Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '08

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Sudan yoksunluk ve sefalet

Sudan yoksunluk ve sefalet
 

Dünyanın yoksullarının yaşadığı gecekondular sudan yoksun


Küreselleşme ve neo-liberal düzenlemeler aslında refah devleti uygulamalarına bir tepki olarak doğup, rekabeti arttırma ve böylece ekonomik durgunluk, yüksek enflasyon vb sorunların aşılmasını sağlayacak bir ekonomik büyümeyi mümkün kılma adına yapıldı. Refah devleti uygulamalarında devletin piyasalara dönük düzenleyici rolü ve orta sınıfın tabanını genişleterek kapitalist ekonomik gelişmenin yarattığı sosyal riskleri azaltmaya dönük finansmanı sağlamak için konan vergilerin giderek sürdürülemez hale gelmesi ekonominin merkezi figürü olan sermaye sahiplerinin tepkisine neden olmuştu.

Küresel ekonomide büyümenin düşmesi, petrol krizi sonrası enflasyonun fırlaması gibi olguların da yarattığı rahatsızlıklar ile Keynesçi yani ekonomide devletin düzenleyici rol oynamasını onaylayan ekonomi politikalarına karşı yükselen tepkinin ardında kârlılığın düşmesi olgusu vardı.

ABD’nin Keynes’çi yeniden dağıtım projesi içinde 1945'ten 1960’larin sonlarına kadar dünyadaki ekonomik pozisyonu sarsıntıya girmişti, soğuk savaş döneminde yapılan askeri harcamalar, Vietnam savaşı, 1973 OPEC krizi vs. derken artik uluslararası sistemde belirleyici olma pozisyonunu Japonya’ya, Almanya’ya hatta Sovyetlere kaptırabilme korkusunu taşımaya başlamıştı. Tüm bu gelişmeler ABD’nin aleyhine sonuç vermeye başlayınca ABD kendisinin kurduğu doların hâkim olduğu sistemi dağıttı. Çünkü dolar fazlasının ekonomi için bir risk taşıması, Avrupa başta olmak üzere geçmişte kendisine bağlı eksende yürüyen ekonomiler bağımsızlaşma riskini taşımaktaydı. ABD artık Küresel Kurumlar aracılığı ile işgörecekti. Bu süreçle birlikte dünya ekonomik sistemi tekrar değişir, aşağıdaki sonuçlar gerçekleşir:

(1) İMF ve Dünya Bankası gibi kurumların işlevi değişir, artik bunlar banka değildir. Ülkelerin ekonomilerini yapısal uyum programlarıyla değiştirmektedirler...

(2) 1960lara kadar yavaş yavaş kapanmaya başlayan dünyadaki uluslararası gelir dengesizliği tekrar dengesiz bir hal alır ve zenginler daha zenginleşirken, yoksullar daha yoksullaşır.

(3) Keynes’çi-devletçi rejimlerde 1960’lara doğru kapanmaya başlayan ülke içi gelir uçurumu tekrar büyür.

(4) Dünya’da 1980lerden başlayarak bir sürü kriz görülür... Krizler bulaşıcıdır... Dünya tarihinde bu kadar kriz ilk defa ard arda görülmektedir... Tabi suç “ekonomilerini yeniden yapılandırmayanlara” atılır ve ekonomilerdeki devletçi ağırlığın rekabet gücünün azaltması nedeni ile krizlerin baş gösterdiğini, yapısal uyum programlarıyla özelleştirmeye hız verip devletin ekonomideki ağırlığının son bulması önerilir.

Tabi tüm bunlar toplumun zayıf kesimleri için tam bir felaket anlamına gelecek ve refah devleti dönemi uygulamaları ile azaltılan sosyal riskler özellikle de yoksulluk ve sefalet artacaktır. Hâlihazırda OECD ülkeleri küresel nüfusun yüzde 19’uyla, küresel ticaretin yüzde 71’ini, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 58’ini yapmakta. Neo-liberal Yapısal Uyum Politikaları sonucu Gerçek ücretlerde ani bir düşme gerçekleşmekte, Sosyal hizmet politikalarında küçülme olmakta, Sosyal politika harcamaları ciddi biçimde azalmaktadır

