Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Haziran '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Röportaj

Röportaj
 

TERRY EAGLETON

Felsefe, eleştiri ve İngiliz Edebiyatıyla ilgili eserleri, çalışmaları ile tanınan Terry Eagleton’ın, aslında bir İrlandalı olarak kendisinin de yaşıyor olduğu ikilemler üzerine söylediklerini, dikkate aldığımızda dünyanın bugün yaşamış olduğu açmazları da şekillendirebiliyoruz. Felsefeyi önemsemeyen, görmezden gelen bir toplum olduğumuz için belki de, Eagleton yabancı karşılanacak ama o kendisinden emin bir ifade ile "ben kimliğime inanıyor ve gurur duyuyorum" diyerek dünyanın hiçbir yerinde yabancılık hissetmeyeceğini söylüyordu. Terry Eagleton, “Teolojik Düzende İdeolojiler” başlığı altında Prof. Dr. Hüsamettin Arslan ile Arzın Merkezinde, Cemal Reşit Rey’de düzenlenen söyleşiye katılmak üzere geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelmişti. Eagleton’la edebiyat, siyaset, kültür üzerine özel bir söyleşi.

Yazınsal alanın derin analizini yapmış birisi olarak günümüz yazın alanını ve yazarlarını nasıl görüyorsunuz?

Dünyanın geneline baktığınızda yadırganacak derecede garip bir durum var ortada; öncelikle bugünkü politik arena oldukça büyük bir karmaşa içinde ama nedense bu durum edebiyat dünyasına, edebiyatçılara bir türlü yansımıyor. Politika ve politik şeyler üzerine yazmaktan çekiniyor yazarlar, dünyanın bazı yerlerinde azda olsa yazılıyor ama yine de yeterli değil. Genel olarak politik alandaki yazınsal durum; 60’lardan 70’lerden beri pek görülmüyor. Günümüzde politik eserler genellikle İngiltere, Fransa gibi metropolitan diyebileceğimiz yerlerden değil de, onlara göre daha marjinal kalan Hindistan, Türkiye, Güney Amerika gibi ülkelerden çıkıyor. Bu da benim için sevindirici ama diğerleri için oldukça şaşırtıcı bir durum.

Bu dünyaya ait olan ve olmayan nedir?

Bu dünyaya ait olmayan şey, çok idealist olan gibi algılanır ama oysa idealist olmak olması gereken bir biçimdir. Bence, özellikle sol düşünce bu dünyadan memnun olmamalı ve mutlaka idealist olmalı, günümüz dünyasından memnun olmamalıdır ve bambaşka bir dünyayı istemelidir. Tabi ki böylesi bir dünyayla bağıda olacaktır ama sol düşünce genel olarak hem bu dünyaya ait olan hem de ait olmayan olmalıdır.

Batı kapitalizminin tarihsel dönemlerinden günümüze geldiğinizde yaşanan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Batı kapitalizminde pek çok dönem vardı ve Marksizm de bunu gözetti. Post-Endüstriyel diyenler ya da başka bir isim verenler olsa da günümüzde, canavarın adı tektir ve bana göre; haklı olarak sol buna karşı çıkıyor. İlginç olan ise, son dönemlerde canavarın daha baskıcı olmaya kayması ve bu canavar kapitalizmin artan baskıcı tutumuna karşın soldan ayrılanlar olması. Kapitalizmin gelecekte daha korkutucu boyutlara ulaşacağının farkında olmalarına rağmen nasıl ilgisiz kalabiliyorlar. Burada dikkat çekmek istediğim kapitalizmin genel yapısı ve saldırgan tutumundan daha çok karşıt olanların parçalanması ve kolayca çözülmesidir.

Etnik kimlik, dinsel kimlik, ideolojik kimlik bir araya gelebilir mi?

Ben kimliklerin farklı olduğunu düşünüyorum ve bunların birleştirilmesi gerektiğini düşünenlerin ne derece doğru düşünüyor olduklarını tartışmak, sorgulamak lazım. Mümkün olur mu? Açıkçası bilemiyorum, ama önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. İnsanlar hangi kimliğe sahip olduklarını savunmak zorunda kalmamalı diye düşünüyorum. Mesela bana hangi kimliğe ait olduğumu sorduklarında böyle bir soruyu cevaplandırmıyorum. Ben, kim olduğumu biliyorum ve kim olduğumdan da memnunum ama bu soruyu cevaplayanlarda var. Ayrıca cevaplamak zorunda olanlarda, ama bunu yaparken hangi kimliğe ait olduğunuzu fark etmemeniz lazım, bunun oluşabilmesi için her kesim için bunun önemi kavranmalıdır yalnızca size ait olan bir ayrıcalık değildir. Şöyle ki; kimliğinizi bastırarak söylemek, ilan etmek değil kastettiğim şey, olması gereken bunu söylemenize bir ihtiyaç duyuyor olmamanız olabilir ancak. Kimliklerini bir endişe kaynağı olarak algılamamalı insanlar. Kimlikten önce insan olduğunu bilmeli ve karşısındakine de öyle hissettirmeli. Kartezyenlerin söylediği gibi; "O kadar da saydam değiliz, asıl canavarlar bizleriz ve zaten kim olduğumuzu da biliyoruz."

