Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Nisan '08

 
Kategori
Sinema
 

Sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney

Sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney
 

Gerçek adıyla Yılmaz Pütün (pütün:bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği), Adana’nın Karataş ilçesine bağlı Yenice köyünde doğdu. Doğum tarihi 1 Nisan 1937 olarak bilinse de bazı belgeler 1 Nisan 1931 tarihini verir. Çünkü babası Hamit Pütün, Yılmaz Pütün’ü uzun yıllar nüfusa kaydettirmemiştir ve bunu bir gün oğluna “Valla oğlum, ben seni yıllarca nüfusa yazdırmadım. Ne zaman doğduğunu tam hatırlamıyorum” diye anlatmıştır. Yılmaz Güney’e de sorulduğunda “Beni nüfusa kaydettirdiğinde kaç yaşımda olduğumu bilse ordan doğum yılımı bulacağım ama babam onu da bilmiyor”diye cevap vermiştir.

Babası Hamit Pütün, Şanlıurfa’nın Siverek ilçesine bağlı Desman köyünde büyümüş bir Zaza’ydı. Kan davası nedeniyle kaçtığı Adana’da Yılmaz Güney’in annesi Güllü Hanım ile tanıştı. Muş’un Varto ilçesinin Darabi köyünden olan Güllü Hanım ilk eşiyle geçinememesi üzerine iki oğlunu alıp Adana’ya gelmişti.

Güllü Pütün okuma yazma bilmezdi, dini inançları yüksek bir kadındı. Hamit Pütün de okuma yazmayı askerlikte öğrenmişti. Toprakları yoktu, yoksullardı. Yılmaz’dan sonra doğan Leyla adlı kızlarından sonra Hamit Pütün Sebiha Özaltun’u imam nikahıyla eve getirdi. O günden sonra Güllü Pütün’ün çektiği acılardanYılmaz Güney de payına düşeni almıştır. Zaten daha fazla dayanamayan Güllü Pütün Adana’ya gidip amcasının oğluna sığındı bir süre sonra da Yılmaz’la Leyla’yı yanına aldı.

Yılmaz Güney çok küçük yaşta çalışmaya başladı. Simit satıcılığı, gazoz satıcılığı, fayton sürücülüğü, bağ bekçiliği, pamuk tarlalarında ırgatlık yaptığı işlerden bazılarıdır. O zamanlar bir portakal almaya bile parası olmayan Yılmaz Güney yıllar sonra kazanacağı Altın Portakal’ı alırken sahnede o günleri anacaktı.

Sinemayla ilk karşılaşması on üç yaşındayken oldu. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği ucuz sinemalara gidiyordu. Hayranlıkla bahsettiği Galatasaray Sineması’na ise çok lüks olduğu için gidememiş; “İstesek parasını verip girerdik ama ne kıyafetimiz ne de yapımız uygun değildi o sinemaya.” O yıllarda film afişlerinin olduğu panoyu taşıyarak mahalle aralarında sinema reklamları yapmaya başladı. Zamanla reklam çığırtkanlığından makinist yardımcılığına geçti ve on dört yaşında makinist oldu. Köyden bir komşusunun makinist tanıdığı sayesinde And Film’in Adana bürosunda işe kabul edildi ve 7 lira yevmiyeyle pursantaj memuru (depoculuk-dağıtım görevlisi) oldu.(Bu işi daha sonraları Kemal Film’de ve Dar Film’de de yürüttü.)

Lisedeyken bir yandan da çalışan Yılmaz Güney okumayı çok seviyordu. Daha 17-18 yaşındayken kitaplığında 300-400 kitap vardı. Sanata sevgisi de ilk edebiyatla başlamıştı. Çeşitli kültür-sanat ortamlarına katıldı. Şiir ve hikaye yazıyordu, bir roman yazmayı çok istiyordu. “Doruk” isimli dergide de çalışıyordu ve “On Üç”, “Yeni Ufuklar”, “Pazar Postası”, “Bir” isimli dergilerde de yazıları yayınlanıyordu.