Tüm bu olumsuzluklara karşılık Dünya Bankası ekonomik etkinliği artan ekonomilerin uzun vadede yoksulluğu azaltacağını iddia etmekte. “Düşük gelirli ülkelerin küresel pazarlara mamul mallar ve hizmetler üreterek dâhil olmasıyla, fakir insanlar kırsal alandaki fakirliğe mahkûm olmaktan kurtulacak ve şehirlerde daha iyi işlere sahip olacaklardır”

Görüldüğü gibi Dünya Bankası kırsal yoksulluğun düşeceğini söylemekte ama kentsel yoksulluk ile ilgili tek bir kelime etmemekte. Oysa İMF ve Dünya Bankası Politikalarının uygulanması sonucu kentsel yoksulluk sürdürülemez hale geldi. Nitekim 80 ülke on yıl önceki kişi başına düşen gelirlerinden daha düşük bir gelire sahiptir; 40 ülke yıllık yüzde 3’ten yüksek bir büyüme oranına ulaşmıştır; 55 ülkenin gelirleri 1990’dan yana düşmektedir.

En zengin ülkede yaşayan en fakir yüzde 20 ile, en fakir ülkede yaşayan en fakir yüzde 20 arasındaki gelir fark 1960’taki 30’a 1’den, 1990’da 60’a 1’e ve 1997’de 74’e 1’e çıkmıştır; Yüksek gelirli ülkelerde yaşayan yüzde 20’lik bir nüfus dünya hasılasının yüzde 86’sını, dünya ticaretinin yüzde 82’sini, doğrudan sermaye yatırımlarının yüzde 68’ini almaktadır.

Rusya’da en zengin yüzde 20’nin payı en fakir yüzde 20’nin aldığı gelirin 11 katıdır; 19 OECD ülkesinden sadece 1 tanesinde gelir dağılımda çok az bir iyileşme görülmüştür: 1996 yılından itibaren sözleşmesiz ya da farklı bir tür sözleşmeli işçilerin toplam işgücü arasındaki oranları Şili’de yüzde 30, Arjantin’de ise yüzde 36’dır.

Latin Amerika’da enformel sektörde istihdam edilenlerin oranı yüzde 58’e yükselmiştir ve yaratılan her işin yüzde 85’i enformel sektördedir. 1950’den bugüne bir karşılaştırma yapıldığında dünya nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan 73 ülkenin sadece 9’unda gelir eşitsizliğinin azaldığı belirtilmekte. Dışa açılma fakir ülkelerde fakirler ve orta sınıf gelirleri üzerinde negatif bir etkiye sahiptir. Gelir düzeyi ancak 5000–6000 dolar düzeyine geldiğinde –örneğin Çek, Cumhuriyetinde- dışa açılmanın etkisi alt gelir grupları için pozitif olmaktadır; Fakir ülkelerde ise dışa açılma zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olmasına yol açmakta.

Kentsel yoksulluk ve su ilişkisine gelince. Dünya Bankası ve İMF politikaları ile kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi sonucu suya ulaşma hakkı yoksullar için adeta imkânsız hale geldi, öyle ki su faturalarını ödeyemeyenler suyu tuvalet musluklarından temin etmek durumunda kalmış, bunun sonucu tifo ve tifüs nedeniyle birçok insan hayatını kaybetmiştir. Kentsel yoksulluğun yarattığı gecekondular ise lağım sisteminden yoksun bir halde yaşamakta, doğru düzgün su tasfiye sistemi olmadığından bu yoksul gecekonduları her yağmurda su baskınları beklemektedir.

Dünya Çapındaki gecekondulaşma olgusuna eğilen Mike Davis, Gecekondu Gezegeni isimli çalışmasında bu olguya dikkat çeker. Haiti’nin başkenti konumundaki Port-au-Prince’nin en büyük bölgesinde yaşayan bir kent yoksulu yaşadığı sefaleti şu sözlerle aktarmaktadır.

“Yağmur Yağdığında Cité’nin benim yaşadığım kısmı sular altında kalır ve evimi su basar. Zeminde su eksik olmaz, yeşil, pis kokulu bir sudur bu ve ortada yol filan yoktur. Sivrisineklere yem oluruz. Dört yaşındaki oğlumda bronşit, sıtma, hatta şimdilerde tifo var.. Doktor ona kaynamış su içirin, yağlı yemek yedirmeyin, suyun içinde yürümesine izin vermeyin dedi. Ama su her yerde, suya basmadan evden dışarı çıkması imkânsız. Doktor çocuğuma bakamazsam onu kaybedebileceğimi söyledi”

Kanalizasyon yokluğu hijyen ve hijyenik kentleşme konusunda yapılan onca reforma rağmen yoksullar için hiç değişmeyen bir sorun olarak ortaya çıkabilmekte. Üçüncü dünya olarak adlandırılan ve neo-liberal küreselleşmenin birer atığa dönüştürdüğü yoksulların yaşadığı kentler Davis’in yerinde deyimi ile “bok içinde yaşamaya” devam etmektedirler.