İnsan olmak tehlikeli bir şeydir aynı zamanda.

Sınırlarına hapsolmuş kapitalist ulusları küreselleşme nasıl etkiler?

Bir bakıma şu anda hiçbir ülke sınırlarına hapsolmuş durumda değil, geçirgen bir özellik dünyaya egemen durumda. İnsanlar, ürünler, eşyalar sınırları aşıyor. Sınırlar, ulus devletlerde daha da bir geçirgen olmuş durumda, son iki yüz sene içerisinde, tepeden inme bir şekilde ortaya çıkartılmış, hatta nerdeyse icat edilmiş uluslar var. Küreselleşmenin nasıl etkilediğini sorguladığınızda, küresel kapitalizmin ulus devletleri çok iyi kullandığını görürsünüz. Çünkü küreselleşmenin isteyip de yapamadığı bazı şeyleri ulus devletler istemese de zayıf olmalarından faydalanıp onlara yaptırmakta kapitalist güçler.

Kendisine ‘Uygar’ tanımını uygun gören Batı bu tanımın dışında kalanları ise etnik ya da kültürel zenginlikler olarak görmekte, bir batılı olarak bu genel ayrımın neresinde duruyorsunuz?

Batı ve diğerleri ayrımı diye bir şeyi doğru bulmam düşünülemez elbette. Batı- Doğu diye yapılan isimlendirmelere ben Kuzey- Güney diyorum. Latin Amerika, Güney Amerika, Afrika, Asya ya da Güney Asya gibi. 11 Eylül’den sonra bunu derinleştirmek istediler ama olmadı. Daha doğrusu bu ayrımları nazik bir sözcükle adlandırırsak “gelişmemiş ülkeler” belki burada daha yerinde bir isimle “aşırı sömürülmüş” ülkeler demek doğru olacaktır. Sorunun Batı ve Doğu arasında bir medeniyet ya da güç çekişmesi olarak da görmüyorum; burada yapılmak istenen, Amerika’nın tarihin sonunun geldiğini ilan ederek, kendisini muzaffer göstermesine karşı çıkan, direnen ülkelere saldırı planının bir parçasıdır. Biliyoruz ki; 21.yy. için Amerika’nın dünyaya hakim olma, fethetme planı var, bu planı uygulamaya doğru ilerliyor, bu plana karşı çıkanlar Amerika’nın kendi içindede var, Avrupa Birliği içindede, dünya basınında da… Doğu’da da var ve haklı olarak sonuna kadar da olmalılar. Söz konusu olan medeniyet olabilir mi ki; 19. yy. başlarında çatışmaların kültürel olduğunu söylüyorlardı, oysa bugün Amerikan halkının büyük bir çoğunluğu bile kendi yönetimlerine sırt çevirmiş durumda. Kapitalist saldırılarda artık egemen güçler daha saldırgan davranıyorlar. Amerika artık bana göre “anti-trajik” bir toplum, halkı her şeyi yapabileceklerine inandırmaya uğraşıyor iktidarları. Gücü artık yetmiyor buna ve bu saldırganlıklarının nedenine gelince de; başta yaşadıkları korku ve endişelerinden kaynaklanan nedenler var. Yani bu saldırgan tutum bir bakıma kendilerine güvenmedikleri içindir. Bir diğer önemli nokta ise Amerikan halkının günümüzde savaş karşı olması, cesaretimi kıran şey ise “savaşı kaybettikleri için savaşa karşı olmaları”.

Kültürü tarih seyrinde sorguladığımızda, yine burjuva sınıfının dünyaya dayatması ile karşılaşıyoruz. Bugün Batı’da kültürel değişimler yaşanıyor mu?

