Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '07

 
Kategori
Türkiye Ekonomisi
 

Sosyal adalet için neo - liberalizm

Sosyal adalet için neo - liberalizm
 

Pek çok kişi bunun bir çelişki olduğunu düşünse bile, kanaatimce Türkiye’de sosyal adaletten yana olmak, neo-liberalizmden yana olmayı gerektirmektedir

Bendeniz de, su katılmamış bir sosyal adalet taraftarı olmakla birlikte, neo-liberal politikaları savunmakta; çünkü neo-liberalizmin Türkiye’de kalkınmaya ve sosyal adaletin sağlanmasına daha çok katkı sağlayacağına inanmaktayım.

Elbette burada bahsettiğimiz neo-liberalizm, günümüzde Amerikan hegemonyasını ve emperyalizmini devam ettirmek için gerekli politikalar manasında da kullanılan neo-liberalizm değildir. Neo-liberalizm derken, saf ve katıksız manasıyla felsefi, ideolojik veya ekonomik bakımdan neo-liberalizm kavramını kast etmekteyiz.

Günümüzde dünya ülkelerini, neo-liberal politikalar takip edenler ve etmeyenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkün bulunmaktadır. Fakat neo-liberal politikalar takip eden ülkelerin de, bu politikalardan yarar sağlayan ve sağlamayanlar olmak üzere ayrımı yapılmalıdır. Hiçbir sistem veya ideolojinin mutlak doğru veya mutlak yanlış olarak nitelendirilmemesi gerekir. Bir sistem bazı ülkeler için uygundur diğerleri için değildir. Neo-liberalizm için de mutlaka “bütün ülkeler için ideal bir sistemdir, bütün ülkeler liberal politikalar izlemelidir” demek mümkün değildir. Böyle bir saptama son derece yanlış olur.

Bu gün Venezuela, Kazakistan veya Türkmenistan için doğru olan sistem bence, devletçi veya sosyalist politikalardır. Yani petrol gelirlerinin çok uluslu petrol şirketleri tarafından paylaşılması değil, devlet tarafından adil olarak halka dağıtılmasıdır daha doğru ve akılcı olan.

Yakın gelecekte sanayi toplumundan çıkıp, bilgi toplumuna dönüşümünü tamamlayacak bazı ülkelerin de, liberal politikalara değil, sosyal politikalara ağırlık vereceğini tahmin ediyorum.

Ama ekonomisi sanayiye dayanan veya sanayileşmek isteyen ülkelerin, günümüz şartlarında rekabetçiliklerini korumaları, diğer bir ifadeyle sanayiye dayalı ekonomilerini sağlamlaştırmaları veya geliştirmeleri, ekonomik ve siyasal sistemlerini liberalleştirmelerine bağlı görünmektedir. Bu tip ülkeler liberalleştikçe ekonomileri büyümekte, işsizlik azalmakta, halkın refahı artmaktadır. ABD, İngiltere, İrlanda, Hindistan, Çin bu sürecin yaşandığı ülkelerdir. Buna karşılık Fransa ve Almanya gibi liberal sistemden uzak ülkelerde ise, ekonomik durgunluk, işsizlik ve memnuniyetsizlik artmaktadır. Son beş yıldır büyük oranlarda büyümesine rağmen, işsizliğin azalmayıp tersine arttığı ve dolayısıyla büyümeden geniş halk kitlelerinin faydalanamadığı Türkiye de, bu gruba dahildir.

Halbuki Türkiye, neo-liberal politikalardan büyük yarar sağlayacak ülkelerin başında gelmektedir. Dünyadaki bazı gelişmeler de, bunun büyük oranda doğru bir tespit olduğunu göstermektedir.

