma. Çünkü ancak, gündelik hayatta bir türlü akıl sır erdirilemeyen olaylar bu ilksel nitelikler -sandığımız- şeyler üzerinden anlaşılabilir.

Özetle her türlü ilişki karşılıklı yararlanmanın dengesinin dışavurumudur.

Bu dengenin oluşumunun bin bir türlü yolu vardır.

Aslında denge derken mükemmel gerçek bir dengeden de bahsetmiyorum.

Algı ile gerçeklik arasında görünüşte eşitlik vardır ancak geri planda farklılık vardır.

Algıda denge var sanılabilir, ancak gerçekte denge yoktur. İlişkiyi ya da sevgi denilen şeyi bu algı yürütür bir süre, ama tekerlek çık kısa sürede patlar ve gerçek ortaya çıkar.

Algıda dengenin nedeni, kişilerin sahtekar olmasından, saf olmasından, kurnaz olmasından, kafasının basmamasından, kişisel geçmişinin yarattığı sezgisel tıkanıklıklardan kaynaklanır. Bu tek taraflı olabileceği gibi, çift taraflı da olabilir.

Ancak şu kesinkestir, ilişkilerde dengeye kavuşmuş çıkarların dengesi bozulduğunda, sevgi de biter aşk da, çünkü o sevgiyi ve aşkı kuran aslında bu çıkar ya da yararlanmadır.

Evet, bana kalırsa, en dipte, sevgi ve aşkın kaynağı, varlığın varolma eğilimin sürdürmesinin imkanı olmasıdır. Daha yüzeyde ise bu eğilimin belli somut yaşam koşullarını içine almasıdır. Daha yüzeyde ise sahtekarlık, kurnazlık, saflık ya da mantıksallık içeren yaşantı gelir. En yüzeyde ise aşkın sevginin kutsallığına yönelik cilalı kısım yer alır.

Sevmek ve sevgi faaliyeti bu dört süreç içinde oluşuyor. Biz birini sevmişsek, gündelik hayatta, sevgi ilişkilerini yüceleştirsek ve bunda politik olarak haklı olsak da, -çünkü genel politika bizim tekil politikamız için de, hem zemin sağlar, hem de ona yaşam imkanı ve olanaklar sunar, bu yolla üretilmiş söyleme sahip oluruz, üstelik karşılığını buluruz, bunun için üretilmiş tonlarca malzeme vardır, hatta laflar bile vardır, bunları kullanırız, tekil için olan tümel için olur, tümel için olan tekil için olur- en temelde varolma içgüdüsü ile hareket etmekteyizdir. Biz bu söylediğim temel dışındaki hiçbir kutsal, yüceleştirme vs. nedeni ile sevmeyiz. Sadece bunun için ve bunu sağlayan için severiz.

Bu noktada bu düşünceye, erdem kavramı söylenerek itiraz edilebilir. Denir ki, biz erdemli insanları, sırf erdemli oldukları için seviyoruz. Buna cevap olarak erdem kavramının da bu temeldeki özsel çıkara hizmet ettiği var olduğunu söyleyebilirim. Ancak erdemin diğer benzerlerinden farkını da söyleyerek. Bu fark şurdan çıkar. Öncelikle herkesin erdemlisi başkadır. Bunu dediğim de, mutlak bir erdem kavramının olmayışı bu iddiayı çürütür. Ancak yine de, tek bir bakış açısının erdem kavramının farkına bakabiliriz, buna ilk söylenecek şeylerden biri, erdem kavramdır, ancak bir kişi üzerinde etkinlik olur, bir kişiden bahsetmeye geçtiğimiz zaman ise o kişinin saf bir erdem abidesi olmadığını söylemek gerekir. Bir kişi öyle zaman olur ki erdemlidir ama öyle zaman olur ki erdemsiz olur, peki biz yine sadece erdemli olduğu zamanlara bakalım, burda da söylenecek şey su, bu kişinin erdemli olup olmadığını bilemezsiniz, bu dipteki özsel çıkar için erdemli rolü yapıyor olabilir, ama pekala, rol yapmadığı zamanlar da vardır diyerek ona bakabiliriz, bu şekilde olayı daralttığımızda aslında, geriye erdemli olan insan diye pek fazla bir şey kalmaz, erdem de kalmaz, sadece bir kavram olarak erdem, özsel çıkarların hizmete soktuğu yüceleştirmenin gerçekliğine ikna olmamız adına üretilmiş bir tür bayrak görevi görür. Yani biz özsel çıkarlarımızı toplumsal hale getirmek için bu tür bayrakları kullanırız, yoksa başka türlü, tekil ve özsel olan, tümel ve toplumsal olamaz ve oradan bizi geri besleyemezdi.

Evet biz sevgiyi yüceltiriz, ama sandığımız gibi insanı ve varolmanın temel eğilimini aşan aşkın bir yücelik değildir, varolan olarak varlığımızı sürdürmek üzere çeşitli tabakalardan geçerek üretilmiş bir yüceliktir. Üretilmiştir. Kim tarafından? İnsan için, insan tarafından!

Sahtekarca çıkarlarımız olduğu için severiz.

Sahtekarca çıkarları olduğu için seveni, sevilmek çıkar olduğu için severiz.

Olağan çıkarlarımız olduğu için severiz.

Olağan çıkarları olduğu için seveni, sevilmek çıkar olduğu için severiz.

Bu dört tarzı algısallık, farkındalık çeşitlemeleriyle çaprazladığımızda pek çok versiyon ortaya çıkar. Bütün bu versiyonları sevme sürecinin çeşitli katmanlarıyla çaprazladığımızda ise bin bir türlü yaşantı ve sonuçları ortaya çıkar. Bütün bunları ise varoluşun diğer unsurlarıyla boyutlandırdığımızda hayatın kendisi çıkar.

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..