Gecikmeli olarak liseyi bitirdiği 1956 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Devam zorunluluğu olmadığı için daha çok Adana’daydı. Sanat-edebiyat dünyasıyla ilgisi devam eden Yılmaz Güney Yeni Ufuklar isimli derginin sorumlularından Vedat Günyol ile mektuplaşmaktaydı. Derginin Adana’da dağıtılması işiyle uğraştı. 31 Ağustos 1957 tarihli mektubu da şöyledir;

“Bu yıl İstanbul’a geliyorum. İktisat Fakültesi diye niyetlendim şimdiden. Sabah fakülteye, öğleden sonra da işe. Çalışacağım İstanbul’da. Çalışmazsam olmuyor. Burdan para gönderecek kimsem yok. İş buldum orada. Yine Dar Film’de çalışacağım. Film satın alma satma bölümünde. Benim işim bu zaten. İsterlerse muhasebelerini yaparım. Sizinle buluşmak, görüşmek çok zormuş…Demirtaş’la (Demirtaş Ceyhun) konuştum, şimdiden randevu almamı söyledi. İstanbul’a geldiğimde sizi nasıl bulacağım? Ben Ekim’in 3’ü veya 5’inde orada olacağım. Sizinle 6 Ekim Pazar günü buluşmamız mümkün mü? Pazar günü işiniz pek olmaz diye düşündüm. Yine siz bilirsiniz, uygun bir zaman söyleyin ben sizi bulurum. Dergi çıkar çıkmaz gönderirsiniz artık. Saygı ve hürmetler.”

Böylelikle Yılmaz Güney Hukuk Fakültesi’ni bıraktı ve 1957’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Artık İstanbul’da istediği sanat ortamındaydı. Edebiyatla olan ilgisini sürdürmekle beraber sinemada da daha aktif olmaya başladı. Sinemaya da ilk olarak edebi gücüyle katıldı ve senaryo yazmaya başladı. Bu başlangıcı da Yaşar Kemal romanlarıyla yaptı.

Yaşar Sadık Kemal Göğçeli, Yılmaz Güney ile ilk tanışmalarını özetle şöyle anlatmıştır;

“Yılmaz ilk defa bana geldi. Cumhuriyet’te çalışıyordum. Ben o zaman Cumhuriyet’e gelen mektupları okuyorum, röportaj yapıyorum, fıkra yazıyorum bir de makaleleri koyuyorum…Anadolu Bürosu’nu da sonradan ben kurdum. O zaman Babıali’de adım ağır işçiydi. O kadar çok çalışıyorum ki beni görmeye gelenlere yok dedirtiyorum. İçeriye yalnızca Adanalıları alabilirsiniz, demiştim. Kapıdakiler Adanalı birisi gelmiş deyince göndermelerini söyledim. Esmer, kara kuru bir çocuk geldi. İktisat Fakültesi’nde öğrenciymiş. Tünel’de bir pansiyonda kalıyormuş. Parasını veremediği için çıkmak zorunda kalmış. Paraya ihtiyacı varmış ve iş arıyormuş. Cevat Fehmi o zaman gazetenin genel yayın müdürü, ona gittim. Yılmaz bana bir hikaye okudu, baktım Türkçe’si sağlam. Cevat Fehmi’ye Yılmaz’ı methettim. O da bana bulursan bir işe al dedi. Tabii gazetede iş bulamadım. Sen ne iş yaparsın diye sordum. Her işsiz gibi ne iş olsa yaparım dedi. Birdenbire aklıma geldi ve Adana’da ne yaptığını sordum. Adana’da Alsaray Sineması’ndan Asri Sinema’ya, oradan açık hava sinemasına kaset taşırmış.