Bazı örnekler vermek gerekirse,

· Her türlü özelleştirme değil ama, doğru ve akılcı, verimlilik artışı sağlayan, kamunun, tüketicilerin ve rekabet ortamının menfaatine hizmet eden ve gelirleri doğru kullanılan özelleştirme politikaları, orta ve uzun vadede ekonomik gelişmeye, istihdam artışına ve refahın tabana yayılmasına hizmet etmektedir. Burada özelleştirmenin akılcı ve kamu yararına yapılması ve gelirlerinin çarçur edilmek yerine yine kamu yararına, (mesela sosyal politikalara veya zarar eden teşekküllerin ıslahına) kullanılmasının son derece önemli olduğunu tekrar vurgulayalım.

· Açık bir şekilde görülmektedir ki, iş hukuku kuralları sermaye lehine olan veya bunları sermaye lehine değiştiren ülkelerde işsizlik oranı hızlı bir şekilde düşmektedir. İşçinin kolay işe alınıp, kolay işten çıkarıldığı, yani işveren üzerinde özellikle ihbar ve kıdem tazminatı gibi yükümlülüklerin bulunmadığı ülkelerde iş veren, işler kötüye giderse kolayca işçiyi işten çıkarabileceğini bildiği için, ihtiyaç duyduğu anda işçi almaktan çekinmemekte, hatta bunu tercih etmektedir. Halbuki, iş veren üzerinde büyük yükümlülüklerin bulunduğu ülkelerde, ihtiyaç bulunsa dahi, iş verenlerin işçi almaktan imtina ettikleri, verimlilik artışı suretiyle, yani özellikle mevcut işçileri daha fazla çalıştırmak suretiyle üretim artışı sağladıkları görülmektedir. Bunun sonucu olarak, mesela İngiltere, AB genişlemesinden sonra en fazla göç almış ülke olmasına rağmen, işsizlik oranı % 4 gibi dünyadaki en düşük işsizlik oranına sahip ülkelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sistemde işten çıkmak veya çıkarılmak işçi için de büyük bir sorun teşkil etmemekte, iş verenler çok kolay ve rahat bir şekilde işçi aldıkları için, işçiler de çok kolay bir şekilde yeni iş bulabilmektedirler. Yani bu sistem, sadece bir işi olan işçiyi koruyan bir sistem değil, genel olarak işçi lehine bir sistemdir.

· Yatırımlar açısından bakacak olursak, yerli veya yabancı, sermayenin yatırım yapacağı ülkeyi seçiminde göz önünde bulundurduğu en önemli hususlardan birinin de hiç şüphesiz işçi maliyeti olduğunu görmekteyiz. İşçi maliyetinin düşük olduğu ülkeler, daha fazla yatırım çekmekte, bu sayede daha fazla istihdam yaratmaktadırlar. Bizde ise iş veren üzerindeki vergi ve sigorta pirimi gibi yükler, diğer gelişmekte olan ülkelere göre çok daha yüksektir. Bu sebeple, yabancı sermaye yatırımları bir yana, yerli sermayenin dahi işçi maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere yatırım yaptıklarını veya planladıklarını görmekteyiz.

· Yine açıkça görülmektedir ki, ağır ve karmaşık bürokrasi, yatırımları önlemektedir. Bürokrasisi basit ülkeler ise daha fazla yatırım çekmekte, böylece daha fazla istihdam artışı sağlamaktadır. Türkiye’de ağır bürokrasi yanında, rüşvet ve yolsuzluklar da, yabancı yatırım önünde büyük bir engel olarak kabul edilmektedir.

· İdarenin genel olarak yasakçı ve cezacı bir uygulamaya ve zihniyete sahip olması, serbest piyasa sisteminin layıkıyla işlemesini ve bu surette ekonomik gelişmeyi ve büyümeyi engellemektedir. Maalesef Türkiye’de, Gümrük Müsteşarlığı’ndan Maliye’ye; EPDK’dan Reklam Kurulu’na; Belediyelerden RTÜK’e, tüm genel idareye veya özerk kurumlara yasakçı ve cezacı bir kültürün ve uygulamanın hakim olduğunu görmekteyiz. Devletin, özel sektörü idari para cezaları ile boğması, sermaye birikiminin, yeni yatırımların, yeni istihdam olanaklarının hep zora girmesi sonucunu doğurmaktadır.

