Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Haziran '07

 
Kategori
Söyleşi
 

Söyleşi Rüstem Batum

Söyleşi Rüstem Batum
 

Hayatta en sevdiğim şey fotoğraf çekmek.

“Adam olmak, insan olmak nedir, gerçek vatan sevgisi nedir? Vatan sevgisi denilen şeyin gerçekte vatandaşını sevmek olduğunu taşı toprağı sevmek olmadığını anlayacaklar.”

“Başbakan Bülent Ecevit yasaklıydı, TRT’ye çıkamıyordu, ilk defa ben çıkardım. Rahmetli Uğur Mumcu, rahmetli Ahmet Kaya keza yine öyleydi.”

Rustem Batum, CIZGILER, RENKLER ve TONLAR adını verdiği ve 3 ayrı bölümden oluşan sergisi ile dünyanın en önemli fotoğraf galerisi olarak da kabul edilen ve birkaç ay önce İstanbul’da sekizincisi açılan Leica Galeri’deki sergisinde buluştuk. Hayat, siyaset ve sanat sohbet ettik.

RÜSTEM BATUM RÖPORTAJ

Fotoğrafla buluşmanız nasıl oldu?

Brüksel’de I.A.D.( Institut des Arts de Diffusion)un Sinema-TV yapımcılık ve yönetmenlik bölümünden mezun olduktan sonra Türkiye’ye gelip üç sene kadar reklam filmi çektim. 1980’de Amerika’ya gittim, Los Angeles’a yerleştim, U.C.L.A’da profesyonel stüdyo fotoğrafçılığı ve tiyatro eğitimi aldım. Amerika’da 5 yıl süreyle hem SİPA Press için fotoğrafçı olarak çalıştım hem de reklam ve plak kapakları çektim. Üniversite’de iki sene fotoğraf ve tiyatro dersleri de almıştım. Türkiye’ye dönüncede yönetmen olarak reklam işine girdim, sonra stand-up yaptım sahneye çıktım oradan televizyona geçtim o arada fotoğrafçılık kaldı. Şimdi üç dört senedir fotoğrafa tekrar döndüm ve bir sene gibi bir zamandır da profesyonel anlamda fotoğrafçılık yapıyorum. Türkiye’deki ilk sergimi Ekim 2006’da 25. TÜYAP Kitap ve Sanat Fuarı’nda açtım şimdi en ciddi sergi burada olacak. Burası önemli bir yer ve dünyanın en prestijli fotoğraf galerilerinden biri. Burada sergi açabilmeniz için çok iyi bir fotoğrafçı olmanız gerekir. Dolayısıyla önemli bir geri dönüş oluyor benim için.

Amerika da sanatçı sayısı çok olunca fotoğraf işi de zor olsa gerek, siz bu anlamda zorluk yaşadınız mı?

Şöyle söyleyeyim, Los Angeles’da en az on bin tane fotoğrafçı vardır ve bunlardan aşağı yukarı ancak birkaç yüz tanesi fotoğraftan geçinirdi ve ben de onlardan biriydim. Çektiğim fotoğrafları gören herkes, Türkiye’de ki fotoğraflara benzemediklerini söylüyor. Ben bu işe merak sardım diye fotoğraf çekmiyorum. Bu işten hayatımı kazandım. Uluslararası alanda profesyonel bir fotoğrafçıyım ve elli dört ülkede yayımlanmış fotoğraflarım var. Bunların birçoğu da Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da dergi kapağı olmuştur.

Televizyonda aslında sadece show programı yapmıyordunuz, bir anlamda eğitici ve belli bir seviyeyi koruyan zekice bir anlayışı tanıtıyordunuz. Özellikle bu bozuk dönemde yeni bir şeyler düşünüyor musunuz?

