Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Taner Baytok, Dış Politikada bir nefes

Taner Baytok, Dış Politikada bir nefes
 

Taner Baytok'un İlk görev yeri olan Hindistan'da bulunan Ganj Nehri'nde yıkanan insanlar


Anılarını kaleme alan birisinin yazdığı kitabı eleştirirken ;

'' Hep kendisinden bahsetmiş! '' denebilir mi?
 
İnsanın, hayatını anlattığı kitabın merkezine kendisini koymasından daha doğal ne olabilir, öyle değil mi? Buna bir itirazım yok ama, kitabın bir çok yerinde, başkalarının rollerini çalmamalı, hep ama hep kendisini bu kadar ön planda tutmamalıydı diye düşünüyorum, Taner Baytok için.
 
Belli ki güzel bir hayat, mutlu bir evlilik, iyi yetişmiş çocuklar...
 
Anılar, insanlar, anlatım dili, samimiyet hepsi güzel ancak insan; ''Acaba bu kadar da benmerkezli anlatılmamalı mıydı bazı şeyler?'' diye sormadan da edemiyor.
 
Her olayda bir iki lafla gidişatı değiştirip, çevresindekilere farklı bakış açıları ile olaya nasıl bakmaları gerektiğini göstermek, mükemmel derecesinde ikili ilişkiler, geldiği görevlerde kendisinden önce yapılmış yanlışlıklar ve kendi yöneticiliği ile bunların nasıl düzeltilip hayran olunacak bir hale geldiği, sonrasında görevinin bitiminin ardından da bin bir emekle yaptıklarının başkaları tarafından yeniden bozulması...
 
Bir gazete makalesi ya da öykü olsa veya kısa süreli bir tanışıklık ardından gelen sohbet, belki bu kadar göze batmaz ama, tamı tamına beş yüz sayfa, sürekli Taner Baytok'un 'ideal' hayatını okumak, işte o bir süre sonra bazı okurları sıkmaya başlayabiliyor.
 
Her ne kadar siyasi düşünceleri, çevresi, hayata bakışı bana çok yakın gelse de, yine de bunları yazmadan kitabın eleştirisine başlamam durumunda, içimde söylemediğim bir şeylerin ağırlığını hissedecektim.
 
O yüzden, bu belki de hiç politik olmayan yaklaşımım nedeniyle Sayın Baytok'u incitiyorsam, doğrusu bundan rahatsızlık duyarım.
 
***
 
Hiç de kolay olmayan, ASALA terörünün diplomatlarımız ve çalışanları için bir kabus gibi başlarında dolaştığı günlerde Viyana'ya doğru yola çıkarken anılarına başlıyor Baytok. Görevli gittiği Avusturya'daki Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil, kendisinin yola çıkmasından sadece bir kaç gün önce öldürülmüştür...
 
Asker, polis, bir yere tayin olduğu zaman, mesleğinden dolayı hayati risklerle karşı karşıya olduğunu bilir ve zaten meslek tercihini yaparken de bundan haberdardır. Ancak, bir diplomat normal koşullarda, yeni tayin edildiği görev yerindeki büyükelçinin, hem de makam odasında öldürüldüğü haberiyle karşılaşmaya, sanırım hiçbir zaman hazır olmasa gerek.
 
 
                                                                      ***
 
Taner Baytok da, babası gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Babası üniversiteye devam ederken bir yandan da, Musiki Muallim Mektebi'nde (Konservatuar) okul müdürü ve İstiklal Marşımızın da bestecisi olan Zeki Üngör'ün idari yardımcılığını yapmış. Bu konu hakkında kitapta kullanılan fotoğraflardan birinde, Atatürk'ün okulu ziyaretinde yanında Afet İnan da olduğu halde çekilmiş fotoğrafta, Büyükelçi'nin babası Nazmi Baytok da var.
 
Babası fakülteyi bitirince ilk görev yeri olan Manisa Eşme'ye sorgu hakimi olarak atanmış. Köylere, jandarma eşliğinde sarık toplamak için giderlermiş. Muhtemelen Şapka Devrimi'nin hemen sonrası ve gerçekten de bu şekilde söylenince bile, halkı çok huzursuz eden bir davranış olduğu kolayca anlaşılabiliyor.
 
Evet, biz halk olarak devrim yapmadık, hazıra konduk. Bir süredir cumhuriyeti kurma peşinde olan aydın batıcı azınlık, Mustafa Kemal'in önderliğinde gerçekleşen Kurtuluş Savaşı ile belki 'özgür' olabildi ama, kafaca hürriyeti isteyecek, bunu anlayabilecek bir durum henüz ortada olmadığı için tepeden inme devrimler halka maalesef biraz da zorla kabul ettirilmeye çalışıldı.
 