· Devletle özel kişiler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, yargının tam bir tarafsızlık içinde bulunması gerekir. Buna karşılık yargı uygulamasının, devletten yana ağırlık koyduğunu, sırf devlet lehine olsun diye açıkça hukuka aykırı kararlar verildiğini görmekteyiz. Devletle iş yapan yabancı yatırımcıların, uyuşmazlıkların çözümünde tahkim şartını dayatmalarının en başta gelen sebebi budur.

Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Ama bu kadarıyla bile liberalleşmenin sağlanması; özel sektöre ve yatırımcılara kolaylıklar sağlanması veya hiç değilse zorluk çıkarılmaması ve özellikle iş hukuku alanında, bir işi olan işçi lehine değil genel olarak işçiler lehine bir sistemin benimsenmesi, Türkiye’de yeni yatırımların önünü açacak, bu sayede daha fazla kişi istihdam olanağı bulacak, devletin vergi gelirleri artacak ve hiç şüphesiz bütün bu gelişmeler biraz olsun refahın tabana yayılmasına ve sosyal adaletin sağlanmasına yardım edecektir.

Liberalleşmeyi, “yabancı sermaye gelecek, ülkeyi soyup soğana çevirecek, kaynakları kurutup, halkı ve devleti daha da yoksul olarak bırakıp gidecek” şeklinde anlamamak gerekir. Böyle bir risk bulunmakla birlikte, bu risk liberalizmden değil, devleti idare edenlerin ehliyetsizliğinden ve beceriksizliğinden kaynaklanır. Devlet, özelleştirmede olsun, diğer politikalarında olsun, halkın ve kendisinin menfaatlerini koruyacak önlemleri aldıktan sonra, ne liberalleşmeden ne de yabancı sermayeden korkmak için bir sebep vardır.

Gönül isterdi ki, sanayileşmeye ihtiyaç duymadan, sanayileşme devresini atlayarak, doğrudan bilgi toplumu aşamasına geçelim; sanayi tesisleriyle ülkemizi kirletmek, yabancı sermaye çekelim diye taklalar atmak, neo-liberal politikalar uygulayalım mı uygulamayalım mı diye kafa patlatmak yerine, tüm dünyaya bilgi toplumu hizmetleri ihraç ederek refah içinde yaşayalım. Ama istihdam edilmesi gereken nüfusun büyüklüğü ve ortalama eğitim düzeyi göz önünde bulundurulduğunda, bu nicelik ve nitelikteki bir nüfusun istihdam edilebilmesi için sanayileşmekten başka alternatif görünmemektedir.

Daha fazla iş, daha fazla yatırım gerektirmekte, bunun yolu ise liberalleşmekten geçmektedir. Zira sermaye, kendisi için neresi elverişli, neresi daha liberal ise oraya gitmektedir.

Sonuç olarak, liberalizme sistematik olarak karşı çıkmak ne bilimseldir ne de mantıklı. Önemli olan liberalizmin geniş halk kitleleri için fayda sağlayıp sağlamayacağıdır. Eğer liberalizm daha fazla insana iş ve aş, daha iyi eğitim olanağı sağlayacak ise, sırf bu sistemin adı liberalizm diye buna karşı çıkmak hiçbir gerekçe ile açıklanamaz. Türkiye’de ekonomik, siyasi ve hukuki liberalleşme, aş ve iş sorunun çözümü, bu sayede refahın tabana yayılarak sosyal adaletin sağlanması için büyük önem arz etmektedir.

 
Toplam blog
: 8
: 1462
Kayıt tarihi
: 24.01.07
 
 

Söz uçar, yazı kalır. Düşünüyorum, düşündüklerimi yazmak ve paylaşmak istiyorum. 1975 Ankara doğu..