19.yy başlarında İngiltere’de, Paris’te kentsoylu sınıf, aniden pislik dolu bir havayı soluduklarını düşünerek kentsel altyapı devrimini gerçekleştirip pis su giderini kentin altından borular ile tasfiye etmeyi ve onun içme suyu şebekesine karışmasını engellemeyi başarmıştı. Aradan geçen zamana rağmen üçüncü dünya kentlerinin yoksul gecekondularında insanlar 19.yy Manchester’ını aratmayacak bir geri kalmışlık içinde yaşıyorlar. O dönemde üstü kapalı geçitlerin hemen dibinde yer alan tuvaletlerden etrafa yayılan sidik ve dışkı kokusu öylesine rahatsız ediciydi ki bugün bir kentli burunun buna tahammül edebilmesi olanaklı değil. O dönmedeki umumi helâlar o kadar pisti ki insanlar tuvaletin olduğu avluya kurumuş dışkı ve sidiklerin tam üzerine değilse de kenarına köşesine basarak girebiliyordu.

Aynı duruma günümüz Nairobi’sinde rastlamak olanaklı, çünkü yoksul gecekondularda genel tuvalet bile zor bulunan bir nimet.

“Nemli otlakta zig-zag çizerek ilerleyen yolların çoğu insan dışkısıyla doluydu… Üzerinden esen soğuk ve nemli rüzgâr bok ve sidik kokuları arasında o cılız sefalet, belirsizlik ve teslimiyet mırıltılarını taşırdı.”

Nüfusu 10 milyonu aşan bir megapole dönüşen Afrika da yer alan Demokratik Kongo’nun başşehri Kinşassa’da Kibera semtinde yer alan Lâini Saba gecekondu mahallesinde 40.000 kişi on tuvalet düşüyor (ki Tuvalet dediğimiz de bir kuburdan yani çukurdan ibaret) aynı mahallenin Mathare 4A adı verilen bölgesinde ise 28.000 kişiye iki tuvalet düşüyor. Hal böyle olduğundan gecekondu yerleşimcileri dışkılarını –ki “scud füzesi” adı veriliyor-çöp torbalarına koyup yol kenarlarına fırlatıyorlar. Daha trajikomik olan ise bu durumun bir geçim unsuruna dönüşmesi, mahalleden geçmek zorunda kalan şoförler eğer “geçiş kiraları”nı ödemezlerse araç pencerelerinden bir “scud”un içeriye düşmesi içten bile değil. Bu tehdidi savuranlar ise Kinşassalı tinerci çocuklar.

Hindistan’ın görkemli gökdelenlerinin göğe doğru uzadığı iş ve finans merkezlerinin yer aldığı Cakarta’da ise 700 milyon kişi def-i hacetlerini açık havada yapıyor. Hindistan’da 22 Gecekondu mahallesinde yapılan bir araştırma ortaya çarpıcı sonuçlar koyuyor. Bu mahallelerin 9’unda hiçbir tuvalet tesisatı mevcut değil.10’unda ise 102.000 kişiye 19 tuvalet düştüğü saptanmış durumda. Bombay’da tuvalet yokluğu nedeni ile ihtiyaçlarını dışarıda yapmak durumunda kalan insan sayısının 5 milyon civarında olduğu sanılıyor.

Yoksulların su kapsamında yaşadığı felaketlerden biri de su baskınlarında dayanıksız evlerinin başlarına yıkılarak ölmeleridir. Kasım 2001’de Cezayir’deki Bab el-Oued, Frais Vallon, Beux Fraier adlarını taşıyan yoksul gecekondu yerleşimleri sel ve çamur içinde kalmış ve bu felaket neticesi 900 insan hayatını kaybetmişti.