Yüzlerce yıl 'kul' olarak yaşamaya alışmış bir toplumun, bu devrimleri anlamamasından daha doğal bir şey olamazdı ama devrimleri, hele bir de tepeden inme olduğunda zamana yaymak söz konusu bile olamadığı için, bu sarık toplama olayları da o zaman için, atanmış yöneticilere sanırım çok da garip gelmemiş olmalı.
 
Devrimler, doğru ve olabildiğince hızlı olarak yapılmıştı ama, geçen yıllarda devrimin alt yapısıyla beraber üstüne yükseleceği zeminin gerektiği şekilde güçlendirilememesi nedeniyle ve biraz da 'deprem kuşağı' üstünde oluşumuzdan dolayı, ne yazık ki önce her sarsıntıda birer ikişer tuğlalar kafamıza düşmeye başladı, bizler bir şey anlamamakta direndikçe de şimdilerde sanki kat kat toprağa gömülüp, karanlıklara doğru iyiden iyiye çekilir hale geldik.
 
Ardından babasının tayini Ayvalık ve sonra da Zonguldak Milli Koruma Mahkemesi Başkanlığı derken, bir memur ailesi olarak kaplumbağa misali evleri sırtlarında, sürekli tayinlerle Anadolu'yu gezer olmuş Baytok ailesi.
 
1948 senesinde, tam da İkinci Dünya Savaşı'nın bir kaç sene sonrasında Sovyetler Birliği Stalin ile gözlerini Türkiye'ye diktiğinde, babasının Ağır Ceza Mahkemesi Reisi olarak Kars'a tayini çıkar. Kayak merkezi Petrofka'ya atlı kızaklarla gidilen, Rus klasiklerindeki manzaralarla süslü hayatları, babasının Gaziantep'e tayinine kadar sürer. Gaziantep'in kendisine okuma alışkanlığı kazandırdığını söylediği Lise'sinden iki arkadaşı, Onat Kutlar ve Ülkü Tamer'dir.
 
Sinemaya ilgisinin de yine o günlerden, Gaziantep'in Nakip Ali ve Baydar sinemalarından başladığını yazar ki, bir terör saldırısında tesadüfen orada olduğu için kaybettiğimiz Onat Kutlar'ın da sinema aşkı o günlerde böyle başlamış olmalı.
 
Sonra Eskişehir'e gelirler. Eskişehir'de liseyi bitirdiği zaman, babası Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı'na atanır ve kendisi de babasının okulunu tercih ederek Ankara Hukuk Fakültesi'ne girer. Osman Bölükbaşı'nın yargılandığı 'siyasi' dava, babasının başkanı olduğu mahkemeye verilir....
 
Neyse,  yazıyı Taner Baytok'un babasının hayat hikayesi haline getirmemek gerekli sanırım.
 
                                                                            ***
 
Taner Baytok okulunu bitirdikten sonra bir ara kendi  fakültesinde kalıp akademik kariyer yapacak gibi olurken, tanıdıklarıyla sohbetleri sonrasında diplomat olmaya karar verir.
 
Anılarına Viyana'dan başlasa da ilk görev yeri Hindistan'dır. Bundan sonra iki ila dört yıl arasında dış görevler, sonra bir süreliğine merkeze Ankara'ya dönüp dinlenme(!) ve ardından da tekrar yurtdışı...
 
38 yıllık görevi süresince, Delhi, Londra, Brüksel NATO, Viyana'da çeşitli unvanlarla görev aldıktan sonra, sırasıyla Birleşik Arap Emirlikleri, Danimarka, İrlanda ve İsviçre'de de meslekteki son on altı yılını büyükelçi olarak geçirir Baytok.
 
Görev yerleri içinde en ilginç ülke olan Hindistan'da 'farklılıklardan doğan ilginçlik'lerin yanısıra, zorunlu olarak Hindistan'da ikamete tabi tutulmuş Alparslan Türkeş ile geçen günler ve kitaba yansıyan anılar da doğrusu dikkat çekicidir. Türkeş'in Hindistan'daki günleri ile ilgili bilmiyorum başka yerlerde bir şeyler yazıldı mı ama, bence Taner Baytok'un birebir anıları tarihi belge niteliğindedir.
 
Bir insanın ilk görev yerinin Hindistan olması ve Ganj Nehri kenarında yüzü yanık insanlar, ortada çürümeye bırakılmış cesetler, nehirden akıp giden ölülerin bedenleri ve ardından da kertenkelelerle dolu bir otelde geçen bir süre. Herhalde pek tercih edilir bir görev yeri ve başlangıç için de hiç içaçıcı olmasa gerektir.
 