Elbette Kültür; artık burjuvazinin kendisini güvende hissetmesi için çözümmüş gibi desteklediği bir güç olmaktan çıkıp, siyasi söylemleri kullanmaya başladı. Kültür eski boyun eğme konumundan sıyrılıp burjuvaziyi tehdit eden bir yapıya dönüştü. 19. yüzyılda, antropolojinin Batı toplumunda yükseldiğini gördük, sonuçta batıda kitle kültürü ortaya çıktı ve kültür topluma mal oldu. Kitle kültürünün ortaya çıktığı dönem Joyce, Kafka gibi yazarların dönemidir. Bu dönem bir yandan da bunun metalaşmasına karşı gösterilen son direnç olarak tarihteki yerini aldı. Kültür her zaman derin ayrımları buluşturan bir olguydu. Cinsiyetiniz, siyasi kimliğiniz, diliniz, ekonomik-sosyal yapınız farklı olabilirdi ama burjuva bir arada Kültür başlığı altında bugüne dek toplumu buluşturdu. Bunun bir diğer adı da “Hümanizm”dir. Kültürün ön plana çıktığı, egemen olduğu dönemlerde İdeolojiler görünmez oldular ve bu görünmezlik aslında ideolojileri daha işlevsel hale getirdi. İnsanların bilinçaltına girdi ve günlük hayatta zaten özellikle ideolojiyi diretmeye gerek kalmadı. Bu süreçte kültür ideolojinin hayattaki eksikliğini burjuvaziye karşı kullanmaya başladı. Biraz önce değindiğim hayat içerisinde, insanların bilinçaltında yer bulması burada yansımalarını gösterecekti doğal olarak.

Entelektüeller ve akademisyenleri karşılaştırdığınızda, ayrışmayı nasıl tanımlarsınız?

Entelektüellerle akademisyenleri karşılaştırdığınızda, entelektüeller dağınıktırlar ve topluma bazı fikirler kazandırmayı hedeflemişlerdir tarihten beri. Akademisyenler ise toplumla pek işleri olmayan uğraşlarla meşguldürler. Mesela hatırladığım bir örneği aktarayım; akademisyen birisi tezinde bir sineğin cinsiyeti ile ilgili yıllarını harcamış ve sunmuştu. Elbette bu da olmalı ama toplumlar, yaşamlar, ideolojilerde göz ardı edilmemeli. Entelektüeller tarihin her aşamasında görevlerini yerine getirdi kanımca, Ortaçağ için tipik bir entelektüel Teolog, Aydınlanma çağında Filozof, 19. yüzyıl kamusal alanında bir biliminsanı haline geldi. Aslında bu bir tehlikeyi de doğurdu beraberinde 20. yüzyıl başlarında entelektüellerin yerini eleştirmenler aldı. Artık edebiyatla ya da diğer sanat dalları ile uğraşan kişiler toplumla birlikte bu ağır yükü paylaşmaya başladılar. Olması gereken de buydu; Habermas, Said gibi isimleri hayatın, aktif siyasetin dışında bir edebiyatçı ya da eleştirmenler olarak görebilir miyiz? Son zamanlarda dünyada gelişen çok kültürlülükle birlikte kültür teorisi ve kültür teorisyeni dediğimiz bir olgu ortaya çıktı. Kültür teorisyeni, daha fazla halkla iç içe, entelektüelliği tam karşılayan ve yaşayan kişi. Dolayısıyla bu kişi varlığıyla akademik ünvanların dışına çıkmış durumda.

Terry Eagleton

22 Şubat 1943 İngiltere doğumlu Terry Eagleton, Cambridge Trinity Koleji’nde doktorasını tamamlamıştır. İngiltere’nin bir çok önemli üniversitesinde görev almış ve halen Manchester Üniversitesi’nde çalışmaktadır. Çağımızın en önemli Edebiyat ve Kültür teorileri uzmanlarından olan Eagleton, özellikle Marxist edebiyat eleştirisi üzerine çalışmalarıyla tanınmaktadır.

Marxism’e dayalı materyalist bir eleştiri teorisi oluşturan Prof. Eagleton’ın teorisi birçok Marxist eleştirmenin çalışmalarının kuvvetli ve etkili yönlerinin sentezinden oluşmaktadır. Bu nedenle kendisini çoğu kez Heterodoks Marxist olarak ifade etmiştir.

Kariyerine 19. ve 20. yy edebiyatları üzerine yaptığı çalışmalarla başlayan Eagleton, sonradan Marxist edebiyat kuramına yöneldi. 1960’larda sol eğilimli Katolik bir gruba katıldı ve bir kaç teolojik makale ve “Yeni bir Sol Teolojiye Doğru” adlı kitabını yazdı. Yakın bir zamanda Eagleton, kültürel çalışmaları daha geleneksel edebiyat teorisiyle birleştirdi. En önemli eserlerinden biri olan “Edebi Teoriye Giriş”, çağdaş yazınsal alanların derin bir analizini yapmaktadır. Halen New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi önde gelen İngiliz yayınlarında politik olaylar üzerine yorum yazıları yayınlanmaktadır.

Eserleri:

Eleştiri ve İdeoloji (1976)

Edebi Teoriye Giriş (1983)

Teorinin Önemi (1989)

Kültür Fikri (2000)

Teoriden Sonra (2003)

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..