Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Haziran '17

 
Kategori
Edebiyat
 

SİLAHLAR SUSMADAN

SİLAHLAR SUSMADAN
 

Küçücük bir evde kiracıydılar. Evleri ne güneş görüyor ne de rüzgar alıyordu. Yazları fırın gibi sıcak, kışları buz gibi soğuktu. Boşaltılan bir köyden gelmişlerdi buraya. Aylarca bir yakınlarının evinde kalmışlar, yenilerde kiralık bu evi tutmuşlardı.

Hasan, inşaatta amelelik yapıyordu. Okula giden üç erkek çocuğu okul çıkışı mendil, sakız gibi şeyler satıyor aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Kız çocuğunun ikisi kuaföre çırak olmuştu. Kızların en büyüğü hemencecik şehirliler gibi giyinmeye başlamış, boyanıp cilalanmayı çabucak öğrenmişti. Bir de cep telefonu edinmişti kendine. Annesi:”Cep telefonunu nereden buldun?” diye sorduğunda hiç tereddüt etmeden “Kız arkadaşımın doğum günü hediyesi” demişti. Arada bir telefonu çalıyor, o da süslenip dışarı çıkıyordu. Ailesinden para pul istediği yoktu.

Geçmişte çektikleri sıkıntıları düşündükçe Tanrısına şükrediyordu Ayşe kadın. Aylarca sığıntı olarak çektiği acıları, onlarca kişiyle aynı odayı paylaşmak zorunda kalışlarını anımsıyordu. Nihayet kira da olsa başını sokacak bir yuvaya kavuşmuşlardı. Eşiyle birlikte olabiliyorlardı artık. Eh, sıcak yemekleri de pişiyordu.

Yaşı yetmişe dayanmış kayınpeder ve kaynana da onlarla birlikteydi. Neyse ki kaynanası uysal bir kadındı. Önüne ne koyarsan yiyor, halinden hiç şikayet etmiyordu. Ama kayınpeder farklıydı. Sığıntı oldukları evde hep susmuştu. Kiraya taşınalı beri ise dili çözülmüştü. Ne kenti seviyordu ne kentlileri.  Sürekli Kıvırcık Ali’nin ısırgan otu türküsünü dinliyor, sigarasını tüttürüyor, kendilerini bu duruma getirenlere küfürler savuruyordu. Sövmediği hiç kimse yoktu.

Olanları yaşamıştı, olacakları tahmin etmişti ihtiyar Hüseyin Amca. Adeta yalvarmıştı köyün gençlerine:”Yavrularım, etmeyin. Biz çok acılar yaşadık geçmişte. Oluk gibi kanlar aktı derelerden. Kendinizi olmayacak bir maceraya atmayın…” demişti ama kimseye dinletememişti kendini. Sonra olan olmuştu. Yerinden, yurdundan olmuşlar, bir toz bulutu gibi savrulmuşlardı ülkenin dört bir yanına.

Hüseyin Amca, karısıyla yalnız kaldığı her an:

-Hanım, ben köyüme geri döneceğim. Tanrıya borcumu orada ödeyeceğim, diyordu.

-Ağzından yel alsın, Allah gecinden versin, diyordu karısı.

-Döner misin benimle köye?

-Benim de gözümü açtığım yer orası. Gelirim ama izin vermezler köyde kalmamıza.

-Biz iki ihtiyarız. Kim, ne diyecek bize?

-Damlar çökmüştür, duvarlar yıkılmıştır. Tarlalar ormana dönüşmüştür.  Çeşmeler kurumuştur. Nasıl üstesinden geliriz bütün bunların ihtiyar halimizle?

-Ben ölmedim daha hanım. Gör, belim nasıl doğrulur? Gücüm, kuvvetim nasıl yerine gelir. Yıkılmışsa duvar, yeniden örerim. Çökmüşse dam, yeniden kurarım.

-Olmaz adam olmaz. Giden geri gelmez. Ne asker izin verir bize, ne dağdakiler rahat bırakır. Bak ocağımız kaynıyor. Başımızı sokacak bir yerimiz var. Unut köyü. Kendini alıştır buralara, yeni dostlar edin.

-Eğer buralarda ölürsem gözüm açık gider. Gel, dönelim köyümüze, diye yalvaran gözlerle bakıyordu karısına.

-Hepimizin sonu ölüm. İnşallah her şey düzelir. Hep beraber döneriz köyümüze. Sabret, biraz daha sabret, diye teselli etmeye çalışıyordu karısı.

