Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '11

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Şükrü Erbaş Şiirleri

Şükrü Erbaş Şiirleri
 

Şems-i Tebrizi’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “İncir satan birinin yapacağı en güzel şey nedir, bilir misin Azizim; incir satmaktır, incir satmaktır, incir satmaktır...”

Şimdi ben de incir satacağım, şiir okuyacağım yani... Ama daha önce Tagore’un şiirinden bir cümle söylemek istiyorum. “Senin dilin taşa hapsedilmiştir ey hareketsiz güzellik.” Ben de galiba bunu yapıyorum, taşa gömülmüş dilimizi harf harf dışarı çıkarıyorum. Bu taş, evimizdeki eşiklerdir, bu taş bir cezaevidir, bu taş başımızdaki bir amirdir, bu taş oğlumuzdur, kızımızdır, babamızdır dedemizdir, tanrımızdır; yani değer yargılarımız içinde neden söz ediyorsak, hayatımızı baskılayan, kuşatan ne varsa odur taş.

NecatigilŞiir yazmak haremini ele güne açmaktır.” der. Yani şiir yazınca salkım saçak ortaya dökülür insan; ama yapacak bir şey yok artık, yazdık yazacağımızı. Şimdi onlardan birkaçını okuma zamanı...

Aynı Yürek Lekesi

Babam gelirdi ve akşam olurdu.
Bahçedeki akasya ağacı günboyu biriktirdiği kuşları
birer hayal topu olarak uzatırdı yatağımıza.
*
Siyah-beyaz bir fotoğraf gibi gelirdi babam.
Kamyonlar hep geceleri, hep uzaklara giderdi.
Ben o zamanlar bütün babaları susar sanırdım.
Yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam.
Kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı.
Tanrı’yı ve uzun konuşanları sevmezdi hiç. (Devamını okumak için lütfen buraya tıklayın.)

Yine Necatigil geldi aklıma; “Şiir yazmak soğan kesmeye benzer; üzerine biraz fazla eğilirseniz gözleriniz yaşarır.” der. Şimdi benim de biraz gözlerim yaşardı. Arkadaşlar, lise yıllarını saymıyorum, 35-40 yıldır şiirle, edebiyatla uğraşıyorum. Şiir hakkında, şiirin sorunsalı hakkında, edebiyat hakkında, insanlarla ve dünyayla yaşadığım ilişki üzerine tabii ki benim de söyleyecek sözlerim var; ama benden akademik bir konuşma beklemeyin lütfen, doğaçlama konuşmayı severim, bilen bilir.

Ayrıca, alıntılar yaparak konuşurum çoğu zaman... Bertrand Russell diyor ki, üç tutku hayatımı yönlendirdi; sevgi arayışı, bilgi açlığı ve insanların acılarına yönelik dayanılmaz bir merhamet duygusu. Beni de ve sanıyorum tüm insanları da peşinden sürükleyen şeylerin başında bu üçü gelir. Kendisine “Habibim” dediğim sevgili Habib Bektaş bir gün bana, “Merhametten yoksun insanlardan korkuyorum.” demişti. Freud da şöyle der; “Merhamette gizli bir sevinç vardır; aynı felâket kendi başımıza veya çok yakınlarımızdan birisinin başına gelmediği için aldığımız rahat bir nefestir merhamet.” Belki öyledir, Freud da başka bir açıdan bakıyor işte...

Ama benim de hayatımı yönlendiren temel duygulardan biridir merhamet. Ve ilk yazdığım dizelerden bugüne dek peşine düştüğüm şeydir, insanın içine düştüğü bu tür bir yabancılaşma, bu yabancılaşmanın kırılması. Aziz Nesin, “Merhaba ey güzel 70 yaşım...” der ya, biz de galiba yaşlanıyoruz. Şimdi de aklıma Sofokles’in bir sözü geldi, “Yaşamayı hiç kimse bir yaşlı kadar sevemez.” diye. Neyse... Bir şiir daha okuyayım size:

Ağaran Bir Suyum...

Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı / Kadınlar gittikçe daha güzel (Devamını okumak için lütfen buraya tıklayın.)