Benim bitirme tezimin konusuda gelişmekte olan ülkelerde televizyonun topluma olan katkılarıydı. Kesinlikle televizyonu bir eğitim aracı olarak görüyordum. Bana diyorlar ki; talk show’u ilk siz yaptınız, şimdikiler böyle oldu şöyle oldu. İlk talk show’u yaptığımda sadece TRT vardı ve TRT’de neredeyse herkes yasaklıydı. Ben Star televizyonunda ilk başladığım zaman özellikle bu yasaklı kişilerin listesini yaptım ve her hafta yasaklı bir adam çıkardım. Başbakan Bülent Ecevit yasaklıydı, TRT’ye çıkamıyordu, ilk defa ben çıkardım. Rahmetli Uğur Mumcu, rahmetli Ahmet Kaya keza yine öyleydi. İki ay içerisinde sekiz dokuz tane yasaklı ve çok önemli konuğumu çıkardım. Benim felsefem şuydu; bu adamların konuşması lazım ve bu adamları dinletmek içinde yanlarına popüler isim koymalıyım. Uğur Mumcu’nun yanına mesela Tanju Çolak gibi isimleri koyuyordum. Gerçekte o konuklar çokta önemli değildi önemli olan konuşması gereken yasaklı isimlerdi. Mesela, bizim bir zaman ayarlamamızda vardı, diyelim Bülent Ecevit elli dakika konuşmuş diğer konuklar ise üç beş dakika konuşurdu. Bunu halk bilmiyor ama şimdi bilsinler artık, çünkü bugün diğerlerinin yaptığıyla benim yaptığımın arasında uzaktan yakından bir alaka yok. O zaman benim program yapma amacım buydu. Biz ne yaptıysak televizyonda bir ilkti. Bu iş dört beş sene devam etti, sonra yasaklı ya da programın formatına uyan konuk sayısı bitti. Benim amacım Uğur Mumcu gibi insanlarla tanışmak ve konuşmaktı, bir popçuyla değil. Zaten Uğur Mumcu’nun yanına çıkabilecek sanatçıda Sezen Aksu gibi örnekler olurdu. Onlar bitti ve işin tadı kalmadı. Şimdi sadece geyik yapıyorlar. Bugünkü talk showlara bir Başbakan, Bakan ya da bir Cumhurbaşkanı çıkar mı? Hangi Cumhurbaşkanı çıktı on senedir bir talk show programına? Söz konusu bile değil. Soramazsınız bile. Cumhurbaşkanı’nın kendisi bizim programa gelmek istedi.

Hazır sizi bulmuşken televizyon programları hakkında söyleyecekleriniz duyurmak isteriz.

Aslında bu konu ile ilgili söyleyeceğim çok şey var. Genellikle Türk kanallarını seyretmiyorum. Televizyonda sadece yabancı film seyrediyorum. Birkaç tane haber ve tartışma programı var izlediğim, NTV’de Can Dündar’ın programını seyrediyorum. Bir de, son iki sene Sky Türk’e insan Hakları eksenli bir program yapmıştım. En yeni bir şeyler söyleyen programlardan bir tanesi de bizim bu programımızdı. Çünkü biz yine başka yerde insanların korkup ta çıkaramadığı insanları çıkartıyorduk. Başka yerde yasak olan, korkulan, konuşulmayan ya da konuşulamayan konular üzerineydi. Biz devamlı Ermeni meselesi, Kürt sorunu, insan hakları, işkence, F tipi cezaevleri gibi konuları işledik bu programda.

Son günlerde yaşananlarla ilgili neler söylersiniz?