Alışıldık haberler okunmaya devam ediliyordu televizyonlardan.

“…. Kırsalında teröristlerle askerler çatışmaya girdi. İki asker şehit olurken beş terörist etkisiz hale getirildi…”

-Gördün mü? diyordu karısı. Hala çatışmalar sürüyor oralarda.

Hüseyin Amca sesini kesiyordu ister istemez.

Yine benzer konuşmaların yapıldığı bir anda kapı hızlı hızlı vuruldu. Eşi kapıyı açtı. Gelen hemşerilerinden biriydi:

-Duydun mu Fadiş Yenge, dedi. Ali’nin oğlu çatışmada öldürülmüş. Daha on altı yaşındaydı zavallı. Üç ay önce dağa kaçmış. Anası, babası perişan haldeler.

Tüh, yazık olmuş! Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın.

-Bunlar akıllanmazlar, diye bağırdı Hüseyin Amca. Ölenler, hep fukaranın çocuğu olur.

-Sus amca. Yerin kulağı var.

-Kim duyarsa duysun. Benim yaşım yetmiş, işim bitmiş. Hiç kimseden korkum yok.

-Gidip bir başsağlığı dileyelim, dedi Fadiş Teyze eşine. Ne de olsa hısım, akraba.

-Ben gitmem, dedi Hüseyin Amca. Onların söz dinlemezliği yüzünden hasret kaldım doğduğum topraklara. Ölümün eşiğinde gurbete düştüm. Yek ekmeğe muhtaç oldum. Torosların fakiriyle benim aramda ne fark vardı? Onun da ayağı çarıklıydı benimki de. O da çavdar ekmeğiyle büyüdü, ben de. Sen gidersen git ama ben gitmem.

-Hüseyin Amca hastadır, dersin, dedi hemşerileri. Gidip başsağlığı dileyelim, haydi Fadiş Teyze.

Eşi, hemşerileri ile çıktı.

Hüseyin Amca yatağa uzandı. Gözlerini kapattı. Doğduğu topraklar girdi rüyasına. Ormanda sürüyle dağ keçileri dolaşıyordu. Çiçekler açmıştı. Karşı yamaçlardan keklik sesleri geliyordu.  Vadideki çay uğuldayarak akıyor suda renk renk balıklar oynaşıyordu. Birden gökyüzü bulutlarla kaplandı. Şimşekler peş peşe balkıdı. Gök kulakları sağır edercesine gürledi. Kan damlamaya başladı bulutlardan.  Yeşil çimenler kızıl kana boyandı. 

Uyandı Hüseyin Amca. Boncuk boncuk ter akıyordu vücudundan. Evin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Can havliyle koştu dışarıya. Komşu sokakta ağıtlar yükseliyordu. Merdivenin basamağına oturdu. Gözünü bir noktaya dikti. Rengi sapsarı geçmişti. İnsanlar geçiyordu sokaktan. Sadece bakıyor ve geçiyorlardı. Kimse sormuyordu halin nicedir, ne olmuş sana diye.

Torunları döndü okuldan. Dedelerinin yüzüne bakmadan, sürtünerek eve girdiler. Mutfakta ne buldularsa atıştırıp satış tepsileriyle kentin caddelerine yöneldiler tezelden.  Büyük kız torunu tam dedesine yaklaşırken telefonu çaldı.”Geliyorum.” dedi ve süslenip çıktı evden. Hüseyin Amca saatlerce oturdu merdiven basamağında. Hava karardı. Soba bacalarından dumanlar çıkmaya başladı. Genizleri yakan plastik kokusu sardı mahalleyi. Peş peşe aile bireyleri eve döndü. Akşam yemeği yenildi. İnşaat işçisi oğlu erkenden yatağına çekildi. Şu diziyi izleyelim, bu diziyi izleyelim kavgasıyla vakit gece yarısını buldu.

Hep yalnızdı Hüseyin Amca kalabalık arasında. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Yaz sıcakları yaktı. Kış soğukları titretti. Memlekette durum iyileşmiş haberi geliyordu ara ara. Ama uzun sürmüyor başka bir olay patlayıveriyordu. Bütün umutları sönüyor, dizinin bağı çözülüyordu o zaman. Eşi dahil diğer aile bireyleri durumu kanıksamıştı. Artık geri dönüş için kimse gün saymaz oldu kendisi gibi.

Kış ortasında güneşin güldüğü bir gün:

-Bu bahar her ne olursa olsun gideceğim memleketime, dedi karısına.