Hindistan'da yabancı diplomatlarla kurduğu ilişkilerde görür ki, diplomatlık sadece gülümseyerek ülke çıkarlarını koruma ve katılınan kokteyller demek değildir. Edebiyat, bilim, müzik, sanat... Bunun farkına vardıkları anda, her yönden kendilerini geliştirmek için gayret sarfetmeye başlar Baytoklar.
 
Sıcak anlatımını zaman zaman esprilerle de süsler. Örneğin ciddi konulardan bahsederken bir anda ; Alman Konsolosluğu'nda düzenlenen Faşing'e padişah kıyafetiyle gidip, sıcaktan dolayı üstündekileri de attıktan sonra, bir şalvar bir de gömlekle kalarak Keloğlan moduna geçişini gözünüzde canlandırınca gülmemek olası değildir.
 
Koç ailesiyle bugünlere kadar gelen dostlukları da o günlerde Hindistan'da başlar.
 
Bulunduğu ülkelerle ilgili yaptığı siyasi analizler, doğal olarak hedefi on ikiden vurur Baytok'un. Keşmir meselesi hakkında; ''İngilizlerin terk ettikleri topraklarda arkalarında problem bırakarak, bu eski kolonilerini kendilerine muhtaç etme politikaları''nı şimdi Amerika ve Irak örneğin de de yaşadığımızı görür, kendisine hak veririz.
 
Londra yılları ve Oktay Ekşi ile Londra'da geçen günler de çok ilginçtir. O zamanlar, şimdiki kadar yurtdışına gidişler daha henüz yaygınlaşmadığı için, Londra'da Türkiye'den gelenlerle ilgilenmek onların yardımlarına koşmak ve bu arada sanatla dolu geçen yıllar da, kitapta kendilerine yer bulurlar. Londra'dan anılarda kimler yoktur ki? Feri Cansel, Göksel Arsoy, Yıldız Kenter, Şükran Güngör...
 
Birleşik Arap Emirlikleri'nde de yine yıllar boyu biriken oldukça ilginç anılar kendilerini merakla okuturlar. Her şeyin rutine oturduğu sıradan bir Avrupa ülkesine gitmeyince, farklı olaylarla karşılaşmak da çok daha mümkün olabiliyor doğal olarak.
 
Baytok'un ; İrlandalıları, İsviçrelileri, Danimarkalıları anlattığı yazılardan ben şahsen çok şey öğrendim. Tatile gittiğiniz bir yerdeki insanları tanımakla, orada çalışmış birisinin o insanları anlatması çok farklı olabiliyor, bir kez daha bunu görmüş oldum.
 
NATO görevleri sanırım bir çok diplomatın ya da siyasetçinin aksine, kendisinde askerlere karşı sevgi, saygı ve güven oluşumunu sağlamış. Tanışıp, beraber çalıştığı üst düzey komutanların konularına hakimiyetleri, olaylara yaklaşımları ve kararları buna neden olmuş olsa gerek.
 
Bazı yerlerde, yazarın bazı görüşlerine katılmamak söz konusu olabiliyor. Örneğin Tansu Çiller ile birlikte imza koydukları 'Gümrük Birliği' anlaşmasını, Avrupa Birliği'ne girmeden mutlaka aşılması, geçilmesi gereken bir süreç olarak anlatırken, ben sadece tek taraflı bir taviz olarak değerlendiriyorum ama sanırım gitti gider Avrupa Birliği'nde artık bunun çok da önemi kalmamak üzere.

Fakat yine de yazar bu anlaşmayı aşırı şiddetli bir şekilde savunduğu için, belki de bir şeyler söylemek gerekebilir ; Gümrük Birliği Anlaşması'ndaki bir tek madde bile bence bu anlaşmanın Türkiye aleyhine olduğunun mutlak kanıtı sayılabilir.

O da, Türkiye'nin Gümrük Birliği'nden dolayı uğrayacağı kaybın Avrupa Topluluğu tarafından karşılanması maddesidir.

Daha başlarken bir zararımızın olacağının her iki tarafça da kabulu demek değil midir bu?

Sonuç olarak Çocuklar Duymasın'daki her şeyin mucidi olduğunu ve neredeyse tarihin kendisi ile başladığını iddia eden bazı Seyyar Haydar tarzı anlatımlarını yok sayarsak, tatlı anıların belki biraz uzun, ama oldukça yalın bir dille anlatıldığı güzel bir kitap ortaya çıkmış.
 
Bunca yıl şahitlik edilen onca olay ve güzel de bir hafızası olunca, Taner Baytok'un başta da söylediğim anlatım stilindeki ufak  tefek kusurlarını da görmezden gelirsek, birinci dereceden şahitliği ile anlattığı, başka hiçbir yerde okumadığım ilginç, şaşırtıcı, eğitici ve aynı zamanda da Dışişlerinin çalışma şekli hakkında öğretici bir anı kitabı.

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..