“Ben de o zaman ‘Bu Vatanın Çocukları’nı yazmış ve Dar Film’e satmıştım. Atıf Yılmaz filmin rejisörü. Atıf bana baş aktörü gösteriyor gösteriyor beğenmiyorum. Aradan dört beş ay geçti. Bunlar da filmi bir an evvel yapmak istiyorlar. Ben Atıf’a telefon ettim. Ona şöyle bir hikaye anlattım: Atıf bak ben geçen gün Adana’ya gitmiştim. Bir çocuğu çok beğendim. Yakışıklı, büyük de kabiliyeti var. Atıf , gönder, dedi. Yılmaz’a da al şu taksi parasını dedim, Atıf’a gönderdim. Yılmaz her şeyi cin gibi anladı. Bir sözleşme yaptılar üç bin liraya, yarısını da peşin verdiler. Yılmaz iki saat sonra geldi, daha önce kendisine verdiğim paraları iade etti.”

Bu şekilde Atıf Yılmaz’la yaşadığı ilk oyunculuk deneyiminde kendi gerçek adını kullanamadı. Çünkü lisede yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” hikayesinde komunizm propagandası yaptığı gerekçesiyle aranıyordu. Sinema dünyası için Pütün soyadını terk etti ve güneylerin çocuğu olduğu için kendine “Güney” soyadını aldı. Ancak bu da işe yaramadı ve Atıf Yılmaz’la Tatlı Bela filmini çekerken bir gün sette tutuklandı (15.06.1961) ve bir buçuk yıl hapis, altı ay Konya’da sürgün cezası aldı. Nevşehir Cezaevi’nde yatarken “Boynu Bükükler” adlı ilk romanını yazdı, bu romanla birçok ödül aldı.

İki yıl aradan sonra özgürlüğüne kavuşan Yılmaz Güney hemen filmlerinin başına döndü ve film çekmeye devam etti. Sinemada en verimli yıllarını geçiren Yılmaz Güney bir yıl içinde çektiği film sayılarıyla rekor kırdı. Ancak filmlerinde sansür sorunuyla baş başaydı. Özgürce filmler çekemeyen Yılmaz Güney’in dışarıdaki özgürlüğü de kısıtlıydı, polisten uyarılar alan Yılmaz Güney zaman zaman küçük sürgün cezalarına çarptırılıyordu. Türkiye’de ciddi siyasi olayların yaşandığı o dönemde Yılmaz Güney de düşüncelerini sakınmıyor ve çeşitli örgütlenmelere katılıyordu. Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan gibi insanlarla arkadaşlığı vardı. Mahir Çayanları Levent’teki evinde saklaması üzerine 16 Mart 1972’de, sol örgüte yardım ve yataklıktan tutuklandı ve 10 yıl ağır hapse mahkum oldu. (Bazı kaynaklar onları evine almadığını ya da Yılmaz Güney’in bunu inkar ettiğini söylese de Adana-Paris belgeselinde eşi Fatma Pütün (Güney)’ün anlattığına göre Yılmaz Güney onları kendi arabasıyla Levent’teki evine getirmiştir ve çatıda saklamıştır. Fatma Pütün, eşinin yakalanmasına rağmen ikisinin de asla pişman olmadıklarını söylüyor.) Neyse ki cezası çok uzun sürmedi ve iki yıl sonra 1974 yılında CHP-MSP hükumetinin “Cumhuriyetin 50. Yıldönümü” nedeniyle çıkardığı af yasasından yararlanarak tahliye oldu.

Ailesine ve filmlerine kavuşan Yılmaz Güney 5 Eylül 1974 günü “Endişe” filminin çekimleri için Adana’ya gider. Film çekiminden dönüldükten sonra Yılmaz Güney, arkadaşları ve film çalışanlarından bazıları 13 Eylül 1974 Cuma akşamı, lokantaya giderek yemek yiyip sohbet etmeye başlarlar. Yumurtalık ilçesi hakimi Sefa Mutlu ve eşi Nuran Mutlu da misafirleriyle birlikte yemek yiyenler arasındadır.

