Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Sıla mı Gurbet mi? ( 3 )

Sıla mı Gurbet mi? ( 3 )
 

Benim köyüm yok ama ben birçok köyümü gezdim...


“Kaplıca”

(…yüreklere şifa olsun…) 

O yöreye Allah her türlü nimeti gani gani vermişti. Dağı taşı, mağarası, yolu, suyu, ormanı, çiçeği, arısı, koyunu, kuzusu; her yeri, her şeyi ve her canlısı bereket fışkırıyordu. Hatta toprağında ve güneşinde olduğu kadar suyunda da ayrı bir şifa, ayrı bir sıcaklık vardı. 

Yeni evlilerin, balkonlarından birinden baktığı bu otel de, bu yöredeki onlarca kaplıcanın en büyüğü ve en ünlüsüne aitti. 

Genç çift daha dün evlenmişler; dün akşam üstü otele gelmişlerdi. Baharın henüz ilk ayının bu ilk günlerinde evliliğe karar vermişler; her ikisi de çalıştığı için ancak beş günlük evlilik izni kullanabilmişlerdi. Genç kadın Halk Bilimi uzmanıydı, genç adamsa Arkeolog’tu. O İç Ege’nin en eski ama en mütevazı kalmayı başarmış şehrinde, aynı kurumda iki yıl beraber çalıştıktan sonra hayat son üç ay içinde, hızlı bir şekilde yollarını birleştirmişti onların. 

Genç kadın oteldeki bu ilk sabahlarında, bir taraftan odalarının balkonundan yemyeşil ağaçlarla kaplı ormana bakıyor, diğer taraftan da kaplıcanın sıcak sularından gökyüzüne yayılan buhar bulutunu hayret içinde izliyordu. 

Genç adam da, tam da aynı noktadan aynı güzelliği ve aynı gizemi seyreder gibiydi. Ama biraz daha yaklaşabilseydiniz adama, o gözlerde ufuk çizgisinin daha da ötesini görebilirdiniz, belki de… 

Adam, çiçeği burnunda eşine bir an döndü ve bir çırpıda şu sözleri söyledi: “Babam, şu otelin arkasına onlarca ağaç dikmiş, biliyor musun? Bu ormanlarda babamların da emeği var!..” 

Genç kadın, eşinin sözlerini işittiği o anda, elindeki çay fincanını düşürdü: 

”Bana, bunu yapmamalıydın. Daha evlendiğimizin ilk günü ve sen benimle dalga geçiyorsun!..” diye içinden acı acı sayıkladı. 

Oldum olası çok hassas çok duygusal yapısı vardı, kadının. Ama aynı zamanda hayat ona çok düşünceli, ağır başlı ve akıllı olmayı da öğretmişti. Kadın, her iki özelliğini de hiçbir zaman elden bırakmamıştı. Bunca sene hiç evlenmediyse bu taze gelin, tek sebebi de bu kişiliğiydi zaten. Hem çok duygusal hem de çok akıllı olmak. Bir kadın için, hepsi bir arada olunca oldukça fazla görülen, insana fazla yük getiren özelliklerdi bunlar. Bu yükün bile farkındaydı kadın. 

Şimdi karşısında oturan adamla, yani kocasıyla evlilik kararını üç ay gibi kısa sayılan bir sürede vermiş görünse de; evlendikleri şu günlerde kendisi otuz, eşi otuz beş yaşlarındaydı. Aynı kurumda çalışmaları, birbirlerini hem iyi tanımalarını sağlamış hem de bu ikisi de sessiz, sakin ve kararsız olan gençlere yakınlaşmaları için kurumda çalışan diğer kişilerin yardımcı olmalarına imkan vermişti. Belki de, kadının evlilik kararını bu yardımlar hızlandırmıştı. 

Kadın, derin düşüncelerinden bir anda sıyrıldı. Daha bir günlük bile olmamış eşinin onunla dalga geçmesine kırıldığını hatırladı. İçi yeniden aynı acıyla yandı. “Tamam” dedi, içinden yine. ”Onunla iki yıldır aynı kurumda çalışsam da, onun Güney Doğu’lu olduğunu son birkaç ayda keşfedebildiğimin intikamını alıyor benden. Onu anladım da… Bugünümüzü seçmemeliydi…” 

Genç adam eşinin elini tuttu: 

“ Ne oldu? Neler düşünüyorsun sen öyle? Yine sesin çıkmıyor? Sana biraz önce bir şey söyledim. Duymadın mı?” 