Andıç meselesi ilk defa olmuyor, daha öncede ortaya dökülmüş bir şeydi. Yine ortaya çıktı. Bence böyle bir çağda böyle bir şey yapmak ayıp. Akreditasyon meselesine de karşıyım. Falanca basın buraya girebilir diğeri giremez, olur mu böyle bir ayrım. Bazı insanlara bilgi vermezseniz yanlış bilgi alırlar. Herkese bilgi vermenizin bir sakıncası yok. Herkese açık olmalısınız. Andıç meselesinde bazıları diyor ki, her kurum bir liste yapabilir kendine göre. Her kurum bir liste yapabilir ama mesela lastik yapan bir firma olsa ve dese ki Hasan bu dükkana giremez, çünkü bizle ilgili yalan yanlış haber yapıyor, işte ancak bu anlaşılabilir bir şeydir. Ama burası Silahlı Kuvvetler olunca bir de orada maddeler var; suçlanan insanları son derece sakıncalı konumuna sokuyor. Böyle bir kurumda çok daha hassas olmak lazım diye düşünüyorum ve bana son derece yanlış geliyor. Sonrada kalkıp; efendim Amerika’dan falanca adresten orduyu yıpratmak için yayınlar yapılıyor gibi adresler vermek son derece yanlış. Yıllarca Amerika’da yaşadım, öncelikle hemen şunu da belirteyim ki; dindar falanda değilim. Değil Fetullahçı, dinle bile alakam yoktur. Dolayısıyla, herhangi biri dini veya tarikatı da savunmuyorum ama yalan yanlış şeyler söylenmesini de istemiyorum. Ben internet işi de yaptım, yıllarca internet portalı da işlettim. Bilen insanlar biliyor. Biz sizinle oturur internete gireriz, bir tane Avustralya’da adres alırız iki tane Japonya’dan dört tane Çin’den adres alırız. Ben sizin bilgisayarınızdan Japonya’da ki adresinize üç tane e-mail atarım oradan gelir. Dolayısıyla bütün Japonlar orduyu yıpratmaya çalışıyor diyebilir miyiz ya da Avustralya’da ki bütün mailler Sydney’den geldi demek ki Avustralyalılar orduyu yıpratmaya çalışıyorlar denebilir mi? Bunu yapan adamların hiç mi teknolojiden haberleri yok, hiç biri mi internet kullanmıyor. Dünyanın herhangi yerindeki bir adam bunu istediği bir bilgisayara yollar oradan da başka bir adam başka bir yere yollar. Bu komplo teorileri bana anlamsız geliyor. Şöyle de düşünebiliriz: Silahlı Kuvvetler içerisinde her zaman darbe yapabilecek insanlar var ve ayağınızı denk alın korkusunu yaymak için yapılıyor olabilir, eğer bunun için yapılıyorsa da belki de Silahlı Kuvvetlerin içerisinden birileri atıyor o mailleri dışarıya. Bu da bir teori ama diğerleri kadar geçerli. Benim, ordudan ve hükümetten beklediğim, eğer birileri darbe yapmak istiyorsa hemen cezalandırılıp görevden alınmalı. Ben ordunun içinde de iki kanat olduğunu düşünüyorum, bir taraftan ordu askerlikle uğraşmalı diyen, bir taraftan da memleketi biz yöneteceğiz diyen meraklıları var ve kendi aralarında çatışıyorlar. Eğer demokrasi yürüyecekse, her partinin; arkadaşlar, demokrasinin yürüyebilmesi için ordunun siyasete müdahalesinin önünün tamamen kesilmesi ve bundan sonra kesinlikle böyle bir şey olmaması lazım demesi gerekir.

Avrupa’da da, Amerika’da da yaşadınız. Özelikle 40’lı yıllarda özellikle Avrupa yönünün Amerika’ya çevrilmesi sosyal, kültürel eksikliği, kısacası bugünkü yozlaşmanın alt yapısını oluşturmuş olabilir mi?

1940’ların 50’lilerin, 60’ların dünyasıyla şimdiki arasında çok büyük fark olduğunu düşünüyorum. Ben 50’li yıllarda doğdum ve çocukluğumdan biliyorum; o zamanlar şimdiki gibi bir yozlaşma falan yoktu. O dönem insan kavramı, saygı kavramı vardı. Maalesef şimdi bunlar yok oldu. Amerika yüzünden oldu da denebilir, ama bizim insanımızda buna müsaitmiş be kardeşim, yani bunu da kabul etmek lazım. Çok dört dörtlük bir toplum değiliz. Ama burada gerçekten Amerikan filmlerinin ve televizyonlarının çok korkunç ve negatif bir etkisi var. Televizyonu açıyorsunuz, programların yüzde doksan dokuzu bizi aptallaştırmaya yönelik, yani özellikle böyle yapılıyor. Bir sürü şey gizleniyor ve bilmediğiniz hiçbir konu size verilmiyor. Bu durum Amerika’daki televizyonlarda da, Türk televizyonlarında da aynı. Adamların kafasını ne kadar saçma şeylerle doldurursak o kadar iyi mantığıyla işliyor. Dolayısıyla medyanın rolü, sanıldığından çok daha önemli. 1990’da ilk özel televizyon açıldığında, aynı televizyonda Ahmet Altan, Neşe Düzel ve ben program yapıyorduk. Şimdi televizyonlara baksanıza, bizim gibi adam mı kaldı? Bazı istisnalar dışında son derece cahil, kesinlikle siyasetle ilgilenmeyen, sosyal sorumluluk sahibi olmayan, rahmetli Özal’ın köşe dönücülük mantığından etkilenmiş, para kazanmak için her şey mubahtır neslinden bir sürü adam, hem konuk hem program yapanlar arasında. Burada yine devlet televizyonuna görev düşüyor; çok daha sorumlu bir yayıncılık yapmak zorunda. Devlet televizyonu emek harcanmış belgeseller, iyi kadrolar, dışardan uzmanlara yaptırılmış yayınlara yer vermeli. Özel televizyonlarla rekabete girmemeli.

