Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Tuba Çandar’dan Hrant Biyografisi (1)

Tuba Çandar’ın 22 Ocak 2012’de satın aldığım ‘‘Hrant’’ kitabı Eylül 2010’daki ilk basımdan. Çok fazla satmadığını ve okunmadığını tahmin ediyorum, hem konusundan ötürü – ki bunu açıklamaya çalışacağım -- hem de 648 sayfa olmasından. Aslında benim almam bile neredeyse bir tesadüf. 17 Ocak’ta, Hrant Dink davası bazılarımızın adalet duygusunu sarsacak şekilde kapatılınca, ben de Taksim-Şişli yürüyüşüne gitmiştim. Buna rağmen, Hrant Dink hakkındaki kitapların tekrar kitapçı raflarına sürülmesini, bu hareket ne kadar mantıklı olsa da, kitap satma derdiyle yapıldığı düşüncesiyle çok da sevimli bulmamıştım. O sıralar Çandar’ın Murat Belge ile yaptığı nehir söyleşi kitabını bir iki yıl önce okuduğumu bile unutmuşum. Bilhassa onun yazdığı biyografiye – soyadından olsa gerek – soğuk bir bakış fırlatıp evime, twitter’ın başına döndüm. TKP’li bir arkadaşım, yine twitter üzerinden, biyografiyi okumamı önerince çok şaşırdım. Türkiye standartları için gayet iyi yazılmış bir biyografi olduğunu, kitabı okuduktan sonra ideolojik olarak kendini Hrant Dink’ten uzaklaşmış bulmasına rağmen, bir insan olarak kendini ona daha yakınlaşmış hissettiğini söylemesiyle beni iyice meraklandırdı. Ayrıca biyografi okumayı seven birisi olarak Türkiye’de neden iyilerinin yazılmadığına kısaca da olsa kafa yormuşluğum vardı. Böylece kitabı aldım.
Gerçi Çandar, biyografisini benim sevdiğim tarza eleştirel bir stille yazmış. Yani Tanrı yazar olup bütün araştırmasını yaparak tezi olan bir kitap çıkarmayı bilinçli olarak tercih etmemiş. Onun yerine, aradan kendini ‘‘çıkarıp’’ mümkün olduğu kadar Dink’i tanıyanları konuşturmuş.
Bu seçimin artısı ve eksisi var. Olumlu yönü Dink’i bir insan olarak bize sevdirmesi. Edebi de olabilen karmaşık cümleleri edebiyat dışında bir inceleme; veya analiz kitabında okumaya henüz alışık olmayan Türk okur, ata yadigarı sözel anlatının akıcılığı sayesinde kitabın ilk bölümünü roman gibi okuyabilir (olayların çeşitliliği de zaten bunu perçinliyor). Olumsuz yönü, aynı olayları bir sürü tanıktan defalarca dinlememiz. Tamam, bu hafıza ve gerçeklik algısı kişiden kişiye değişir, herkes bir kişiyi bir olayı farklı anımsayabilir düşüncesiyle yapılmıştır; ama özellikle ilk bölümde –aslında ikinci bölümde de-- tanıkların belirli bir hususta birbirleriyle çeliştiği çok olmuyor (olsa da önemsiz farklar). Tanıkların hafızalarının keskinliği ise çoğu zaman beni hayrete düşürüyordu (anlatılanların samimiyetinden kuşkulanın diye söylemiyorum bunu). Seçtiği tanıklar, tanıklarına sorduğu (kitapta yer verilmeyen) soruları, anlatılanların kolajı ile büyük bir emek harcamış olan Çandar, aslında Dink’in İsa gibi, başkalarına iyileştirici etkisi olan, kendisini onlar için feda eden bir ilahi karakter olduğu tezini, tezsiz bir biyografi yazma iddiasına rağmen, başarıyla tamamlıyor.
Büyük olasılık Dink gerçekten anlatıldığı gibi hepimizin seveceği, babacan, namuslu, yardımsever, çalışkan birisi. Peki Çandar’ın yalnızca tanıkları konuşturmayı tercih etmiş olmasının olumsuz yönü ne? Varsa bile Dink’in daha sorunlu yönlerini pek göremiyor olmamız. Sayılanlar şunlar: Hesap kitap bilmezdi, çabuk parlar; ama çabuk sönerdi, hemen kırdığı kalbi onarırdı. Bunlar çoğumuza bilakis sempatik gelecek zaaflar. Biraz daha ciddi eleştiri ise, Agos’u profesyonel bir gazete gibi yönetmedi, gençleri ağabey yönüyle coşturarak amatör bir ruhla çalıştırdı, profesyonel tutum taraftarı olanlarla yolları hemen ayırdı. Bunu da eleştiremeyiz. Agos, onun düşüncesi, risk alan kendisi, gençlerin hakkını yememiş, bir iki profesyonel gazetecinin başta yardımını almış; ama sonra yolları ayırmış. İpek Çalışlar, feminist bakış açısıyla, Dink’in de aslında kadınlara ataerkil bir tepeden bakışı olduğunu söylüyor. Büyük olasılık doğru olan bir iddia; ama belki Dink bile bunun ayırdında değildi. Sonuçta, tesadüfen 2010 yazında bir düğünde tanıştırılırken adını anlamayıp tanıştıran arkadaşımdan sonrasında kim olduğunu öğrendiğim kızı Delal; ya da Agos’un saldırılara maruz kaldığı günlerde çok şeyine tanık olan Karin Karakaşlı gibi birçok genci desteklemiş olduğuna göre ataerkil düşünce yapısı da çok belirgin değildi.