“Duydum. Ama ilk günden benimle neden dalga geçtiğini anlamadım?” 

“Doğru söylüyorum! Babam gençliğinde, bu otelin arkasındaki tepeye onlarca ağaç dikmiş kardeşleriyle…” 

“Nasıl olur Ahmet? Siz buralı değilsiniz ki?” 

“Buralı değiliz Selma. Ama babamlar yıllar yıllar önce buradaki köylerde on on beş yıl kalmışlar. Daha sonra kendi köylerine geri dönmüşler.” 

“İnanmıyorum! Yani sen bir anlamda buralısın da. Ve bizim bu şehirde bir köyümüz var. Hayatımda hiç köyüm olmamıştı. Seninle evlendim; iki köye birden sahip oldum…” 

Genç kadının biraz önceki üzüntüsünün yerinde yeller esiyordu. Heyecandan el çırpmaya, zıplamaya bile başladı. Zaten, oldum olası çok çabuk farklı duygu sellerine kapılırdı kadın. 

“Evet Selma. İkimiz de bu şehirden değiliz. Ama ikimizin de bundan sonra bu şehirde bir köyü olacak.” 

Genç kadın, yemyeşil dağlara tekrar baktı. Fakat bu seferki bakış daha sıcaktı. Kaplıcadan yükselen buhar bile ona pamuk şekeri gibi göründü. Mavi göğün üstünden, taa uzaklardan kaval sesi duyduğuna bile emindi kadın. Kahvaltı bittikten sonra genç çift çevreyi dolaşmak için otelden ayrıldılar. Bir süre kaplıca alanını gezdiler. Sonrasında genç adam eşine dönerek: 

“Babamların kaldıkları köy buraya üç beş kilometre ya var ya yok!..” diye söze girecek oldu. Genç kadın sözün yarısından daldı ve hiç duraksamadan:
“Hadi gidelim o zaman köyümüze!..”deyiverdi neşeyle ve kararlılıkla. 

“Nasıl? Yürüyelim mi yani?” 

Genç adam, hayatında hiç köy görmediğine inandığı İzmir’li narin eşine baktı. O çelimsiz haliyle eşinin, kilometrelerce yürüyeceğine hiç ihtimal vermiyordu. Fakat bunun yanında; eşinin yeni duyduğu bir köyü “köyümüz” diye sahiplenmesi de hoşuna gitmişti. 

Kadın, attıkları bir iki yavaş adımdan sonra durdu: 

“Bana bak! Sen benim yürüyemeyeceğimi mi sanıyorsun? Ben, bugün, o köye, gitmek, istiyorum! Üstelik unuttuğun bir şey var: Benim köyüm yok ama ben birçok köyü gezdim.” Adam, bir türlü karar veremiyordu. Sonra eşinin gözlerine baktı. Çok kararlı duruyordu o gözler. 

Saat sabah on civarında kaplıca otelinden köy yoluna doğru yola koyuldular. Adam, iki adımda bir karısına bakıyordu. Kadının gözleri yalnız ve yalnız yoldaydı. Defalarca adam eşine döndü, döndü ve baktı. Yok hayır! Eşi öyle yorulmuşa ya da yorulacağa benzemiyordu. Anlaşılan pes de etmeyecekti. Adam anladı; aslında, onun yolu zordu!.. 

Uzunca bir süre sessizce yürüdüler. O sessizlikte adamın da kadının da hayata ve yola dair neler düşündüğünü, hiç kimse hiçbir zaman bilemedi. Uzun ve tempolu yürüyüşten sonra karşıdan bir köy belirmeye başladı yavaş yavaş. Kadının kalbi küt küt atıyordu. Fakat, bu atış asla yorgunluktan değildi: Hayatında ilk defa bir köye, “benim köyüm” demeye az kalmıştı… Aslında eşi, onun Halk Bilimci olduğunu unutmuş olmalıydı. Güldü içinden…”Bana heyecanlı diyor; kendi benden heyecanlı. Bir şehir kızıyım ama ömrüm köylerde araştırma yapmakla geçti. Yüzlerce köy yolu gördüm ben. Yine de haklı heyecanlı olmakta. Babasının yıllarını geçirdiği köye gidiyor.” 