Yapılan sohbet esnasında filmin seslendirmesi için teybe yeniden silah sesi alınması konuşulur. Sefa Mutlu buna izin vermez ve bir tartışma çıkar. Bu sırada silahlar patlar ve Sefa Mutlu vurulur. Yılmaz Güney de aynı gece evine dönerken gözaltına alınır. Bazı tanıklara göre Hakim Sefa Mutlu, Yılmaz Güney’i küfürlerle tahrik etmiştir, bazıları ise Sefa Mutlu’nun Yılmaz Güney’e saldırdığını ve Yılmaz Güney’in kendini korumak isterken yanlışlıkla onu vurduğunu söylemiştir. Ama gerçek bir türlü öğrenilemez. Yılmaz Güney’i korumak isteyen arkadaşları aslında onun daha çok başını yakmıştır. Yeğeni Abdullah Pütün de suçu üstlenir ve savcılığa teslim olur. ( Adaleti yanıltmak ve silah taşımak suçundan hakkında dava açılan Abdullah Pütün 8 Ekim 1981’de evinin önünde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür.) Yılmaz Güney’in verdiği çelişkili ifadeler de cinayetin kasıtlı işlendiğine işaret olarak görülür ve 19 yıl ağır hapis cezası verilir. Oysa tahrik ve savunma gerekçeleriyle sadece 9 yıl ceza alması gerekiyordu. ( Eşi Fatma Pütün’ün iddialarına göre bu dava sürerken 9 yıllık cezaya onay veren iki hakim değiştirilmiştir.)

Yeniden hapishaneye düşen Yılmaz Güney boş durmaz, senaryo yazmaya ve izin verildiğ ölçüde film çekmeye devam eder. Bir de “Güney” isimli bir dergi çıkartmaya başlar. Ama attığı her adım ona ceza olarak döner , sıkıyönetim döneminde bu dergi yüzünden de yargılanır. Aldığı cezalar artık 100 yıla varmıştır.

Birçok cezaevinde kalan Yılmaz Güney en son İsparta Yarı Açık Cezaevi’ne sevk edilir. Yılmaz Güney, Kurban Bayramı’nın birinci günü olan 8 Ekim 1981 Perşembe günü, karısı Fatma Pütün ve oğlu Remzi Yılmaz Pütün ile İsparta Cezaevi’nde görüşme yaptıktan sonra 9 Ekim 1981 Cuma günü cezaevi savcı yardımcısı Cevat Altınay’dan “Muş’a annemi görmeye gideceğim” gerekçesiyle izin ister ve altı gün izin alır.

Yılmaz Güney, eşi ve çocuğuyla 11 Ekim 1981 Pazar günü Kemer Olimpos Motel’de 216 nolu odayı tutmuşlardır. Otelde kendisini tanıyan bir şahıs, “Ağabey geçmiş olsun. Cezanız bitti mi? Filmlerinizi ne zaman seyredeceğiz?” dediğinde Yılmaz Güney, “Allah’a şükür cezam bitti, yakında film çalışmalarına başlayacağım” karşılığını vermiştir.

Pütün ailesi, sabahleyin 08:30’da kahvaltı ettikten sonra otelden ayrılır. Yılmaz Güney, Türkiye sınırları içinde son kez 12 Ekim 1981 günü görülür ve izinli olarak çıktığı İsparta Cezaevi’ne bir daha geri dönmez. Bir balıkçı teknesiyle denize açıldıktan sonra yatla Rodos’a kaçan Yılmaz Güney ve ailesi oradan uçakla Paris’e geçer. Kendisine orada bir hayat kuran Yılmaz Güney son filmi Duvar’ı da orada çekmiştir. Bu filmin çekimi sırasında yaşanan olaylardan bir de belgesel film yapılmıştır. Bu belgeselde filmin çekiminde yer alan çocuklar ile Yılmaz Güney arasında geçen bir söyleşi vardır. Bu söyleşinin bir bölümü özetle şöyledir:

“Herkesin kafasında Türkiye’den neden kaçtığınıza dair bir soru var.”