Bu felakete kayıtsız kalan yöneticiler yaşanılan felaketi “Allahın Takdiri” olarak yorumlayıp bunu önlemenin bu nedenle mümkün olmadığını göstererek üçüncü dünya ülkelerindeki yönetici sınıfın kendi halkına nasıl yabancılaştığını göstermişlerdi. Felaketin nedeni ise İslami Selamet Partisi militanlarıyla yapılan çatışmalarda hükümet güçlerince gecekonduların kurulduğu tepede yer alan ağaçlar yok edilmiş ve kanalizasyonlar da tıkanmıştı. Diğer yandan rüşvetçi yerel yöneticiler nehir yatakları üzerine kurulan dayanıksız ve inşaat kalitesi çok kötü olan konutlara izin vermişlerdi.

Tüm bu olgular İMF ve Dünya Bankası destekli “yapısal uyum politikaları”nın kent yoksulluğunu nasıl bir sefalete dönüştürdüğünün, sosyal politikalardan “ekonomiyi rekabete açabilmek” için yapılan kısıntıların ne tür felaketlere dönüştüğünün adeta yaşayan bir kanıtı.

Temiz su yokluğu nedeni ile her gün çoğu iki ya da üç yaşını göremeden hayatını kaybeden bebeklerden oluşan 30 bin insanın ölümünden kimlerin sorumlu olduğu çok açık.

Tüm bu yoksulluk ve sefalet yeterli değilmiş gibi Dünya Bankası ve İMF kredilerinin bir ön koşulu olan suda özelleştirme dünya ölçeğinde iş gören çok uluslu su şirketleri için çok büyük kârlar anlamına gelirken, yoksullar içinse sefalet anlamına geliyor

Suyun kamusal dağıtımının özelleştirilmesi için bastıran bu neo-liberal küreselleştirmeciler bu kararlarının sonuçları karşısında pek de duyarlı değiller, şirketler ise acımasızlıkta hiçbir beis görmeyen bir tutum içindeler. Ama sudaki özelleştirme her zaman çok uluslularca yapılan bir şey değil, kimi zaman Nairobi’de olduğu gibi yerel şirketler de yoksullara fahiş fiyatla su satabiliyorlar.

Nairobi Belediye başkanı yoksul Kibera semtindeki gecekonducuların satın almak durumunda kaldığı belediye suyunu Amerikalı ortalama bir vatandaştan beş kat fazla fiyatla satın almak durumunda kaldıklarını belirterek “Nairobi’nin zengin insanlarının zenginliklerini yoksul insanlara ayrılan hizmetler üzerinden sağlaması utanç verici” olduğunu söylüyor.

Bu suyu satın alacak gücü olmayan yoksullar ise ihtiyaçlarını lağım suyu kullanarak, yıkanmayarak, temizlenmeyerek ve tuvalet ihtiyacını açık havada yerine getirerek, kuyu suyu ya da yağmur suyu kullanarak veya patlak borulardan su çalarak karşılıyorlar. Tanzanya’nın en büyük şehirlerinden Darüsselam suyu Dünya Bankasının baskıları ile İngiliz Biwater şirketine devrettikten sonra su fiyatı fahiş hale gelmiştir. Günlük Kazancı 50 peni olan insanlar 20 litrelik bir içme suyu bidonuna 8 peni ödemek zorunda kalmışlardır.

Batı Afrika’da, Atlantik Okyanusunun kıyısında Gine Körfezinde yer alan Fildişi Sahili (Cote d’Ivoire), Gine ve Senegal’de Güney Afrika’da özelleştirmeler sonrası fatura ödeyemeyenler sistemle olan bağlarını kaybederek bağlantılarını kaybettiler yani sistem açısından görünmezleşerek kaderlerine terk edildiler, hatta öyle ki bu durum 2000 yılındaki kolera salgını sırasında bile devam etti.

Tüm bunların net çıktısı ise hastalık ve ölüm olmuştur. Öyle ki aynı kentte gecekondu mahallelerindeki bebek ölüm oranları-ki çoğu temiz içme suyu ve kanalizasyon gibi alt yapı hizmetlerinden yoksunluk nedeniyledir-diğer semtlerdekinin nerede ise iki üç kat fazla olmakta.

 
Toplam blog
: 6
: 2421
Kayıt tarihi
: 05.03.08
 
 

Yaşım 43. Doğduğum yer İstanbul dışı olsa da ben kendimi İstanbullu sayıyorum. Sosyoloji eğitimini ü..