Oysa bugün herşey izlenme sayaçları üzerine kurulmuş durumda, sizin döneminizde böyle kaygılar var mıydı?

1994 yılında reytinglerle ilgili program yapmıştım ama kanal beni kovmaya kalktı. Hâlbuki ben bir şey göstermeye çalışıyordum orada. Reyting sistemi nedir gibi. Memleketin yüzde sekseni cahilse, ekonomik açıdan güçsüzse ve belirli beğenileri varsa; çok daha basit ve anlaşılması kolay, eğlenceye yönelik programlar seyretmeyi seviyorlar ama biz bunları zaten biliyoruz, bunun için ayrıca bir araştırma yapmaya gerek yok. Biz devamlı insanlara bu tip programları vermeye devam edersek, kolaycı ve sadece tüketen insanların sayısını arttırıyorsunuz. Hâlbuki tam tersine deseler ki; arkadaşlar insanlara kendi bilgilerinin üzerinde bir şeyler verelim ki, ileriye gidelim. O zaman on senede herkes ileri gitmiş olur.

Fotoğrafa dönersek; kompozisyonlarınız için nasıl bir ortam ve göz kullanıyorsunuz?

Sanat konusunda fazla konuşmasını seven bir adam değilim. Konuşulanı da pek dinlemem. Benim ölçüm, fotoğrafta falanca konsept ya da bilmem ne yaptı gibi şeyler değil. Benim için iki tip fotoğraf var: iyi ve kötü, bu kadar basit. Ama diyeceksiniz ki, kime göre; bana göre. Benim elli yıldır geliştirdiğim eğitimim ve bakış açım. Dünyanın birçok yerini gezdim, binlerce fotoğraf çektim, sayısız müze dolaştım, kitap okudum, anlamaya çalıştım, filmler seyrettim. Benim kendime has bir gözüm vardır. İnsanlar bana çok farklı bir gözünüz varmış diyorlarsa, önemli olanda budur bir fotoğrafçı için. Bu nasıl oluşur dersek; bir sürü şeyin toplamıdır bence. Sanatta teknik eğitim verilir, sanat eğitimi verilmez. Birine resim yapmayı, fotoğraf çekmeyi, film yapmayı öğretemezsin. Bazı insanlar bunu iyi yapar, bazıları kötü yapar ama eğitimle herkese eşit başlama şans verilebilir.

Reklam fotoğrafçılığı nasıl bir çalışma gerektiriyor?

Reklâm fotoğrafçılığını ayrı bir kategoriye koymak lazım, reklâm fotoğrafçılığında başarılı olmak için yüzde elli yeteneğiniz varsa, yüzde elli de pazarlama yeteneği gerekir. Hatta okullarda yüzde yetmiş beş pazarlamaya ayırın, yüzde yirmi beş ise sanat yapmaya ayırın derler. Amerika’ya da uyan bir durum bu. Çok büyük bir rekabet var orada. Ben çok iyi fotoğrafçıyım diye evde oturup iş bekleyemezsiniz ama Türkiye’de oturabilirsiniz çünkü Türkiye’de her şeyden az vardır. Az ressam, az fotoğrafçı hele biraz da iyiyseniz sizi biri bulur çıkartır. Amerika’da en pahalı okula gidin, en iyi eğitimi alın, gece gündüz beş sene on sene ajans kapılarında yatıp kalkın, adamların peşinde koşmadıkça hiç bir şey olamazsınız. Dolayısıyla işin yarısı pazarlama ya da sizi pazarlayacak bir ajans bulmak tabi burada o da yok.

Bir fotoğrafın farklılığını ortaya koyan en belirleyici unsur nedir sizce?