-Soğuktur oralar. Hele bir leylekler gelsin,dedi karısı eğlemek için.

Koskoca adam leyleklere bağladı umudunu. Dama çıkıyor saatlerce gökyüzüne bakıyordu. Yakın köylerde tarımla uğraşan komşularına:

-Hey komşu, leylekler geldi mi? diye soruyordu.

Bir gün bir komşusu:

-Gözünaydın Hüseyin Amca. Bu gün bir leylek gördüm, dedi.

-Yerde mi? Havada mı?

-Havadaydı.

-Nereye doğru gitti.

-Doğuya. Sizin memlekete doğru.

-Hazırlan, dedi hanımına. Bizim köyün leylekleri gitmiş.

-Daha kıştır, memlekette karlar erimemiştir. Yollar kapalıdır.

Terslendi Hüseyin Amca.

-Sen ister gel, ister kal, ben gideceğim. Artık nefes alamaz oldum. Dönmezsem köyüme bilin ki sonbahara çıkmam.

Durum ciddiydi. Fadiş Teyze uygun bir zamanı kollayarak oğlu Hasan’a:

-Oğlum, babanızı durduramaz oldum artık. Memlekete döneceğim diyor da başka bir şey demiyor. İzin vermezsek yığılıp kalacak bir gün. Gözleri açık gidecek.

-Tamam anne. Ben sorup soruşturayım. Durum nasılmış? Köye gidilmesine izin veriliyor muymuş? Sen biraz daha eğle babamı.

Hasan, sorup soruşturdu. Memleketten gelen haberler iyi yöndeydi. Terör olayları nispeten azalmış, insanlar kırlara çıkabilmeye başlamıştı. Kontrol noktalarının sayısı bir hayli azalmış diyorlardı.

Bir akşam eve erken döndü:

-Baba müjde, dedi. Memlekette durum iyiye gidiyormuş. Ben de memleketi göresiniz diye Pazar gününe iki bilet aldım. Anamla birlikte gider, oraları görür, birlikte geri dönersiniz.

-Sağol oğlum. Tuttuğun altın olsun.

Pazara tam beş gün vardı. Bu beş gün geçmek bilmedi. Nihayet Pazar günü akşamı kentlerine giden otobüse bindiler karısıyla. Hüseyin Amca çocuk gibi sevinçliydi.

-Memlekette ne var, ne yok? diye soruyordu ilgili ilgisiz herkese otobüste.

Çoğu yüzüne bakıyor ve yönünü çevirip susuyordu.

-Sus be adam! Rahatsız etme kimseyi. Sabret, sabaha gözünle görürsün her şeyi, diye uyarmak zorunda kaldı Fadiş Teyze.

Ama duramıyordu ki ihtiyar. Sustu, sustu ama sabaha kadar da gözünü kırpmadı. Ay ışığında dağları, tepeleri seyretti. Karısı dahil herkes uykuya dalmıştı. Derken tan ağardı. Belli belirsiz dağlarını fark etti doğduğu kentin. Heyecanlandı:

 -Uyan, dedi karısına. Bak Fadiş, bak. Bizim dağlar gözüktü.

Fadiş Teyze gözünü açtı:

-Dağlarda kar mı var ne?

-He, kar var.

Kar sadece dağlarda değil ovada da vardı yer yer. Anlaşılan birkaç gün önce kar yağmıştı.

Otobüs yamaç aşağı vadiye inmeye başladı. Vadide akmakta olan nehir coşmuştu. Hemen nehrin öte yakası kendi ilinin toprağıydı. Köprübaşına ulaştılar. Kontrol noktasında onlarca araç bekliyordu. Kum torbalarının arkasında nöbet tutan askerler vardı.

Yolcular alışıldık şekilde kimliklerini hazırladılar. Otobüse bir asker girdi:

-Hayırlı sabahlar. Kimlik kontrolü yapacağız. Lütfen herkes kimliğini çıkarsın, dedi.

-Kimliğimizi aldın mı? diye sordu karısına.

-Aldım, aldım.

Kimliklerini çıkardılar. Ama askerin gözü gençlerdeydi. Onların kimliğine bakmadı bile.

Kimlik kontrolü tamamlandıktan sonra yol verildi otobüse.

Köyleri, kente varmadan önceydi. Yaklaşık beş kilometre uzaklıktaydı ana yola.

-Yol çatında inelim, araç gelirse biner, gelmezse yürürüz, dedi karısına.

-Olur.

Hüseyin Amca, muavini çağırdı, inecekleri yeri söyledi.