“Hapishaneden kaçtım. Türkiye’den kaçmadım. Hedefimiz neresi biliyor musunuz arkadaşlar? Türkiye, Türkiye’ye gideceğiz. Türkiye’ye gitmenin bir tek yolu var. Türkiye’de insanlara, özellikle sizin gibi genç insanlara çok iyi yaşama koşullarının hazırlanabileceği ortam; eğer ortam hazırlanmazsa siz orada ne olursunuz biliyor musunuz? Bu dinamizmle gangster olursunuz. Kabadayılık hastalığına tutulur, hapishanelere düşersiniz. 20 sene, 30 sene. Kiminiz ölür, kiminiz kurşunlara dizilir. Kiminiz bir kadına hasta olur orada; genelevin, barın önünde vurulur, kiminiz esrar kaçakçısı, kiminiz sigara kaçakçısı olarak kaldırımlarda ölürsünüz. Bir tek kurtuluş var; devrim!”

Ancak Türkiye’deyken cezaevlerinde baş gösteren hastalık Yılmaz Güney’in yakasını bırakmaz. Mide kanseri olmuştur ve tedavi için çok geç kalınmıştır.

9 Eylül 1984 Pazar günü, saat 05:15’te (Türkiye saatiyle 06:20) Uluslararası Üniversite Hastahanesi’nde vefat eden Yılmaz Güney, 13 Eylül 1984 Perşembe günü, saat 15:30’da Paris’in Pere Lachaise Mezarlığı “Müslümanlar Bölümü”nde toprağa verilmiştir.

EVLİLİKLERİ

Yılmaz Güney her ne kadar “çirkin kral” diye anılsa da “yeşilçam”ın jönlerindendi ve birçok güzel kadının hayalindeki erkekti. Kısa süreli birçok flörtünün yanında Yılmaz Güney ilk ciddi birlikteliğini Birsen Can Ünal ile yaşadı. Hatta bu ilişkiden bir de kızı oldu, annesi ona “Elif” ismini verse de Yılmaz Güney kızına “Güney” dedi. Herkes onların evli olduğunu sanıyordu ama nikahları yoktu, yine de Birsen Can Ünal, Can Güney olarak anılıyordu.

Can Güney ilk hamileliğini yaşarken Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre ile ilişkisini öğrenince üzüntü ve stresten bebeğini düşürdü. Bu olay üzerine Yılmaz Güney yine eve döndü, bu arada Can Güney, Elif’e hamile kaldı. Bu birlikteliği Elif de kurtaramadı ve Can Güney altı aylık hamileyken Yılmaz Güney evi terk etti. Tehlikeli bir doğum atlatan Can Güney’i bir süre daha yalnız bırakmayan Yılmaz Güney sonunda Nebahat Çehre’yi sevdiğini söyledi ve gitti.

Film setlerinde başlayan ve “bir film gibi” diye anılan aşkın kahramanları Nebahat Çehre ve Yılmaz Güney 30 Ocak 1967 günü Hilton Oteli’ndeki törenle evlendiler. Ancak eşler arasındaki tartışmalar geçimsizliğe dönüştü ve Yılmaz Güney’in başka kadınlarla anılması da bu evliliği zora düşürdü ve 24 Nisan 1968 günü boşandılar.

Yılmaz Güney askerden döndükten sonra yine evlenmek ister ve ziyaret ettiği Mualla Özbek’e bu isteğini açar. Mualla Özbek sayesinde kolej öğrencisi 17 yaşındaki Jale Fatma Süleymangil ile tanışır. Jale Fatma Süleymangil’in o günlere dair anlattıkları şöyledir;