Ben fotoğrafı çekiyorum ve kendime göre güzel olanı burada asıyorum. Beğenen beğenir beğenmeyen beğenmez. Benim gibi gören birisi, ne güzel fotoğraf der, diğeri ise bakar ve ne çekmiş bu adam der. Bu işin tarifi bu kadar, daha ötesi yok, varsa da teknik olabilir ancak. Fotoğrafınız bir şey anlatmalı, hikâyesi olmalı, sadece estetik kaygılarla çekilmemesi gerekir diye düşünüyorum. Hayatta en sevdiğim şey fotoğraf çekmek.

Sinema eğitimi aldınız sinemayla aranız nasıl?

Seyirci olarak sinemayı çok seviyorum. Belgesel yaptım. Film yapacak maddi imkanımı denkleştiremediğim için yapamıyorum. Onun için belgesel yapıyorum. Kamerayı kendim kullandığım için, bana daha kolay geliyor. Bir kamera ve bir yardımcıyla bir buçuk saatlik bir film çektim tek başıma ve üstelik filmin montajını da ben yaptım. Dijital bir kamerayla tek başıma yapabildiğim için herhalde, bundan sonra belgesel yapmaya devam edeceğim. DVD çıktığından beri evde film seyretmek daha cazip geliyor. Aşağı yukarı her gün bir film izliyorum. Film festivaline bilet aldım ve mümkün olduğunca da takip etmeye çalışacağım.

Kitaplarla aranız nasıl?

Son günlerde en severek okuduğum kitap Fidel Castro’nun anıları oldu. Okudukça gençliğimde de hayranlıkla duyduğum ama bu yaşta da okuduğum zaman gerçekten bu tip adamlar hayranlık duyulmayı da hak ediyorlar diye düşünüyorum. Adam olmak, insan olmak nedir, gerçek vatan sevgisi nedir? Vatan sevgisi denilen şeyin gerçekte vatandaşını sevmek olduğunu taşı toprağı sevmek olmadığını anlayacaklar. İnsanlar fakir kalmasın, aç kalmasın. Adam tüm hayatını buna adamış insan bütün bu detayları okudukça çok etkileniyor. Herkese öneriyorum, özellikle de gençlere.

RÜSTEM BATUM İstanbul’da doğdu. Saint Joseph Lisesini bitirdi. Brüksel’de I.A.D.( Institut des Arts de Diffusion)un Sinema-TV yapımcılık ve yönetmenlik bölümünden mezun oldu.Zoom Yapım’ı kurdu, yapımcı –yönetmen olarak 100 ü aşkın reklam filmi çekti. Los Angeles’a yerleşti, U.C.L.A’da profesyonel stüdyo fotoğrafçılığı ve tiyatro eğitimi aldı.A.B.D’de 5 yıl süreyle hem SİPA Press için fotoğrafçı olarak çalıştı hem de reklam ve plak kapakları çekti. Fotoğrafları elliyi aşkın ülkede dergi ve gazetelerde yayınlandı. Türkiye’ye döndükten sonra “İki Ters bi Düz Laflar” ve “Halamın Stand up’ları” adlı stand-up komedileri yazdı ve oynadı. “İki Ters bi Düz Laflar” ile Avni Dilligil Tiyatro Ödülü’nü kazandı. Milliyet Gazetesindeki yazılarının derlendiği “Rugan Ayakkabılı Hipopotam” adlı kitabı yayınlandı. “Rüstem Batum Show”, “Rüstem Batum’la 360 Derece”, “Rüstem Batum’la Söylenmeyenler” isimli TV programlarını hazırladı ve sundu. Bu programlar “En iyi Talk Show” ve 2004 yılında da Çağdaş Gazeteciler Derneğinin “En İyi TV Programı” ödüllerini kazandı. Yapımcı-yönetmen olarak dünyanın önemli 8 şehri ile ilgili “Rüstem Batum’un Gözüyle” adlı belgesel serisini yaptı. 2003 yılında yapımcı-yönetmen olarak İstanbul, Newyork ve Londra’da da gösterilen “Hangi Kıbrıs” belgeselini çekti. Son yıllarda , televizyon çalişmaları yüzünden yavaşlattığı fotoğraf çalışmalarına tekrar ağırlık verdi. Türkiye’deki ilk sergisini Ekim 2006da 25. TÜYAP Kitap ve Sanat Fuarı’nda açtı.

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..