-Tamam dede, bagajınız var mı?

-He,var ama kolayda.

Yol çatında otobüs durdu. Hüseyin Amca hızla otobüsten indi. Toprağa kapaklandı, öptü, öptü. Mis gibi havayı ciğerine çekti. Ellerini açarak:” Şükürler olsun sana Tanrım. Bana tekrar buraları görmeyi nasip eyledin ya. Şükürler olsun sana!” dedi. Gözyaşlarını tutamadı.

Muavin:

               -Valiziniz hangisi teyze? diye sordu.

-İşte elinin altındaki.

 Muavin aceleyle valizi bıraktı ve yavaşça ilerleyen otobüse atladı.

Hüseyin Amca doğruldu. Bir süre gözlerini kısarak doğduğu köyden yana baktı. Hiçbir baca tütmüyordu köyün üzerinde. Oysa hava soğuktu ve bacaların tütmesi gerekiyordu.

Kuşkuyla:

-Yoksa, kimse dönmemiş mi köye? dedi karısına dönerek.

-Bilmem, dedi Karısı. Kimin birbirinden haberi var ki? Her biri başka yöne göçtü.

-Haydi yürüyelim. Belki dönmüştür birileri.

Endişeyle köyün yoluna düştüler. Yol bozuktu ve yakınlarda taşıt gitmişe benzemiyordu. Yakılan ormanlar gürleşmişti. Köy vadide olduğundan evleri görmeleri zaten olanaksızdı. 

-Şu tepeye ulaşırsak ilk evi görürüz Fadiş. Haydi hızlı ol biraz.

-Esas sen yavaş ol biraz. Yığılıp kalacaksın be adam.

Hüseyin Amca dinlemiyordu. Çocuk gibi koşarak tırmanıyordu tepeye. Tepeye ulaştı ve durdu. Baktı, baktı. Göremedi dostunun evini. Gözlerini oğuşturdu yine baktı. Ama ev mev yoktu ortada. Fadiş Teyze yetişti bu ara.

-Ne oldu Hüseyin?

-Bizim Ali’nin evi karşıda değil miydi?

-He, tam karşıdaydı.

-Ama hiçbir şey gözükmüyor.

-Yıkılmıştır.

Yola devam ettiler. Yaklaştıklarında yıkılmış duvarları gördüler çalılıklar arasında.

Ne köpek sesi işitiliyordu köyden ne keçi melemesi. Oysa çok değil beş yıl önce binlerce keçi dolaşırdı buralarda. Eğilip baktı toprağa. Bir tek keçi pisliği, bir tek keçi izi gözükmüyordu.

İçine bir korku düştü. Anlaşılan bomboştu köy. Yine de umudunu yitirmek istemiyordu.

-Yürüyelim, dedi karısına.

Kendi evinin halini merak ediyordu. Evi ilk dönemecin ardındaydı. Karısını beklemeden dönemeci döndü ve yine donup kaldı. Evi yoktu yerinde. Sadece bir taş yığını, birkaç yanmış kalas kalmıştı geride. Dizinin üstüne oracığa yığıldı.

-Evim çökmüş! Evim darmadağın olmuş! diye inledi.

-Kendine gel adam. Canımız sağ olsun. Çökmüşse yeniden yaparız. Sanki yıkılan evi sıfırdan biz yapmamış mıydık?

-He, yeniden yaparız değil mi?

-Yaparız ya, sen yeter ki kendini bırakma.

Hüseyin Amca kendini zorlayarak ayağa kalktı. Bir hışırtı duyuldu çalıların arasından. Koca bir domuz sürüsü patika yolda ormana doğru koşuyordu. Sonra sessizlik çöktü ortalığa. O sessizliğin ortasında silah sesleri yankılandı vadinin derinliklerinde. İki helikopter tam üstlerinden geçerek vadiye yöneldi.

Yaklaştı, evinin dökülmüş taşlarını, yanmış direğini okşadı. Yanına çömelen ve sessiz sessiz ağlayan karısının omzuna dokundu.

-Dönelim Fadiş, dedi. Buraya kadarmış, haydi dönelim çocuklarımızın yanına. Silahlar susmadan hiçbir şey olmaz. Bu evi yeniden ayağa kaldırmaya artık bizim gücümüz yetmez.

 
Toplam blog
: 114
: 860
Kayıt tarihi
: 29.12.06
 
 

Osmaniye Düziçi doğumluyum. Sınıf öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği, il milli eğitim müdürlüğ..