“1969 yılıydı. Sınıf arkadaşım Nadya, yönetmen yardımcısı olan Savaş Eşici adlı bir tanıdığını görmeye gideceğini söyledi, benim de kendisine eşlik etmemi istedi. Arnavutköy’deki set şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nin yanındaki ahşap bir köşkteydi. Filmin başrolünde Yılmaz Güney’in oynadığını söylediler. O güne kadar bu adı hiç duymamıştım. Oysa Yılmaz’ın en popüler olduğu dönemmiş. Zaten Türk filmlerine gitmezdik, züppelik bu ya. Tanıdıklarım sadece Hülya Koçyiğit ve Türkan Şoray’dı. O sırada bir adam bembeyaz dişleriyle bana gülümsedi ve “Siz benim rüyamda gördüğüm kızsınız” dedi. Utandım, gösterdiği ilgiye çok şaşırdım. Çok şakacı, sürekli konuşan, espirili bir insandı. Yılmaz Güney’le böyle tanıştım. Ertesi gün Nadya’nın telefonuyla uyandım. Bana ‘Yılmaz Güney seninle görüşmek istiyor’ dedi. Şaşkın bir şekilde ‘Benimle ne konuşacakmış?’ diye sordum. Ailem çok tutucu, Arnavut bir babam var. Ben ailenin üstüne titrediği tek kızıyım. Ayrıca milli burjuvazinin bir üyesi, olarak son derece konservatifiz. Aklıma estilçe dışarı çıkacağım, üstelik artistlerle gezeceğim, olacak iş değil… Yine de ne söyleyeceğini merak ettiğimden gizlice onunla görüşmeye gittim. Set bu sefer Kanlıca’daydı. Çekimden sonra Beykoz sırtlarında bir yerde çimenlere oturduk. Benim gözümde o zamanların modası olan kocaman pembe gözlükler vardı. Üstümde yine çok moda olan mini etek. Yılmaz gülümseyerek gözlerime baktı; ‘Eğer o pembe gözlükleri çıkartırsan dünyanın hiç de pembe olmadığını anlayacaksın’ dedi. Yılmaz’ın bendeki ilk izlenimi çok değişik biri olduğuydu. Sanki bana çok başka bir dünyadan sesleniyordu. Çok etkilnemiştim ama kendisine; ‘Ben sizinle arkadaşlık edemem, aile yapım da buna uygun değil’ dedim. Bana ‘Ailenin düşüncesi önemli değil. Beni sakın kimselerden sorma, sana kendimi ben anlatacağım’ dedi. Uzun bir konuşmadan sonra ayrıldık. Yılmaz Muş’ta askerlik yapıyordu, mektuplaşmaya başladık. Yardımcısı Abdurrahman Keskiner sabahları okulumun önünde bekler, Yılmaz’ın mektuplarını bana kendi elleriyle teslim ederdi…Bir gazetede ilişkimiz haber olunca ailemden, çevremden büyük tepkiler gelmeye başladı. Ailem ‘Bizim kızımız bir aktörle asla olamaz’ dedi. Odamı Yılmaz’ın dergilerden kestiğim resimleriyle donatmıştım. Bir gün babam odama girip, ‘Kim bu adam’ diye sordu. Ben de, ‘Ünlü sanatçı Yılmaz Güney’ diye cevap verdim. Babam; ‘Bizim fabrikada bundan yüz tane var’ deyip gitti. İçinde yaşadığım o lüks hayatın anlamsız olduğunu düşünürdüm hep. Ama orada çıkış neydi, neye tutunmaktı bilemiyordum. Benim yaşadığım dünyanın dışında bir dünya olduğunu Yılmaz gösterdi bana. Aramızda 16 yaş fark vardı. Daima kendisinin bana ihtiyacı olduğunu hissettirdi. ‘İki lisan biliyorsun, kültürün var, bana birçok konuda yardımcı olabilirsin’ dedi. Bana bütün ilişkilerini, hayatını, yanlışlıklarını anlattı. Bu arada ailem beni tahsil için İsviçre’ye göndermeye karar verdi. Amaçları Yılmaz’dan kaçırmaktı. Aslında o güne kadar benim de en büyük hayalim yurt dışında okumaktı. Ne var ki, benim için artık dünyanın temsilcisi Yılmaz Güney’di. O benim için büyük bir zenginlik, büyük bir kaynaktı. Evlendikten sonra ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım… Benim gözüm ne kadar mavi görünüyorsa da, aslında kara galiba. 18 yaşıma bastığım 1970 Haziran’ında anne ve babama mektup bırakarak evi terk ettim. Mektupa; ‘Anneciğim, babacığım beni affedin’ yazmıştım. Ne bir elbise, ne bir ayakkabı, yanımda sadece 7, 5 lira para vardı. Babam mektubu okuyunca küplere binmiş, ‘Benim Fatoş diye bir kızım yok, öldü.’ demiş. Anneme, anneanneme beni bir daha görmeme talimatları vermiş. Hatta o akşam bütün hakim ve avukat arkadaşlarını arayıp, beni Levent’teki evden alma çarelerini aramışlar. Fakat reşit olduğum için bir şey yapamamışlar. Evlendikten sonra ilk bayramda onlarla barıştık., Yılmaz’ı tanıyınca çok sevdiler. Neyse, Yılmaz o günlerde askerliğini tamamlayıp İstanbul’a dönmüştü. Levent’te tuttuğu evi çok nefis şeki, lde boyatmıştı. Kırmızı pancurları, bahçesinde gülleri olan bir evdi. Annesiyle birlikte oturuyorlardı. Evin eşyalarını birlikte seçmiştik.vapurla Karaköy’e geçip, bir taksiyle Levent’teki eve gittim. Evin önüne geldiğimde cebimdeki paranın yetmediğini gördüm. Kayınvalidemden para isteyerek taksi ücretini ödedim. Bu arada sette çalışan Yılmaz’a haber verdim, hemen koşup geldi. O akşam aileme birlikte gitmeye çok ikna etmeye çalıştı beni Yılmaz. ‘Beni tanıyınca düşüncelerinin çok yanlış olduğunu anlayacaklar’ dedi. Fakat ben baba evine dönmemeye kesinlikle kararlıydım. Bir ara, ‘Fatoş, benden çok gençsin, acaba seni zamansız dalından mı kopartıyorum, fırtınalı yaşantıma katmakla iyi mi ediyorum?’ diye hüzünlendi. Gitmeyeceğimi anlayınca beni annesine emanet ederek kendisi otele gitti. Ve 27 Haziran 1970 günü yıldırım nikahla evleninceye kadar ben o evde annesiyle kaldım, o ise otelde kaldı.”