Köy tamamen seçilmeye başladı. Köyün tabelasını okudu:”Meramım” 

“Ne güzel bir isim! Kim bilir? Kim, kime, hangi meramını anlatmak istemiştir de; bu istek tüm yaylaya yayılacak kadar büyümüştür… İşte o gün bugün; köyün adı Meramım kalmıştır” diye düşündü Halk Bilimci. Sonra yeşil dağlara haykırmak istedi; ağaçların dalları arasındaki hayal maviliğe bakarak:”Hey sen! Meramını söyleyebildin mi?” O, kaval sesini yeniden duydu, içinde... Yüreğinin bu kadar hızlı atışından korktu genç kadın. Bu atış yalnızca adım attığı şu topraklarla, şu an’la ilgi değildi sanki… Yolla mı ilgiliydi acaba?..Ya da ya da sesle mi?.. 

Tabelaya bir kez daha baktı kadın. Sonra çevreye göz gezdirdi. Köyün etrafında bir sürü bağ ve bahçe vardı. Bir bahçenin yanından geçiyorlardı. Yetmiş beş seksen yaşlarında- belki daha fazla- aksakallı ama güçlü kuvvetli bir dede, bahçesine kazmasıyla su yolu açıyordu. Genç adam selam verdi: 

“Kolay gele Ağam!..” 

“Sağol oğul! Yolunuz nereye?” 

“Gökşirin köyüne…” 

“İyi iyi! Bizim komşu köydür. Az kalmış yolunuz… Dur bakim! Orada kime gidersiniz?” 

“Mahmut Hoca’ya gideriz Ağam!” 

“Nereden bilirsiniz Mahmut Hoca’yı?” 

“Mahmut Hoca’nın hanımı benim amcakızımdır…” 

Genç kadın şahit olduğu konuşma karşısında kulaklarına inanamadı. Eşinin bu şehirde yalnızca babadan hatıra bir köyü yoktu; bir de akrabası çıkmıştı şimdi. 

Aksakallı ihtiyar “Mahmut Hoca’nın hanımı benim amcakızımdır” sözlerini duyunca, sözün başından beri elinden düşürmediği kazmayı bıraktı; genç adamın taa yanına kadar geldi ve bir müddet alıcı gözle baktı bu gence… 

Kısık ama heyecanlı ve yürekten taşan bir sesle: 

“Sen, sen Bayram’ın oğlu musun?..” 

“Evet Amca’m. Ben Bayram’ın oğluyum…” 

“Bayram benim gençliğimde en iyi arkadaşımdı. Sizin aile burada çok iyi tanınır. Hala konuşuruz onları. Hepsi çok iyi, çok çalışkan insanlardı. Gökşirin köyü çalışkan olmayı senin ailen sayesinde tanıdı.” Alnında biriken boncukları sildi yaşlı… 

“Baban sağ mı oğul?..” 

“Hayır Amca’m. Onu daha yeni kaybettim…” 

“Çok üzüldüm şimdi. Nur içinde yat, Bayram kardeşim… Bak oğul! Bu karpuz tarlası benim. Daha olmadı karpuzlarım ama… Hanım kızımla bu yoldan her geçişinizde, ben olsam da olmasam da, girin istediğiniz kadar karpuz alın. Bayram’ın oğlu benim oğlumdur. Haa! Benim adım da Selim’dir…” 

“Sağol Selim Amca’m!” 

Ahmet ile Selma Selim Amcalarının elini öpüp de onun hayır dualarını aldıktan sonra yollarına devam ettiler. Meramım köyü ile Gökşirin köyü yürüyerek on dakika tutardı ancak. İkisi de kuş misali, uçarak gittiler Gökşirin’e… 

Köye girdiklerinde “Mahmut Hoca’nın evini sormaya ne hacet? İşte gökyüzüne uzanan cami minaresi... Ve işte onun yanında kerpiçten üç katlı ev... ” diyerek gözleri ışıldadı yolcuların. Ve saatler 11.30’u gösteriyordu. Köy, baştan başa yemyeşil gözüktü o an; yürümekten hiç yorulmamış genç kadına. Hani, saatin ilerlemesinden utanmasa, şen nağmesiyle Zehra’nın bahçesindeki horoz selamlayacaktı onları… Hava, sımsıcaktı… 

Kadın, kulaklarında çınlayan kavalın meramını anlamıştı; köyüne adım atarken... 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..