(Genelev Mektupları adlı şiirini okumasını Şair-Yazar Aydın Şimşek Bey isteyince, önce bu şiirin öyküsünü anlattı Şükrü Erbaş.)

Şiir bilinçteki ve bilinçaltındaki algılar birikimidir. Şiir için, hatta bütün sanatsal faaliyetler için neyin nerede ne zaman filizleneceğini bilemezsiniz. Ben size bu şiiri anımsatacak veya aradan geçen 25 yıllık boşluğu dolduracak şiiri, gözlem için gittiğim genelevdeki o memeleri dizlerine kadar uzamış, elindeki sigarayla yüz yaşında görünen yaşlı bir kadın için yazdığım dizeleri okuyayım en iyisi:

Gülümseme

Genelevin ortasında ülkesiz bir bayrak. Memeleri dizlerine değdi değecek. Ağzının kıyısında çok eski bir kırmızı. Uzak bıçkın bir sabahın kasıklarında sönmüş. Sigarayı değil etini çekiyor. Güneş saati onu göstermeyeli üç gençlik geçti. Hepimizin erken tutkularından bir gülümseme. Günahlarımızın annesi. Evler erimiş. Yataklar özgür. Dışarılar çoktan hayatın dışında. Camlardaki kalabalık nicedir insan. Herkesin gideceği yeri gören bir bağışlama gözleri. Hüzünle balmumu arası bir yerde duruyor. Hayatınızı yazdım, diyorum. Yazdın mı? Evet, yirmi beş yıl önce. Harfler ağzımda cam tozu. Gülümsüyoruz. Avlunun taşları bildik sözünde. Azizem uzanıp ağzımı öpüyor.

Dostlar, ben acıyı kutsallaştırmam, yüceltmem; ama en olmadık yerden, en olmadık şeyden sorun üretirim, çünkü sürekli bir çatışma hâlinde olduğumuz için, benim acıyı duyma ve yazma hâlim memleket hâlinin bendeki yansımasıdır. Öfke de, keyif de, keder de, karamsarlık da bana dış dünyadan, çevremden geliyor. Umutsuzluktan korkarım, karamsarlıktan değil.Bugünkü dünyanın türlü sorunları arasında biracık karamsarlık, keder ve hüzün duymayan insanın aklından da, yüreğinden de şüphe ederim ben. Ama bu duyguları tersinden bir çağrışımla şiire dökmek zaten sanatın mayasında olan bir şeydir. Boğazımdaki düğümü ve kalbimdeki taşı şiir yazarak, harf harf dışarı çıkarıyor, duygularımı şiirle bulaştırıyorum ben. Böyle arınıyorum ancak...

(Salondan “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” adlı şiiri istendi, Şükrü Bey şiirin öyküsünü anlattı ve çok karamsar bir şiir olduğunu söyleyerek, yalnızca son bölümünü okudu.)

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde...

Köylüleri, söyleyin nasıl, nasıl kurtaralım?.. (Tamamını okumak isterseniz, lütfen buraya tıklayın.)

(“Biz Neden Başkalarını Sevemiyoruz” adlı şiirinden okuduğu ilk bölüm şöyleydi:)

Gümüşün ustalarını bitirdik
Ahşap konakların oymalı dolapların
Üzümün camın kesme taşın ustalarını...
Akik kehribar yakut ve lal
İşleyip incecik dünyayı parmaklarıyla
Hantal düzlüğümüze köpük köpük
Pencereler açan ustalarını
Işığın, sevginin ve iyiliğin
Bitirdik bir bir hünerleriyle boğarak... (Devamını okumak için lütfen buraya tıklayın.)

(Ara vermeksizin okuduğu bir diğer şiiri Kim geçiş izni verecek rüzgâra idi.)

Sen Mem u Zin’i
Ben Ferhat ile Şirin’i

Sen Cigerhun’u, Otuz Üç Kurşun’u
Ben Nazım’ı, Cahit’i, Turgut’u

Sen gözleri deprem kızını kara çadırın
Ben Sürmeli Bey ağıdını

Sen Dicle’yi, durgun ve nazlı
Ben Kızılırmak’ı, mağrur ve geniş

Sen Siverekli öfkeyi Fransız önünde
Ben dağların onuru Kamalı Efe’yi. (Devamını okumak için lütfen buraya tıklayın.)