Fatma Pütün, Yılmaz Güney’in son gününe dek tüm zor zamanlarında yanındaydı. Hapis ve sürgün yıllarında onun bulunduğu şehre taşınıyordu. Bir oğulları oldu. Yılmaz Güney ona Remzi Yılmaz adını verdi. Remzi, Boynu Bükükler adlı romanında kendi çocukluğunu anlattığı karakterin ismiydi ve oğlunun da yılmaz olmasını istediğinden bir de kendisinin çok yaşamayacağına olan inancından Yılmaz adını da verdi. Remzi Yılmaz Pütün (Güney), bir röportajda babasının o hapishaneden bu hapishaneye sürülmesi hakkında şöyle demiştir; “Düşünüyordum ki, ondan öyle çok korkuyorlar ki, hep daha uzağa, duvarlar ardına itiyorlar.”

Yararlanılan kaynaklar;

1)Ona Çirkin Kral Derlerdi/Belgesel film/Yön:Claude Weisz/1984/Güney Film-Gala Film

2)Adana-Paris/Belgesel film/Yön:Ahmet Soner/1994/Güney Film-Gala Film

3)birebir alıntılarla; Yılmaz Güney-Bir Çirkin Kral/Turhan Feyizoğlu/Ozan Yayıncılık

 
Toplam blog
: 39
: 2880
Kayıt tarihi
: 29.12.06
 
 

Sinema ve Televizyon bölümünde okuduğumdan sizinle sinema üzerine hasbihal etmeyi düşünüyorum... Si..