Beni kitapta, Agos döneminin anlatıldığı ikinci bölümde, Dink’in iletişimde olduğu entelektüelleri – Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Baskın Oran gibi-- de etkileyen bir düşünce adamı olduğu iddiası zorladı. Yani onların bile göremediği şeyleri –Ermenilerin sorunlarının AB üyeliği çerçevesinde ve AKP ile—çözülebileceğini görmesi gösteriliyor örnek olarak. Bana öyle geliyor ki, Dink’i onlar etkilediler, ki etkilenmiş olmasını da onun aleyhine yorumlamıyorum, samimi olarak da sevdiler; ama belki de çok da ciddiye almadılar (hiçbiri 301’den yargılandığı mahkemeye gitmemiş, Dink, Orhan Pamuk; veya Perihan Mağden’in 301 duruşmalarına gitmiş olmasına rağmen). Tehcir hakkında konuşurken bile ‘sizinkiler de iyi yürümeyi bilmiyormuş’ türü düzeysiz bir espri yapabiliyorlar (Cengiz Çandar sanırım) ve Dink yalnızca mahcup gülümsemekle yetiniyor örneğin.
Tabii Dink’in zaaflarını; veya gerçekte iletişimde olduğu aydınları dönüştürmemiş olabileceğini söylemek asıl görevi olamazdı biyografinin. Çandar’ın kitabı yalnızca 301 davalarıyla başlayan ve cinayete kadar olanları anlattığı kısmıyla bile önemli. Çünkü Türkiye’ye ayna tutan bölümler onlar. Ama sıradan eğitimli bir Türk okurun Dink’e önyargısını bırakarak onun hayatına merak duyması maalesef bana çok zormuş gibi geliyor.
Bakın son bir iki aydır konuştuğum arkadaşlarımın bir kısmı Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürülünceye kadar adını hiç duymadıklarını söylüyor. Bu arkadaşlarım kesinlikle cahil insanlar değil, bilakis çok entelektüeller. Atatürkçü olmayan; ama sosyalist bir arkadaşım ki, yerli yabancı olsun siyasetçi, sporcu, işadamı, sanatçı bilmediği insan yoktur bunlardan biri. Atatürkçü ve solcu olan bir diğeri ise diyelim resimle ilgilenemediğinden yakınmasına rağmen çağdaş Türk ressamlarının adını bilir ve benim bilmediğimi görünce şaşırır. Başka örnekler de bulmaya başladım. Hepsi, Dink’in adını ilk suikastle duyduklarından eminler. Hatta benim bile suikastle öğrenmiş olabileceğimi, geçmişi kafamda kurgulayarak, ben biliyordum diyor olabileceğimi düşünüyorlar.
Gerçekten de e-postalarımda Dink adı en erken ölümünden iki hafta önce geçmiş. Orhan Pamuk’un Ermeni meselesi konusunda geri adım atan tutumunu tartışıyormuşuz, bir arkadaşım, Dink’e bile geri adım attırdılar, demiş. Yani biliyormuşum herhalde; ama biz de onu çok tartışma konusu yapmamışız. Öte yandan, tabii ki kim olduğunu biliyorduk diyen bir grup arkadaşım da, ‘bilmediğini söyleyen arkadaşların da biliyordu; ama devletin resmi söylemine kanıp şimdi önceden bilmediklerine inanıyorlar,’ diyor.
Bu sorunlu bir durum ortaya çıkarıyor. Cinayete kurban gitmesine üzülmüş olsalar bile, bilmiyorduk diyenler ve çoğunluğu oluşturan gerçekten bilmeyenler, cinayet sonrasını anlamlandıramıyor. Dink çocukken acı çekerek büyümüşse, Türkiye’de acı çekmeden büyüyen mi olmuş, yasal sistemde haksızlıklara uğramışsa, tek uğrayan o muydu, öldürüldüyse tek öldürülen o mu, diye düşünenler var. Eğer Ermeni olduğu için soğuk duygular zaten beslemiyorlarsa o da. Dink’in anısını canlı tutan aydınlar grubu da çoğu kişinin kuşkusunu artırıyor.
Neyse uzadı bu yazı, ikinci bölümünü sonra yazacağım.

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..