(Sanıyorum son yazdığı ve henüz yayımlanmamış şiirlerden biri olacak, dosyasındaki bir parça kâğıda yazılmış bir şiirini de okudu Şükrü Bey. Çok etkileyiciydi... Sadece son dizelerini yazıyorum.)

Aşkı bir gövdeden doğuran dünya / Sen koydun bu kalbi, bu güzelliğin önüne / Ayrılığa bırakma beni / Ölüm bir gün nasılsa / Sürecek hükmünü.

Fars kültürünün büyük hafızı Sadi Efendilerimiz der ki, “Aşk ile korku cam ile taşa benzer.” Bir araya gelemezler; birbirlerine değdiklerinde cam kırılır. Bir de şöyle der, “Canı ağzına gelmiş olanın ağzında bal neye yarar!” Son olarak şu şiirimle bağlayalım...

Gözlerinle dilin arasına gerili uçurumu seviyorum

Kekeme özgürlüğünü seviyorum

Susuşundaki hıncı seviyorum

Kalbinde ürperen kışı seviyorum

Ellerindeki bilge zamanı / Denizi yağmurdan korumaya çalışan çocukluğunu seviyorum

Alnın masamızda dört mevsime ufuk / Dudaklarında titreyen zamanı seviyorum

Yürüyorsun ya, kalabalık dönüp bir daha bakıyor kendine / Boyunda çiçeklenen yedi rengi seviyorum

Her damlası ayrı bir hayat, ne bilsin yüzüne düşmeyen / Gözlerindeki yaşı seviyorum

Beni uzaklaştırmaya çalışırken aklından geçenleri seviyorum

Kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum

Ses nasıl menevişleniyor susunca ağzında / Ağzından gelecek her sevinci, her azabı seviyorum

Susmanın da bir dili var elbet / Teri yastığına sızan rüyanı seviyorum

Uyandığın sabahlardan başka bağım yok dünyayla / Odalara ömür veren gövdeni seviyorum

Yürümediğin sokaklar nasıl da göz göz / Bekleyişteki o mucizeyi seviyorum

Serçe parmağındaki lekedir yerim, kalabalığın uyumuna inat / Hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum

Ölümdür en büyük zaman, bilmez takvim gezenler / Bir iç çekişte yanan hayatı seviyorum

Bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın / Getirdiğin hevesi, götürdüğün imkânı seviyorum

Evlerdesin, dışarılar hüzün, eşyalar ayakta / Senden ayrılanı seviyorum, sana kavuşanı seviyorum

Uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık / Bir sözcüğe sığdırdığın dünyayı seviyorum

O gölgeyim taş dibinde, bir çürüme bilinci / Hükmüm yok bahçende diyorum / Üstüme elediğin şefkati seviyorum

Dişlerimin arasında bir ishakkuşu / Eğiyorum ya başımı / Çaresizliğime tuttuğun aynayı seviyorum

Bir gün bir kötü haber birimizden / Kalanın diline gelecek ilk sözü, arayacağı ilk insanı / İlk gece yapacağı her şeyi seviyorum.

.

Dip not: 23 Nisan 2011 günü, İzmir TÜYAP kitap Fuarı'nda Kanguru Yayınları'nın düzenlediği ve değerli şairimiz Şükrü Erbaş 'ın konuşmacı olarak katıldığı şiir dinleti-söyleşi etkinliği sırasında aldığım notları paylaştım sizlerle... Şükrü Erbaş’ın şiir hakkındaki diğer düşüncelerinden bazılarını 3 yıl önce de yazmıştım:

http://blog.milliyet.com.tr/Boncuklu_Bir_Cumlesi_Olsun_Herkesin/Blog/?BlogNo=106463

ve

http://blog.milliyet.com.tr/siirin_Disinda_Usursunuz/Blog/?BlogNo=102018

.

Günün sözü: “Şiirlerim ve kitaplarım sözümün sahiplerine sessiz bir saygıdır. Bir yanıyla da haremimi ele güne açmaktır. Ben bunlardan oluştum demektir, sevgiyle, cesaretle...”

 

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..